Thread Rating:
  • 193 Vote(s) - 2.97 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm
#1
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 1. Bölüm

ikinci Halîfe Emîr-ül mü’minîn Ömer-ül-Fârûkun “radıyallahü
teâlâ anh” menâkıbı hakkındadır.
Künyesi Ebül Hafs, neseb-i serîfleri Ömer bin Hattâb bin
Nüfeyl bin Abdül’uzza bin Rabah bin Abdüllah bin Revâh bin
Adî bin Ka’bdır. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine dokuzuncu dedesinde birlesir ki, o da
Ka’bdır. Hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü anhümâ”
Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir derece
yakındır. Zîrâ hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk Mürrede birlesir.
Mürre Ka’bın ogludur. Hazret-i Resûl-i ekrem hazret-i Ömerden
onüç yas büyükdür. Vâlideleri Halîmedir. Ebû Cehlin kız
kardesidir ve Hîsamın kızıdır. Otuziki yasında islâma geldi.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” îmâna geldiginde, meshûr
rivâyet üzere mü’minler, ricâlden [erkeklerden] otuzdokuz
idi. Bunun ile kırk temâm oldu. O gün bu âyet-i kerîme nâzil oldu:
(Ey Peygamberim “aleyhisselâm”! Sana yardımcı olarak
Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetisir.) [Enfâl
sûresi altmısdördüncü âyet-i kerîme meâli.]
Birinci Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem
“sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere, Fârûk lakabını
takmıslar idi. Sebebi o idi ki, hakkı bâtıldan fark etdi [ayırdı].
Dîn-i islâmı kabûl etdi. Din onlar ile kuvvet buldu. Fârûk lakabı
almasına bir baska sebeb de budur: Bir münâfık ile bir yehûdî,
bir husûsda anlasamadı. Yehûdî da’vâyı hâlletmek için, Sultân-ı
Enbiyâ hazretlerinin meclis-i serîflerine gelmek istedi. Münâfık
da yehûdîlerin re’îsi Ka’b bin Esrefe gitmek istedi. Sonunda, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” katına geldiler.
Da’vâyı yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp,
hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna da’vâyı
halletmesi için geldiler. Yehûdî, mâcerâ ve da’vâyı hazret-i
Resûlullahın huzûruna varıp, Resûlullah hazretlerinin kendisine
hükm eyledigini, münâfıkın ise buna râzı olmadıgını anlatdı.
– 99 –
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o münâfıkdan, anlasmazlıgı
süâl buyurdular ki, bu yehûdînin anlatdıgı gibi midir. Münâfık,
evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp,
geldim ki, sen hükm edesin, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu: Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için
hükm edecegim. Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın
boynunu vurdu. Buyurdu ki: Allahü teâlânın ve Resûlünün
hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle hükm eylerim. O
vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Ömere
“radıyallahü teâlâ anh” hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek
olan Fârûk tesmiye olundu. [Bu lakab verildi.] Âyet-i kerîme
budur: (Su kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere
indirilen kitâblara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak
için tâgûta [Ka’b bin Esrefe] gitmek isterler..) [Nisâ sûresi
59.cu âyet-i kerîme meâli.] Tâgûtdan murâd Ka’b bin Esrefdir.
Kezâ, Tefsîr-i Kâdî Beydâvîde su si’r yazılıdır.
Ikinci sevgili Ömer-i âdil,
Bâtılı mahv edici, dogrunun koruyucusu.
Hakkı bâtıldan ayırmıs idi Fârûk,
Sancagının ucu ermisdi ayyûka.
Ikinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin islâma gelis sebebini anlatır:
Rivâyet edilir ki, bir persembe gecesi, Habîb-i ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında
düâ etdi. Düâsı kabûl oldu. Buyurdular ki, (Yâ Rabbî!
Su iki kisiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz
eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hisâm.) Ertesi gün, Kureysin
büyükleri Haremde toplandılar. Isbu Ebû Tâlibin yetîmi
Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zuhûr
edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide
ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki,
yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var
iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmegi düsünmüyor musun,
diye tahrîk etdiler. Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı
kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini öldürmege
giderken, Benî Zühreden Nu’aym “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine
rastladı. Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb ve-
– 100 –
rip, su Kureysin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl
diyen, Muhammedi katl etmege gidiyorum, dedi. Nu’aym “radıyallahü
teâlâ anh” dedi ki, yâ Ömer! Hayret edilecek bir ise
yeltenirsin. Basa çıkamıyacagın sevdâya düsmüssün. Eger bu isi
basarırsan, Benî Hâsim ve Benî Zühre seni sag koyacaklarını
mı sanıyorsun. Yürü var, isine git, deyince, Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” dedi ki, yâ Nu’aym! Yoksa sende mi, Muhammedin
dînine girdin. Eger öyle ise, evvelâ seni katl edeyim. Nu’aym
hazretleri dedi: Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın.
Kız kardesin ve enisten de girmislerdir. Ömer, bu haberi
isitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma’lûm onların müslimân
oldukları, dedi. Nu’aym dedi: Eger inanmaz isen, kız kardesinin
evine var. Bir koyunu kendi elin ile bogazla, pisirsinler.
Onlar senin bogazladıgın koyunu yimezler ise, o zemân bilmis
olasın ki, onlar islâm dînine girmislerdir.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o tehevvür ile gidip,
kapılarına vardı. Içeriden kulagına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi.
Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez.
Meger o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi
efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı “radıyallahü anh”
onlara göndermisdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta’lîm ediyordu.
O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı baglamıslardı.
Ta’lîm ile mesgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından
dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî
nûrları gelmege baslayıp, seytânî küfr zulmeti mahv olmaga
basladı. Sabr etmege mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu.
Kapı baglanmıs idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar,
korkularından susdular. Habbâbı “radıyallahü anh” gizlediler.
Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i
Ömerdir “radıyallahü teâlâ anh”. Kılıncı yanında, heybetle ve
satvetle gelmis ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardesi, hos geldiniz
deyip, içeri alıp, oturdular. Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik
edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” kalkıp, kendi bogazladı. Pisirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî
kelâmın te’sîrinden mest olmus, ne konusmaga mecâli ve ne
oturmaga sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pisirip, ortaya
getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her bi-
– 101 –
ri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar.
Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çogaldı.
Taâmı [yiyecegi] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki; okudugunuz
ne idi. Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından
konusmaga basladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdular ki, bilmis olunuz ki, ben Kureys arasında kılınç
baglayıp, o da’vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim.
Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiginizi
isitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi
katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulagıma bir ses
geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr
benden gidip, kalbime sevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin
eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okudugunuzu,
dinleyelim, dedi. Kız kardesi ve enistesi, bu sözü isitdiklerinde,
sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmisdir diyerek, dediler
ki, okudugumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak
Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile,
Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine
inzâl eylemisdir [indirmisdir]. Isitmek murâdın ise [dinlemek istersen],
evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin. Hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl
edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardesi kalkıp, ta’zîm ve
tekrîm ile, sûre-i serîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm).
(Tâhâ ...) diye okumaga basladı. Nazm-ı serîfin fesâhat ve belâgatinden,
kalbi çok yumusadı. (Ben o Allahım ki, benden baska
ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et
ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin
14.cü âyetine gelince, Kur’ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet
verip, Kur’ânın eseri açıga çıkıp, küfr ve sekâvet zulmeti gitmege
basladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna
ulasdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dısarı çıkıp,
dedi ki, yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin etdigi
düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun.
Sevinerek, önüne düsüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın oldugu
eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”, hazret-i Ömerin geldigini görünce, hazret-i
– 102 –
Fahr-i kâinâta haber verdiler. Bırakın gelsin. Basında devlet
var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazret-i Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
mubârek nûr cemâlini müsâhede ile müserref oldu.
Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki, yâ Ömer, dahâ küfr
ve sekâvetden vazgeçmek yok mu? Hazret-i Ömer, Peygamberin
mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına
kavusunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz
sürüp, sonra, yâ Resûlallah, hiç sek ve sübhe kalmadı. Hak Peygambersin.
Bana îmânı arz eyle, dedi. (Eshedü en lâ ilâhe illallah.
Ve eshedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip,
secere-i îmânı [îmân agacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-
ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tekbîr getirip,
sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha ve muânaka [birbiri
ile kucaklasma, boynuna sarılma] eylediler. Allahü teâlâ hazretlerine
hamd ve senâ eylediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdu; su getirdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur’ân ta’lîm
buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diger
dîni erkânı ta’lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, magara
gibi gizli bir yerde dururlar. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bu ne
keyfiyetdir ki, bu magarada ihtifâ buyurdunuz. Se’âdet ile buyurdular
ki, müsriklerin mü’minlere ezâ ve cefâsından dolayı
burada dururuz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki,
onlar puta gündüz taparlar. Önünde âsikâre yer öperler. Niçin
biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım,
biz de Harem-i beyt-i serîfde nemâzı âsikâre kılalım. Görelim,
bize kim mâni’ olur. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
kalkıp, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç,
Beyt-i serîfe dogru yürümege basladılar. Kureys müsrikleri önlerinde,
hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki,
meger Ömer bunların hepsini esîr etmisdir, ki getirip karsımızda
kırmak ister. Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i
Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karısmıs
güle-güle söylesip gelirler. Ebû Cehl la’în bu hâli gördü.
Müslimân oldugunu anladı. Âh! Gördünüz mü? Muhammed
Ömeri de, kendi dînine döndürmüs. Ben size demedim mi ki,
– 103 –
sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki,
böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, simdi ne yapalım. Ve ona ne
söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaslı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi “aleyhisselâm”.
Açıga çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureys! Hepiniz avam ve has böyle bilin!
Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâslanıp, it gibi çagrısdılar.
Ebû Cehl la’în, yüksek sesle dedi ki, görün Muhammedi ki,
basladı ululardan azdırmaga. [Kureysin büyüklerini müslimân
yapmaga basladı.] Bu isler bize azdır. Dedim, gelin onlar çogalmadan,
öldürelim, aldırmadınız. Simdi ejderhâ oldu. Kâfirler,
hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü’mine el uzatmaga kâdir
olmadılar. Her birinin dudagı kuruyup, kaldı. Server-i âlem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ileri yürüyüp, Hacer-ül esved
ile bâb-ı Kâ’be-i serîf arasında durup, nemâzı o gün âsikâre kıldılar.
Gerçi kâfirler çok idi. Mü’minler az idi. Nemâz bitdikden
sonra kalkıp, Kâ’beyi ta’vâf etdiler. Ibni Mes’ûd “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdular ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” müslimân olması, mü’minlere feth ve nusret ve rahmet oldu.
O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âsikâre olmadı.
Kâ’be-i mu’azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamıs
idi. Nakl edilmisdir ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh”
îmâna geldikde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
hazretleri, mubârek elini Ömerin “radıyallahü anh” gögsüne
koyup, üç kerre buyurdular ki, (Yâ Rab! Bunun sadrında olan
gereksiz sıfatı [gögsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalıgı]
çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.)
Üçüncü Menâkıb: Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet olundu. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
– 104 –
buyurdular ki: Sizden evvel olan ümmetler içinde muhaddisler
vardı. Eger içinizde de var ise, muhakkak o Ömerdir. Sârihlerden
[hadîs-i serîfi serh edenlerden] Tayyibî “rahimehullah” serh
etmisdir ki, muhaddisden murâd mübâlaga ile kalbine ilhâm
olunan kimsedir ki, Hak sübhânehü ve teâlâ tarafından ilhâm
olunursa, Enbiyâ derecesinde olur. Ya’nî sizden evvel olan ümmetler
içinde Enbiyâ var idi. Mele-i âlâ tarafından ilhâm olunurlar
idi. Benim ümmetimde eger böyle kimse olur ise, ki vardır,
bu mertebe sâhibinin evveli Ömerdir. Ümmet-i Muhammed sâir
ümmetlerden efdal oldugu sâbitdir. Diger ümmetlerde bu sıfat
ile muttasıf olan kimseler olduguna göre, bu ümmetde bulunması
muhakkakdır. Benim ümmetimde var ise buyurdukları
terdîd için olmaz [sözü geri çevirmek için olmaz], belki te’kid
için ve kat’î olarak bildirmek içindir. Meselâ, bir kimse, çok sevdigi
dostu için der ki, eger benim, bir dostum var ise o da falan
kimsedir. Murâdı o kimsenin ziyâde sadâkatini beyândır [açıklamakdır].
Murâdı sadâkatı yok etmek degildir. Bu hadîs-i serîf
(Mesâbîh-i serîf)in sahîhinden rivâyet edilmisdir.
Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de o hadîs-i serîfin akabinde
anlatılmısdır. Sa’d bin Ebû Vakkas “radıyallahü teâlâ
anh” dedi ki: Hazret-i Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” huzûr-ı serîflerinde oturan, Kureys hâtunlarından
birisi, yüksek ses ile konusurken, hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” gelip, içeri girmege izin taleb etdi. Hâtunlar kalkıp,
sür’atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere “radıyallahü
teâlâ anh” izin verilip, içeri girdi. Bakdı ki, hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gülüyordu. Ömer “radıyallahü
anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri mubârek dislerini
güldürsün, yâ Resûlallah! Neden dolayı gülersiniz. Server-i kâinât
hazretleri buyurdular ki, bu hâtunlara hayret etdim ki, benim
yanımda idiler. Ne vakt ki senin sesini isitdiler, kaçıp, perde
arkasına girdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki: Yâ kadınlar! Beni görünce, Resûlullahın huzûrunda oldugunuz
hâlde, niçin korkup, kaçdınız. Onun huzûrunda râhat
oturup, korkmuyorsunuz! Hâtunlar, perde arkasından dediler
ki, yâ Ömer! Sen yaratılısda siddetli ve gadablısın. Server-i kâinât
buyurdular ki; (Ey Hattâb oglu! Sen sözünden ferâgat et!
Varlıgım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
– 105 –
seytân yolda sana rastlasa, o yolu bırakıp, baska yola sapar, yolunu
degisdirir.) [Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” kadınlar ile oturması hicâb âyeti gelmeden evvel idi.
Hicâb âyeti gelince, kadınlar ile bir arada oturmadı.]
Besinci Menâkıb: Hazret-i Fahrül kevneyn [iki cihânın efendisi]
ve Resûlüssekaleyn [insanların ve cinnin Peygamberi] Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün, sabâh
nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek arkasını mihrâba verip,
Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine
teveccüh edip, buyurdular ki: (Hiç sizden bir kimse rü’yâ
gördü mü.) Eshâbın cümlesi baslarını asagı salıp, cevâb vermediler.
Sonra kendileri buyurdular ki, (bu gece bir garîb rü’yâ
gördüm.) Eshâb-ı güzîn, rü’yâyı anlatın, dinleyelim diye ricâ etdiler.
Buyurdular ki, kendimi Cennetde gördüm. Cennetin etrâfını
seyr ederken, bir büyük kasr gördüm. Yüksekligi yüz fersâh
yol idi. [Bir fersâh 5760 metredir.] Buna göre her tarafı büyük
idi. Hâtırıma bu düsünce geldi ki, bu âlî [yüksek] makâm, hangi
Peygamberindir veyâ hangi Velînindir. Böyle düsünürken,
bir kaç kimse gördüm. Yanlarına vardım, süâl eyledim ki, bu
âlî [yüksek] makâm, acabâ Enbiyâdan, hangi Nebînindir. Onlar,
dediler ki, hiçbir Peygamberin degildir. Belki arab evlâdından
bir kimsenindir. Dedim, ben, arab evlâdındanım, benim
olmasın. Dediler, Kureysdendir. Ben de Kureysdenim, dedim.
Dediler, ümmet-i Muhammeddendir. Dedim, ben Muhammedim.
Bana söyleyin ki, ümmetimin hangisinindir. Dediler, Çihâr
yâr-i güzînden Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinindir. O kasrda olan hûrî ve gılmânın nihâyeti yokdu.
Husûsî olarak içlerinde, yâ Ömer, sana mahsûs bir hûrî var
idi, diller serh edemez ve vasf da edemez. Lâkin senin gayretinden,
asla yüzüne bakmadım, deyince, hazret-i Ömerin gözünden
yaslar akıp, yâ Resûlallah! Baksaydınız ve bana da vasflarını
söyleseydiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”; dergâh-
ı izzetde ve Resûlullahın huzûrunda ne büyük sultândır.
Mertebesi ne yüksekdir.
Altıncı Menâkıb: Birgün Server-i kâinât ve mefhar-i mevcûdât
[mevcûdâtın övündügü] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, rü’yâmda ümmetim bana arz olundu. Cümlesi
– 106 –
önümden geçip, birbir seyr eyledim. Kiminin gömlegi dizinde
idi. Kiminin dizinden asagı idi. Kiminin dizinden yukarı idi. Lâkin
Ömeri bir gömlek ile gördüm ki, yerde sürünürdü. Sahâbe-i
güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dediler ki, yâ Resûlallah!
Nasıl ta’bîr buyurdunuz. Buyurdular: Dîn-i mübîn ile
ta’bîr etdim. Zîrâ hilâfetleri zemânı uzundur. Dîn-i islâm dünyâya
yayılır.
Yedinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)de sahîh olarak, Abdüllah
ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet
ile söyle yazılıdır. Abdüllah ibni Ömer der ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitdim. Buyurdular
ki, uyudugum hâlde, bir kadeh süt ile bana geldiler. Içdim.
O kadar kandım ki, tokluk alâmeti tırnaklarımda görüldü.
Sonra artıgımı Ömer bin Hattâba “radıyallahü teâlâ anh” verdim.
Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dediler
ki, yâ Resûlallah! Ne ile ta’bîr etdiniz. Buyurdular ki, ilm ile
ta’bîr etdim.
Sekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)in sahîh hadîslerinde,
Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
edilir. Dedi ki, Resûlullahdan isitdim: Hazret-i Peygamber “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. Rü’yâda, kendimi,
etrâfı örülü kuyu yanında gördüm. Bir küçük kova var idi. O kuyudan
o kova ile Allahü teâlânın diledigi kadar su çekdim. Sonra
Ibni Kuhâfe [Ebû Bekr] aldı. O da o kova ile kuyudan su çekdi.
Bir kova, ya iki kova çekmekde za’îflik var idi. Allahü teâlâ
za’îfligini afv eder. Sonra o küçük kova, büyük kova oldu. Ona
gırba derler. Sonra o kovayı bir kimse aldı. Gördüm ki, bu kuvvetli
ve kudretli kimse, o kova ile su çekiyor. Bu su çeken Ömer
“radıyallahü anh” idi. Ömer “radıyallahü anh” o kadar su çekdi
ki, kimse o kadar su çekmedi. Insanlar o kuyu yanında bir yer
yapdılar. Develer su içdikden sonra, orada çöküp, istirahât eder,
sonra bir kerre dahâ su içerler idi. (Mesâbîh)i serh eden “rahimehullahü
teâlâ” beyân etmisdir ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine za’îf nisbet etmekden, hilâfetlerinde bir naks ve
taksîr oldugundan dolayı degil idi. Zîrâ hilâfetlerinde o kadar
cehd ve tehammül etdiler ki, diger ümmet onun tehammülün-
– 107 –
den âcizdirler. O sebebden ki, hazret-i Âise “radıyallahü anhâ”
buyurdular ki; Resûlullah hazretleri, öbür âleme göç etdikden
sonra, arablar mürted olup, nifâkı izhâr etdiler [fitne çıkardılar].
Babam üzerine mesakkatden ve musîbetden öyle seyler indi
ki, eger büyük daglar üzerine inse idi, dagı küçültüp, dagıtırdı.
Belki, za’îf nisbet etmeleri, buna isâretdir ki, hazret-i Ömer
zemân-ı serîfinde, memleket fethi fazla oldu. Islâm askeri kuvvetlendi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
zemân-ı serîfinde olan fethden fazla idi. Çünki, Sıddîkın hilâfetleri
zemânı az idi. Zîrâ iki seneden ziyâde halîfelik yapmısdır.
Hazret-i Ömerin hilâfeti on sene oldu. Ba’zı sârihler [serh
edenler] dediler ki, hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” (iki büyük kova) buyurdukları iki sene ve birkaç gün
hilâfet müddetine isâretdir. (Allahü teâlâ za’îfligini afv etsin)
zâhiren isâretdir. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” tarafından
kusûr meydâna gelmesin. Ammâ Elhamdülillah; vilâyetlerinde
kusûr etmediler. Allahü teâlâ za’îfi afv eder; buyurduklarının
vechî bu ola ki, kuyudan su çekmelerinde olan za’îflik,
zemânı serîflerinde olan irtidâda (arabların mürted olmasına)
ve münâfıkların çokluguna ve zekât inkâr edenlerin olmasından
dolayıdır. Magfiret ile düâ eylediler, tâ isitenler yanında
muhakkak ola ki, za’îflik, kendi kusûru ile olmayıp, zemânın
degisikligi dolayısiyledir.
Dokuzuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)in hasen hadîslerinde
Ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden rivâyet
edilmisdir. Dediler ki, hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdular ki, (Hak teâlâ, dogruyu, Ömerin dili ve
kalbi üzerine koymusdur). Ya’nî hakkın açıga çıkması ve yayılması,
onun mubârek lisânları ve kalbleri üzerinde sâbit ve orada
yerlesmis ve ondan zuhûr eder. Yine o hadîs-i serîfin akabinde
vârid olmus ki, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular
ki, Biz Ömerin söylediginin hak oldugunu, kalblerin onun sözü
ile sükûn buldugunu uzak görmezdik. Ya’nî biz uzak sanmazdık
ki, hazret-i Ömer konusur, o seyle ki, müstehakdır. Nefsler onun
üzerine sükûn eder. Kalbler onun üzerine mutmain olur. Hak
olan, dogru olan söz, onun lisânı üzerine yerlesdirilmisdir.
Onuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)in hasen hadîs-i se-
– 108 –
rîflerinde, Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
edilmisdir. Câbir “radıyallahü anh” dedi ki, hazret-i Ömer Ebû
Bekr hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, (Ey, Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sonra, insanların
en hayrlısı.) Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular
ki, âgâh ol yâ Ömer. Sen bana böyle söyledin ise, vallâhi
gerçekdir ki, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
isitdim. Buyurdular ki, (Ömerden hayrlı bir kimse üzerine gün
dogmamısdır.) Yine onun devâmında Ukbe bin Âmirden nakl
edilir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular; (Eger benden sonra Peygamber gelmek ihtimâli
olsa idi, Ömer bin Hattâb Peygamber olurdu.)
Onbirinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)in hasen hadîslerinde,
Büreydeden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet edilmisdir: Büreyde
“radıyallahü teâlâ anh” haber verdi ki, hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gazâya çıkdılar. Gazâdan
sâlim ve ganîmetler ile döndükleri vaktde, siyâh renkli bir
câriye gelip dedi ki, yâ Resûlallah! Ben nezr etmisdim ki, Allahü
teâlâ hazretleri, eger seni sâlim ve ganîmetler ile geri döndürürse,
senin huzûrunda def’ çalayım ve tegannî edeyim. Habîbullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, eger
nezr etmis isen def’ çal, eger nezr etmemis isen çalma. O câriye
basladı def’ çalmaga. O sırada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri geldiler. O câriye def’ çalmayı kesmedi. Sonra
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Yine câriye susmadı.
Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geldiler. Câriye yine def’i
kesmedi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
geldiler. Hemen câriye sükût edip, def’i yere koyup, üzerine
oturdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular:
(Muhakkak seytân senden korkar, yâ Ömer. Ben otururken bu
câriye def’ çaldı. Ebû Bekr geldi. Yine çaldı. O vakt ki sen geldin,
def’i yere atıp, üzerine oturdu.)
Onikinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)in hasen hadîslerinde,
Âise-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden
rivâyet edilmisdir. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri oturmusdu. Bir gürültü ve çocukların
seslerini isitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem kalkdı. Bakdı ki, ha-
– 109 –
besîler raks ederler. Usaklar etrâfında seyr ederler. Bana dedi
ki, yâ Âise! Gel seyr eyle. Ben de vardım. Çenemi hazret-i Peygamberin
omuzu üzerine koyup, mubârek omuzu ile, mubârek
basının arasından seyr etmege basladım. Bir müddet sonra, bana
buyurdular ki, doymadın mı. Hâyır, doymadım, dedim. Murâdım
bu idi ki, dahâ göreyim. Resûlün yanında ne mikdâr kıymetim
vardır, bileyim. O sırada hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” çıka geldi. Hemen halk habesîlerin etrâfından dagıldılar.
Hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular
ki, (Muhakkak görürüm ki, cinnin ve insanın seytânları
Ömerden kaçarlar.) Âise-i Sıddîka buyurdular ki, ben de geri
döndüm.
Onüçüncü Menâkıb: (Me’âlimüttenzîl) kitâbının sâhibi,
imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh” sûre-i Enfâlde, meâl-
i serîfi (Hiçbir Peygamberini yer yüzünde .....) olan altmısyedinci
âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, A’mesden, o da Amr bin
Mürreden, o Ebû Ubeydeden, o Abdüllah bin Mes’ûddan bildirmislerdir.
Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular
ki, o vakt ki, Bedr günü oldu. Esîrler de berâberlerinde
olarak geri dönüldü. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu esîrler hakkında ne dersiniz!).
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ
Resûlallah, bunlar kavmindir ve ehlindir. Bunları koruma altına
alıp, temkinli davranalım. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ hazretleri,
onlara tevbe nasîb eyler. Onlardan fidye al. Bize de,
küffâr üzerine kuvvet olur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bunlar seni tekzîb etdiler, yalanladılar.
Seni ihrâc etdiler. Getir, bunların boyunlarını vuralım.
Alîye buyur, kardesi Ukaylın boynunu vursun. Hazret-i
Hamzaya buyur, kardesi Abbâsın boynunu vursun. Bana buyur,
falan kimsenin boynunu vurayım, diye kendi soyundan bir
kimseyi söyledi. Çünki, bunlar kâfirlerin reîsleridir, dedi. Abdüllah
bin Ebî Revâha “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah!
Odunu çok bir dere bulalım. Bunların temâmını o dereye
koyup, sonra bir ates yakalım. Atesde yansınlar. Abbâs
ona dedi ki, rahmetini iyice kesdin. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri sükût etdi. Onlara cevâb vermeyip,
Hâne-i serîfe gitdiler. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
– 110 –
aleyhim ecma’în” ayrı ayrı olup, bir fırka dediler ki, Ebû Bekr
kavline uyarız. Sonra Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Beyt-i serîfinden çıkıp, buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve
teâlâ ba’zı kisilerin kalbini yumusak kılar. Hattâ yagdan dahî
yumusak olur. Ba’zı kisilerin kalbini katı eyler. Hattâ tasdan da
katı olur. Muhakkak yâ Ebâ Bekr, senin mislin Ibrâhîm aleyhisselâm
mislidir ki [benzeridir ki], onun hakkında Allahü teâlâ,
Ibrâhîm sûresi 36.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bana tâbi’
olan, benim dînimdendir, karsı gelen için, yâ Rabbî sen gafûrürrahîmsin!)
buyurdu. Ve yâ Ebâ Bekr! Senin mislin hazret-i Îsâ
aleyhisselâma benzer ki, [ya’nî sen ona benzersin ki], Allahü
teâlâ, Mâide sûresi 120.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlara
azâb edersen, senin kullarındır. Eger afv edersen, azîz ve hakîm
olan sensin) buyurdu. Ömere “radıyallahü anh” buyurdu, yâ
Ömer! Senin benzerin Mûsâ aleyhisselâmdır. [Ya’nî Ona benzersin].
(Yâ Rabbî! Kâfirlerin mallarının seklini degisdir. Siddetli
azâbı göremeden, îmâna gelmiyecek seklde, kalblerini
bagla, katı et!) [Yünûs sûresi 88.ci âyet-i kerîme meâli.] ve hazret-
i Nûh aleyhisselâma benzersin ki; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde,
kâfirlerden dolasan hiç kimseyi bırakma.) [Nûh sûresi yirmialtıncı
âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu. Sonra, hazret-i Fahr-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Bugün
bu esîrlerden yâ fidye alınacak, yâ öldürülecekler).
Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki,
Süheyl bin Beydâ’ hâriç olsun. Zîrâ ben onu isitdim ki, islâmı
zikr ederdi. Hazret-i Resûl-i ekrem susdular. Ben öyle korkdum
ki, öyle hiç korkdugumu hâtırlamıyorum. Gökden basıma tas
düsdü zan etdim. O gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Süheyl bin Beydâ’ hâriç buyurdular, ferâhladım. Ibni
Mes’ûd, Ibni Abbâsdan rivâyet eder. Ömer bin Hattâb dedi ki,
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû
Bekrin söyledigine meyl etdi, benim söyledigime meyl etmedi.
O gün geçdi. Ertesi gün oldu. Geldim, gördüm ki, Resûlullah ve
Ebû Bekr, oturmuslar, aglasırlar. Dedim yâ Resûlallah, bana
haber verin, Ebû Bekr ile berâber, niçin aglarsınız. Aglamak
îcâb eden bir hâl var ise, ben de aglıyayım. Eger aglanacak bir
durum yok ise, sizin aglamanız için aglıyayım. Resûlullah hazretleri
buyurdular ki, (Eshâbım için aglıyorum. Mal karsılıgında
– 111 –
esîrleri bırakdıkları için, onlara gelen azâb bana gösterildi. Su
agaçdan dahâ yakın oldu) buyurarak, kendilerine yakın bir agaca
isâret etdiler. Allahü teâlâ hazretleri; meâl-i serîfi (Esîrleri
öldürmekde acele etmek lâzım iken, siz dünyâ malı için fidye almagı
tercîh etdiniz. Hâlbuki, Allahü teâlâ sizin, kâfirleri kahr
etmenizi, islâm dînine yardım etmenizi istemekdedir. Allahü
teâlâ azîz ve hakîmdir.) olan Enfâl sûresi 67. âyet-i kerîmesini
gönderdi. Her bir esîre fidye olarak kırk vekiyye aldılar. Her bir
vekiyye kırk dirhemdir. Ibni Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu:
Müsrikleri katl etmekle ilgili emr Bedr gününde oldu. Müslimânlar
o günde az idi. Vaktâ ki, müslimânlar çok oldu ve saltanatları
siddetlendi [güçlendi]. Hak teâlâ meâl-i serîfi (.... muhârebe
sona erince, yâ karsılıksız veyâ fidye ile salıverin....) olan,
Muhammed sûresi 4.cü âyet-i kerîmesini inzâl buyurup, Allahü
teâlâ Peygamberini ve mü’minleri esîr emrinde muhayyer bırakdı.
Isterlerse katl ederler, isterlerse köle ve câriye ederler. Isterler
ise azâd ederler. Isterler ise fidye alırlar.
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdular
ki, önceki Peygamberlere ve ümmetleri üzerine ganîmet harâm
idi. Ne zemân ki, ganîmetden birsey ellerine geçerse, kurban
için toplarlardı. Semâdan bir ates inip, onu yutardı. Bedr
günü oldukda, mü’minler, ganîmeti hemen aldıkları gibi fidyeyi
de aldılar. Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyeti kerîmeyi inzâl
buyurdu. (Ya’nî eger Allahü teâlâ hazretlerinden ganîmet mâlının
halâl olacagı levh-i mahfûzda yazılmasa idi, emr olunmadan
aldıgınız fidyeler için elbette büyük azâb size erisirdi.) [Enfâl
sûresi 68.ci âyet-i kerîmesi meâli.]
Hasen ve Mücâhid ve Sa’d bin Câbir demislerdir ki, Allahü
tebâreke ve teâlâdan hükm gelmeden kimseye azâb olmaz.
Bedr muhârebesinde hâzır olanlar ve Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” onlardandır. Hüdâdan emr olunmazdan
evvel, fidye aldıgınız için, size büyük azâb erisirdi, denilmisdir.
Ibni Ishâk dedi ki, Bedr gazâsına hâzır olan mü’minlerin hepsi
esîrlerden fidye almagı hos gördü. Sâdece Ömer bin Hattâb
“radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine esîrleri katl etmegi teklîf etdiler. Sa’d bin
Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah, esîrleri
– 112 –
katl etmek bana katl etmemekden dahâ iyi geliyor. Onun için,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu
ki, (Eger semâdan azâb nâzil olsaydı, Ömer bin Hattâb ve
Sa’d bin Mu’âzdan baska kimse o belâdan necât bulmazdı “radıyallahü
teâlâ anhümâ”).
Ondördüncü Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de sûre-i Bekarada;
meâl-i serîfi (Oruc gecesi, hanımlarınıza yaklasmanız size
halâl kılındı) olan 185.ci âyet-i kerîmenin tefsîrinde nakl edilmisdir.
Tefsîr âlimleri dediler ki, islâmın ilk devrinde, iftâr etdikden
sonra, yimek ve içmek aksam ile yatsı arası veyâ uyuyana
kadar halâl olurdu. Yatsı nemâzını kıldıkdan veyâ uyudukdan
sonra yimek, içmek ve cimâ’, ertesi günü aksama kadar harâm
olurdu. Bir gece hazret-i Ömer, yatsıyı kıldıkdan sonra, tahammül
edemeyip, ehline muvakaa etdi [onun ile cimâ’ yapdı]. Gusl
etdikden sonra, pismân olup agladı. Nefsini levm eyledi [payladı].
Ertesi sabâh, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûruna gelip, dedi ki; Yâ Resûlallah! Ben
bir hatâ için, nefsimden Hak Sübhânehü ve teâlâya i’tirâz etdim.
Ben bu gece yatsıyı kıldıkdan sonra, hanımımın yanına geldigimde
bir güzel koku hissetdim. Nefsim bunu güzel ve sevimli
gösterdi. Ehlimle yakın oldum. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Ömer! Sen bu sekl
amele lâyık degil idin.) Hemen sahâbe-i güzîn içinden birkaç kisi
de kalkıp, Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” i’tirâf etdigi gibi
i’tirâf etdiler. Sonra, hazret-i Ömerin ve Sahâbe-i güzînin hakkında
yukarıda zikr olunan âyet-i kerîme nâzil oldu.
Onbesinci Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de, Tahrîm sûresinde,
meâl-i serîfleri (Eger ikiniz de Allaha tevbe ederseniz
[Âise ve Hafsa], ne güzel...). (Olur ki, onun Rabbi, yerinize sizden
dahâ hayrlı zevceler verir....) olan 4 ve 5.ci âyet-i kerîmelerinin
inme sebebi beyânında haber verilmisdir. Ismâ’îl bin Abdülkâhir
râvîler vâsıtası ile Abdüllah bin Abbâsdan “radıyallahü
teâlâ anh”, o da Ömer bin Hattâb hazretlerinden rivâyet etdiler.
Bir vakt, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, ezvâc-ı tâhirâtdan ayrılmak istediler. Bu hadîs-i serîf
te’vîlli zikr olundu. Sonunda hazret-i Ömer buyurdu ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı
– 113 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:8
serîflerine vardım. Dedim, yâ Resûlallah! Eger hanımlarınızı
bosar iseniz, sizin için sıkıntı olmaz. Eger sen onlara talâk vermis
isen, muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seninledir.
Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ederim ki, onlarla
öyle bir kelâm ile konusurum ki, Allahü teâlâ benim söyledigim
kavli tasdîk eder. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Tahrîm
sûresi 4 ve 5. âyet-i kerîmeler.]
Onaltıncı Menâkıb: Birgün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” biryerde oturup, mubârek hırka-i serîfini yamarken, arkası
açık kaldı. Arkasına, Allahü teâlânın emri ile bir mikdâr
günes te’sîr etdi. Bir mikdâr kalb-i serîfleri incindi. Günese dikkat
ile bakdı. Allahü teâlânın emri ile günes kapkara oldu.
Âlem karanlık oldu. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gelip, dedi ki:
Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve
buyurur ki, Ömere emr edesin ki, günese sefkat nazarı ile baksın.
Yoksa günes, kıyâmete dek, bu hâl üzere kalır, dedi. Hazret-
i Muhammed-il Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
hazret-i Ömeri huzûr-ı serîflerine çagırdı. Buyurdu ki, yâ
Ömer! Allahü teâlâ emr buyurdu ki, Ömer, günese sefkat nazarı
ile nazar etsin. Yoksa, kıyâmete kadar günes böyle kalır.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” serefli emrlerine uyarak, günese
sefkat nazarı ile bakdı. Allahü teâlânın izni ile günes evvelki
gibi münevver oldu. Var bundan kıyâs et ki, hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” ne büyük sultân imis.
Onyedinci Menâkıb: Ebûl Mu’în Nesefî “rahmetullahi
aleyh” (Temhîd) adındaki risâlesinde beyân etmisdir. Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vefâtı yaklasdı.
Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu
ki; Söylediklerimi yaz. Osmân “radıyallahü anh” ne yazayım,
dedi. Buyurdular ki; (Yazın, Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bu Allahü teâlânın Resûlünün halîfesi Ebû Bekrin, dünyâdaki
son günü, âhıretdeki ilk gününün vasıyyetidir. Ben Ömer bin
Hattâbı halîfe seçdim. Ona itâ’at edin. Öyle zan ediyorum ki,
adâlet eder. Yanılmıssam gaybı ancak Allahü teâlâ bilir.) Sahâbe-
i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin
hepsi hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetine râzı ol-
– 114 –
dular. Husûsî olarak hazret-i Alî “radıyallahü anh” râzı oldu.
Seve seve önce bi’ât etdi. Zîrâ Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden isitmis idi. Buyurdular ki:
(Benden sonra iktida’ edin [tâbi’ olun] o kimselere ki, onlar
Ebû Bekr ile Ömerdir “radıyallahü anhüm”).
Onsekizinci Menâkıb: Âlimler ittifâk etmislerdir. Hazret-i
Ömerden “radıyallahü anh” evvel ve sonra, dünyâda kimseye
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dirligi gibi [idâresi gibi]
dirlik verilmedi. Kimse onun yoluna varamadı. Hilâfetde hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” söyle idi. Dicle nehri kenârında
koyun güden çobanın, bir koyunu zâyi’ olsa, korkarım ki,
onu Allahü teâlâ hazretleri niçin çobanın koyunlarını gözetmedin
diye benden sorar, der idi. Rivâyet olunur ki, bir gün hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ögle sıcagında kendi soyunup,
sadaka develerini baglıyordu. Dediler, yâ Emîr-el-mü’minîn!
Niçin sen kendin zahmet çekersin. Bir kisiye buyurun, o
baglasa, olmaz mı. Buyurdu ki, bunlar fakîrlerin hakkıdır. Çünki,
Allahü teâlâ beni bunlara çoban etdi. Fakîrlerin islerini kendim
görmem lâzımdır. Zîrâ âhıretde benden sorarlar. Bir kisi
dedi, yâ Emîr-el-mü’minîn! Sana yakın olanların islerini sen
kendin görürsün. Uzak olanların isini nasıl görürsün. Buyurdu
ki, insâallahü teâlâ bir sene gezecegim. Nice gücü yetmez, fakîr
ve hastalar vardır. Kendim onların kapılarına varıp, ihtiyâclarını
görecegim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” her yere
bir emîr veyâ âmir gönderirdi. Ona bir vasiyyetnâme verirdi.
Ne yapmaları îcâb etdigini bildirirdi. Der idi ki, eger dedigimden
dısarı çıkarsanız, ben senden bîzârım. Bir kâgıd da o tarafın
reâyâsına [ehâlisine] gönderirdi. Eger bu kisi benim dedigim
yerde emrlerime uyar ise, emrine mutî’ olunuz. Eger uymaz ise
mutî’ olmayınız.
Abdürrahmân bin Avf der ki, hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” geceleri sehri gezer, kontrol ederdi. Bir gece benim
evime geldi. Yâ Abdürrahmân, bu gece sehrin kenârına bir kervân
geldi. Korkarım ki, esyâları kaybolur. Gel, gidip, bu gece
onları bekleyelim, dedi. Vardık, sabâh oluncaya kadar onları
bekledik. Ramezân-ı serîfde terâvîh nemâzını cemâ’at ile kılmak,
hazret-i Ömerden kaldı. Eslemîyi beytül-mâla emîn ta’yîn
etmisdi. Birgün Eslemîden sordular ki, hiç hazret-i Ömerin bey-
– 115 –
tül-mâldan herhangi birsey aldıgı oldu mu. Dedi ki, eger, ehl ve
ıyâlinin nafakaya ihtiyâcı olursa, beytül-mâldan ödünc alırdı.
Eline mal geçince, yine yerine koyardı. Hazret-i Ömerin “radıyallahü
anh”, kuru arpa ekmegi yimek âdeti idi. Kalın kumasdan
gömlek giyerdi. Birçok gazâlar yapdı. O kadar vilâyetler
feth eyledi ki, o kadar mâl ve menâl onun katına geldi ki, kimseye
o kadar gelmedi. Arab ve acem ve rûm begleri ikrâmlar
edip, hükmüne bas egdiler. O kadar sehr imâret eyledi ki, had
ve hesâbı yokdu. Mesrık ve magrib arası, tâ Ceyhûna ve Âzerbaycân,
Horasan derbendine ve Umman, Kirmân, Mısr, Sâm ve
Rûma varıncaya kadar; bütün beldeler onun hükmüne bas egdi.
Hattâ, rivâyet olundu ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” zemân-
ı serîflerinde, sekizbin câmi’i serîfde cum’a kılmak müyesser
olmusdur. Büyük gazâlar yapmısdır. Bu kadar memleketleri
feth eylemek, ezelde ona takdîr olmusdur. Her nereye asker
gönderse, mensûr ve muzaffer olup, sâlimen, ganîmetler ile geriye
dönmüslerdir. Ordusu hiç maglûb olmamısdır. Tedbîrli ve
tedârikli ve adâletli idi. Hilâfeti zemânında yimesi ve içmesi hiç
degismedi, fazlalasmadı. Hiçbir zemân hâtırlarına kibr gelmedi,
büyüklenmedi. Sonu pismânlık, üzüntü olacak is yapmadı. Bunlar
(Taberî târîhi)nden alınmısdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”
hilâfet makâmına geçdikden sonra, kızı hazret-i Hafsa “radıyallahü
anhâ” ki Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ezvâc-
ı mutahheralarındandır, muhterem babalarını görmege
vardılar. Mubârek yüzlerini gördükde, üzerinde olan hırkanın
oniki yerde yaması var. Hattâ yamanın ikisi deriden idi. Hafsa,
babasını bu hırka ile görüp, hâtır-ı serîfleri mahzûn olup, dedi
ki, ey devletlim ve gözüm nûru babam. Bu hırkayı bir fakîre
verseniz. Kendi arkanıza bir yeni hırka yapsanız, câiz olmaz
mı? Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, kızım,
sen Fahr-i âlem hazretlerinin halâli idin. Sen ona bizden
yakın idin. Bilmez misin ki, Server-i âlem bu dünyâyı denîden
[alçak dünyâdan] neler çekmisdir. Ne mertebe sakınmısdır.
Dünyâyı hor ve zelîl edip, emri altına almısdır. Âhırete tesrîf
etdikde, bana vasıyyet edip, (Yâ Ömer, kıyâmet gününde, benim
ile ve Ebû Bekr ile bulusmak istersen, yolumuzdan ayrılma)
diye buyurmadı mı?
– 116 –
Yirminci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
halîfe iken, hazret-i Nu’mânı “radıyallahü teâlâ anh” serdâr yapıp,
acem diyârına gönderdi. Nihâvend ile Hemedânı feth etdiler.
Bir mecûsî acem, Mugîrenin elinde esîr iken, koynundan bir
kutu çıkarıp, dedi ki, babam bana bu kutuyu verdigi zemânda,
vasıyyet etmisdir ki, pâdisâh oldugun vakt bunu açasın. Ben
simdiden sonra pâdisâh olacak degilim, deyip, kutuyu Mugîre
hazretlerine teslîm eyledi. Mugîre “radıyallahü teâlâ anh”da,
kutuyu eline alıp, bütün islâm askeri içinde açıp, gördüler ki, içi
çok kıymetli mücevher ile doludur. Hepsi dediler ki, bu kutu
ceng ile alınmamısdır. Yine bunu aynı seklde, Emîr-ül mü’minîn
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderelim. O
kutuyu bir kutu içine koyup ve mühürleyip, hazret-i Ömere
gönderdiler. Hazret-i Ömer de kutuyu Eshâb-ı güzîn arasında
açıp, gördükden sonra, götüren kimseye, bu da gâzîlerin hakkıdır.
Satsınlar, akçesini, gâzîlere taksîm etsinler diye emr etdi.
Sonra o kutuyu yine islâm askeri içine gönderip, etrâfdan gelen
zenginler toplanıp, satın aldılar. Otuzbin kisinin her birine
onarbin akçe düsdü. Husûsan, önce maglûb etdikleri askerin
malından beytülmâl için besde bir ayrıldıkdan sonra, adam basına
altmıs bin akçe hisse düsmüs idi. Altından ve gümüsden
gayri çok mal ve ganîmet elegeçmis idi. Bu gazâlarda tahsîl olunan
mal ve ganîmetlerden, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” bir habbesini kabûl etmezdi. Cümlesini fakîrlere ve gâzîlere
sarf ederdi. (Taberî târîhi)nden alınmısdır.
Yirmibirinci Menâkıb: Yine Taberî târihînden alınmısdır.
Hicretin yirmiüçüncü senesi idi. Birgün Ömer bin Hattâb “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine bir asîretin zulmünden sikâyet
etdiler. Îrân tarafında bir asîret vardır. San’atları harâmîlikdir.
Müslimânların yollarını basarlar. Mallarını alırlar. Îmâna
gelmezler. Müslimânlara karısmazlar. Hazret-i Ömer “radıyallahü
anh” Mesleme bin Kaysı onların üzerine gönderdi. Mesleme
asker ile varıp, onları dîne da’vet etdi. Kabûl etmediler.
Cizye verin dedi, kabûl etmediler. Ceng eylediler. Mesleme onların
erkeklerini kırdı. Kadınlarını esîr aldı. Mesleme ganîmet
malının besde birini beyt-ül-mâl için ayırdı. Bir kutu ile kıymetli
taslar eline geçmisdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine,
besde bir mal ile o kutuyu, müslimânların rızâsı ile arma-
– 117 –
gan gönderdi. O gönderdigi kisi rivâyet eder ki, Medîne-i münevvereye
geldim. Gördüm, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” yemekler pisirip, mescidde fukarâya yidirirdi. Zîrâ âdet-i
serîfesi bu idi ki, beyt-ül-mâldan fakîrler için günde bir deve
kesip, pisirip, yidirirdi. Yemek yinirken, kendisi mubârek eline
bir asâ alıp, ayagı üzerine durup, yiyenleri gözetirdi. Ekmek ve
as lâzım oldukça, götürüp verirdi. O kisi der ki, hazret-i Ömeri
bu hizmeti yaparken gördüm. Sabr edip, bekledim. Hazret-i
Ömer isini bitirip, evlerine geldiler. Ben de arkasından vardım.
Bana, içeri girin dedi. Içeri girdim. Hazret-i Ömerin hâtunu ki,
Ümmü Gülsümdür. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kızıdır.
Hazret-i Fâtımadan olmusdur. Gördüm ki, üzerinde bir
eskimis fistan giymis, oturur. Evinin içinde, bakdım, bir eskimis
kilim, iki yasdıkdan gayri nesne görmedim. O yasdıklar da hurma
lifinden idi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kilim
üzerine oturup, yasdıgı benim altıma verdi. Oturdum. Sonra,
Ümmü Gülsüme, hiç bizim için yemek pisirdin mi, dedi. Dedi
ki, yâ Emîr-el mü’minîn, yalnızlık sebebi ile bugün yemek pisiremedim.
Kalkıp, bir çanaga bir mikdâr zeytinyagı koyup, içine
biraz tuz koydu. Bir parça arpa ekmegini hazret-i Ömerin önüne
getirdi. Ben de hazret-i Ömerin hâtırı için berâber yidim.
Ondan sonra, o hediyye kutusunu çıkarıp, hazret-i Ömerin
önüne koydum. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu nedir,
dedi. Mesleme bin Kays bunu size gönderdi. Müslimânlar
da hisselerinden geçdiler. Hepsinin rızâsı ile bunu sana armagan
gönderdiler, dedim.. Hazret-i Ömer onu gördükde, mubârek
iki ellerini dizi üzerine koyup, agladı ve dedi ki: Hak Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri Ömere bu kadar nesneler verdi.
Ömerin gözü ve karnı doymadı. Bununla doyar mı, dersin. Yürü
bu kutuyu Meslemeye götür ve de ki, bir dahâ bunun gibi is
yapmasın. Müslimânların nasîbini kimseye göndermesin. Bu
cevâhirleri satsın, müslimânlara dagıtsın. Çabuk git. Eger dagılmıs
iseler, Meslemeye bir is ederim ki, müslimânlara ibret olur.
O kimse dedi, yâ Ömer te’cîl eyle. Emîr buyurursan, benim binecegim
yok. Ben gidinceye kadar geç olur. Buyurdu, sadaka
develerden iki deve getirdiler. Bana verdi. Buyurdu, bu develere
nöbetle binip, oraya varınca, senden dahâ müstehak ve da-
– 118 –
hâ fakîr bir kisi bulup, bu develeri ona ver. O kisi dedi: Gecikmis
olarak Medîneden çıkıp, o makâma erisdim. Kutuyu Meslemeye
verdim. Durumu söyledim. Mesleme de o cevherleri
otuz bin altına satıp, orada bulunan gâzîlere bölüsdürdü.
Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” zemân-
ı serîflerinde, Sâm sehri civârında, bir kal’ayı muhâsara etdiler.
Allahü teâlânın hikmeti ögle vakti yaklasdı. Feth müyesser
olmadı. Hazret-i Ömer gadaba gelip, islâm askerinin hepsini huzûruna
çagırıp, bu âna kadar kal’anın feth olunamamasının sebebi
nedir. Kâfirler kimlerdir ki, islâm askerine karsı koyarlar.
Aranızda zâhiren bir hatâ sâdır olmus kimse olmasa, bu kadar
dayanamazdı, diye siddetli azarladı. Eshâb-ı tâhire varıp, herbirisi
tevbe ve istigfâr ile mesgûl oldular. O esnâda Eshâb-ı güzînden
birisi aglıyarak, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûrlarına
gelip, dedi ki, yâ Emîr-el-mü’minîn, bu gece teheccüde
kalkdıgım vakt, karanlık oldugundan, misvâkımı arayıp, bulamadım.
Misvâksız nemâz kıldım. Var ise benim hatâmdandır. Hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, tevbe ve istigfâra
devâm eyle. Bir sâat geçmeden kal’a feth oldu.
Simdi, ey mü’min kardeslerim. Islâm askerine lâzım olan budur
ki, dogru yoldan dısarı bir adım atmazlar. Böylece, vardıkları
yerlerde yüz aklıklar edip, fethler müyesser olur. Yoksa
cevr ve zulm ne dünyâya ve ne âhırete yarar. Zâlimler dünyâda
ve âhıretde perîsânlıkdan kurtulamazlar. Hattâ nice mu’teber
kitâblarda mesâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuslardır: Bir asker
zulm üzerine olsa, Allahü tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında,
düsmanla karsılasınca, o zâlim askerin kalbine vehm ve korku
verip, düsmân üzerine galebe etmeden firâr eder. Ceng etmege
aslâ iktidârı olmaz. Ba’zı mesâyıh rivâyet etmisdir ki, zulm muhârebe
mahallinde, bir kerîh sekle girip, hemen muhârebeye
baslanınca, zâlimlerin gözlerine korkulu görünüp, savasmaga
mecâlleri kalmayıp, firâra baslarlar. Allahü teâlâ âlimdir. Böyle
hâller çok olmus, tecrîbe olunmusdur. Allahü teâlâ nefslerimizin
serrinden, çirkin isleri yapmakdan hepimizi muhâfaza buyursun.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh”, hilâfeti zemânında, rûm pâdisâhına adam gönderip, dîne
– 119 –
da’vet eyledi. Rûm pâdisâhı da kıymetli hediyyeler ile elçi gönderdi.
Elçi Medîne-i münevvereye geldi. Hediyyesini alıp, hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile bulusuldugu mahalde,
hazret-i Ömer, bir kadıncagızın dıvârını yapıyor idi. O hâlde
iken, haber verdiler ki, rûm pâdisâhının elçisi geldi. Emriniz
nedir. Buyurdular ki, söyleyin, gelsin. Ellerinizi yıkayıp, bir
yerde otursanız, olmaz mı, dediler. Râzı olmadı. Ne yapsınlar.
Elçiyi çagırıp, hazret-i Ömer ile bulusdurdular. Elçi, hazret-i
Ömeri bu hâlde görüp, dedi ki, arab pâdisâhı bu mudur. Eger
böyle oldugunu bilseydim, gelmezdim. Rûm pâdisâhı da beni
buraya göndermezdi. Hazret-i Ömer iki mubârek parmaklarıyla
isâret edip, buyurdular ki, eger göndermeseydi, onun iki gözünü
çıkarırdım. Târîh yazdılar ki, meger hazret-i Ömer böyle
isâret etdigi gibi, rûm pâdisâhı oturdugu yerde iki balçıklı parmak
gelip, iki gözünü çıkardı. Hattâ parmaklarının balçıgı iki
gözünün üzerinde yapısıp kaldı. Her ne kadar ugrasdılar ise de,
gidermek mümkin olmadı. Bir zemândan sonra elçi, izin alıp,
rûm pâdisâhına geldiginde, gördü ki, iki gözü de a’mâ olmus.
Sebebini süâl eyledi. Ahvâli anlatdılar. Ta’accüb edip, o da hazret-
i Ömer ile geçen ahvâli bunlara bildirdi. Ba’zı rivâyetlerde,
rûm pâdisâhının elçisi geldigi vakt, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” yanında
otururlar idi. Hazret-i Ömer, hurma lifinden bir gömlek
giymis, dokuz yerinden yamanmıs idi. Acabâ, sultânım, mubârek
arkanıza bir kaftan alsanız câiz olmaz mı, dediklerinde, hemen
hazret-i Ömer “radıyallahü anh” gadaba gelip, dedi ki:
Dahâ bu i’tibâr görmek arzûsundan kurtulmadınız mı. Dîn-i islâmda
kudreti böyle mi fehm etdiniz. Bize dîn-i islâmın serefi
yetmez mi. Dîn-i islâmdan efdal ve esref bir nesne varmıdır ki,
ona i’tibâr edersiniz. Bu se’âdet ve bu devlet ki, Hak sübhânehü
ve teâlâ hazretleri bize ihsân eylemisdir. Kime müyesser olmusdur
ki, dîn-i islâm tâcını basımıza koydu. Ser’ı serîfi Muhammedî
elbisesini arkamıza giydirdi. Kalbimizi kelime-i sehâdet
ile münevver eyledi. Allah, Allah! Dîn-i islâm kadrini bilmemissiniz.
Ancak kendinizi halka libâs ile mi göstermek istersiniz.
O seklde gadaba geldi ki, belki kimse öyle gadaba gelmemisdir.
Söyliyenler pismân olup, artık, cevâba kâdir olmayıp,
baslarını asagıya egip, sükût eylediler. Simdi, bizim sultânları-
– 120 –
mız bu hâl ile dünyâda geçinip, asla i’tibâr etmeyince, bize de lâyık
olan budur ki, onların yolunu gözetip, kıyâmet gününde, Allahü
teâlânın huzûruna ve Habîbullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” huzûruna vardıkda mahcûb olmayalım.
Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” halîfe iken, bir gün mescidde oturuyordu. Rûm kayserinin
elçisi geldi. Ba’zı hediyye ve bir dogan, bir tazı, bir sise zehr de
getirdi. Dedi ki, yâ halîfe. Bu tazı öyle bir tazıdır ki, her nereye
salar isen, avını yakalar, kaçırmaz. Avı ondan kurtulmaz. Bu
dogan da bir dogandır ki, hangi kusa salarsanız, hiç aman vermeyip,
alır. Aslâ bir kus pençesinden halâs olmaz (kurtulamaz).
Bu sise içinde olan zehr, öyle bir zehrdir ki, bir katresini insana
içirseler, o ânda ölür, bunun ilâcı olmaz. [Ya’nî o kisi kurtulamaz].
Tuhâf nesne olup, pâdisâhlar hazînesinde bulunması lâzımdır
ve lâyıkdır diye, rûm sultânı kayser göndermisdir. Hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, kus nedir ki, insan
onunla mesgûl olup, ondan ne fâide hâsıl eder. Ehl-i hâl
olan onu eline alıp, amellerini bosa çıkarmaz, deyip, baglarını
çıkarıp, sahrâya salıverdi. Kelb [köpek] nedir ki, insan ona tâlib
ve râgıb olup, o mekrûhu evine koysun ve ardınca gezip, yürüsün.
Onun da zincirlerini alıp, azâd eyleyip, serbest bırakdı. Ondan
sonra o içinde zehr olan siseyi mubârek eline alıp, dedi ki,
benim dünyâda nefsimden büyük düsmânım yokdur. O zehri
(Bismillahirrahmânirrahîm) deyip, temâmını içdi. Elçi bu hâli
görünce, sasırıp, mescid kapısında durdu. Bir zemândan sonra
gelip, hazret-i Ömere bakdı. Gördü ki, hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” evvelki gibi devlet ve se’âdetle, sıhhat ve selâmetde
oturur. Hemen yerinden kalkıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp dedi ki,
yâ halîfe, bana îmânı anlat. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” elçiye kelime-i sehâdet telkîn etdi ve elçi, müslimân oldu.
Ondan sonra elçi, rûm kayserine gitmeyip, geri kalan ömrünü
Ömerin “radıyallahü anh” hizmetinde geçirdi.
Yirmibesinci Menâkıb: Hazret-i Mevlânâ Abdürrahmân Câmînin
”kuddise sirruh” (Sevâhid-ün Nübüvve) adlı kitâbından
acemîlere kolaylık olmak için terceme olunmusdur. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, Eshâb-ı Güzîn “rıdvâ-
– 121 –
nullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden birisini serdâr
(komutan) ta’yîn edip, islâm askeri ile gazâya göndermisdi. Askerler
gitdikden sonra, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” oturdugu yerde, üç kerre sesli olarak lebbeyk dedi. Hiçbir
kimse bunun sırrına vâkıf olmayıp, sormaga da kimse cesâret
edemedi. Zîrâ Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çok fazla sanlı idi.
Kimse teklîfsiz huzûrlarında söz söyleyemezdi. Bu hâlin oldugu
günün târîhini yazdılar. Görelim bunun aslı nedir, dediler. Bir
zemân sonra o serdâr ve askerleri, nice fethler yapıp, sâlimen ve
ganîmetler ile geri geldiler. Serdâr, hazret-i Ömere “radıyallahü
teâlâ anh” sefer ahvâlini bir bir anlatdı. Hazret-i Ömer buyurdu
ki; yâ o yigidin hâli ne oldu, dedi. O da, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine
ma’lûmdur, yâ Ömer! Kasd ile olmadı. Soyunup, suya
girdi. Meger o su gâyet soguk olup, tâkat getiremeyip, üç kerre;
yâ Ömer diye bagırdı ve rûhunu teslîm etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh”, benden sonra âdet olmayacagını bilsem, seni
katl ederdim. Ammâ var, o yigidin evlâdına akça borcunu ver,
ya’nî diyetini öde, diye tenbîh eyledi. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” bu mertebe âdil idi. Askerin ahvâline çok fazla
alâka gösterirdi. Hattâ o yigidin vefât etdigi yer bir aylık yol idi.
Bu uzaklıkdaki yoldan çagırdıgı gibi, Medîne-i münevverede, izzet
ve se’âdet ile oturdugu yerde, o yigidin bagırmasını isitip, üç
kerre “lebbeyk” demesinin sebebi bu idi.
Yirmialtıncı Menâkıb: Vettîn sûresinin tefsîrinde yazılmısdır
ki, Mesrık tarafında bir yer var idi. Adına Bahreyn derlerdi.
Orada yılda bir kerre ejderhâ çıkardı. Câbilkâ sehrine gelip, ona
her sene bir oglan verirlerdi. Onu yiyip, ondan sonra geri döner
giderdi. Bir sene bir fakîr kimseye nöbet geldi. O biçârenin de
bir oglu var idi. Ejderhânın gelme vakti de yaklasmısdı. O fakîrin
oglunu verecekler, ejderhâ yiyecekdi. O fakîr müthîs ızdırâbda
iken, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” mubârek hânelerine
vardı. Cigerini daglayıp, gözyasları dökerek dedi ki, yâ
emîr-el-mü’minîn, yâ halîfe-i rûy-i zemîn! Revâ mıdır [uygun
mudur], senin se’âdetli zemânında, benim gibi bir miskin ızdırâbda
olsun. Senin yanında iken, ben zahmet çekeyim, uygun
mudur? Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” buyurdular ki, sebebi
nedir, bize haber ver. O derdli adam dedi: Yâ Emîr-el-mü’minîn.
Ben Câbilkâ sehrinden gelirim. Senede bir kerre Câbilkâ
– 122 –
sehrimize bir ejderhâ gelir. Bir evden bir oglan verirler. Ejderhâ
o oglanı yutar. Ondan sonra geri dönüp, gider. Ertesi sene bir
dahâ gelir. Bu sene nöbet ben fakîre geldi. Benim bir tek oglum
var. Baska yokdur. Benim derdim budur deyip, feryâd, figân etdi.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” mubârek eline kalem
alıp, bir kâgıda yazdı. Dedi ki, ey ejderhâ! Simdiden sonra sen o
sehre artık gelip, oglan almıyacaksın. Eger gelecek olur isen, Allahü
teâlânın Habîbi ve Resûlü Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hakkı için, oraya gelip, seni atese atıp ve
vücûdunu dünyâdan yok ederim. O yazdıgını, o fakîrin eline
verdi. Fakîr, Câbilkâ sehrine gidip, sehrin ehâlisine haber verdi.
Hepsi sevindiler. O kâgıdı alıp, ejderhânın yolu üzerine koyup,
gözetdiler. O ejderhâ da gelip, o yol üzerinde o kâgıdı gördügü
gibi, yüzüne ve gözüne sürüp, öpüp, bası üzerine koyup, o ân geri
döndü. Artık o sehre gelip, oglan istemedi. Hak Sübhânehü ve
teâlânın kudreti ile ve Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn hazretlerinin
mu’cizesi ve hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
kerâmeti ile, bu sehr halkı, bunun gibi ejderhânın serrinden halâs
oldular [kurtuldular].
Yirmiyedinci Menâkıb: (Sevâhid-ün nübüvve)de beyân
olunmusdur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı
serîflerinde, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini,
Mısr üzerine gönderdi. Mısrı feth etdi. Amr ibni Âsı Mısra hâkim
(vâlî) ta’yîn eyledi. Bir kaç aydan sonra, Mısr ehâlisi Amr
ibni Âs hazretlerinin huzûruna vardılar. Dediler, bu Nil ırmagının
bir âdeti vardır ki, onsuz tasmaz ve suyu kesilir. Amr ibni
Âs dedi ki, o âdet nedir. Dediler ki, âdeti odur ki, üzerimizde
olan aydan on iki gün geçince, bir kız çocugu buluruz. Anasını
ve babasını mâl ile râzı ederiz. O kızı nefîs elbiseler ile süsleyip,
Nil ırmagına bırakırız. Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh” bunu
isitip, bu bir yaramaz isdir. Islâmda böyle bir is olmaması lâzımdır.
Muhakkak islâm, bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmısdır.
O târîhden üç ay geçdi. Nil nehrinin suyu artmadı. Ehâlîsi
baska yerlere göç etmege basladılar. Hazret-i Amr, bu hâli
gördü. Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine
mektûb yazıp, bildirdi. Hazret-i Ömer mektûbu okudu.
Cevâbında yazdı ki, iyi etmissin. Savâb olmusdur. Mektû-
– 123 –
bumun içine bir parça kâgıd koydum. Onu Nil ırmagına bırak.
Mektûb Amr’a geldi. O kâgıdda su satırlar yazılı idi. (Ömer-ibnül
Hattâbdan Mısrın Nil nehrine. Önceden akıyor idin. Simdi
akmıyorsun. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâ seni akıtır. Senin
akman için Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâya düâ ediyorum.)
Amr bin Âs o kâgıd parçasını, Nil nehrine bırakdı. Ertesi
gün, Nil nehri onaltı arsın yukarı kalkıp, su seviyesi yükseldi.
O vaktden sonra, o yaramaz âdetden Mısr ehâlisi kurtuldular.
Imâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” haber verdi ki,
hazret-i Mûsâ “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh” Âl-i Fir’avnın
üzerine beddüâ eyledi. Hak Sübhânehü ve teâlâ Nil ırmagının
suyunu kesdi. Halk etrâfa dagılmaga basladılar. Sonra toplanıp,
hazret-i Mûsâ aleyhisselâma gelip, tedarrû’ kıldılar. Bizim
için düâ eyle, ki Nil geri revân olsun [geri aksın]. Hazret-i
Mûsâ aleyhissalâtü vesselâm belki îmâna gelirler diye düâ eyledi.
Sabâh oldu. Gördüler ki Nil onaltı zrâ’ yukarı kalkıp, akar.
Hak Sübhânehü ve teâlâ o ihsânı, ümmet-i Muhammedden
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kerâmet olarak verdi.
Var kıyâs eyle ki, ne mertebe sultân imis.
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” kuvvet-i kudsiyeleri ve rûhâniyyetleri bu mertebe idi
ki, her kim karsısına gelse, yalan söylemek kasd eylese, dili varmaz
idi. Dogru söylerdi. Bir mü’min ile bir münâfık karsısına
vardıkda da, söylemeden onları fark ederdi. Zîrâ sûretlerine
bakmayıp, sîretlerine nazar ederdi. Onun için yüksek sânlarına
uygun olarak Ömer-ül Fârûk denilmisdir. Dostlugu ve adâveti
Allahü teâlâ için ederdi. Gayretli idi. Ileriyi görücü, tedbîr sâhibi
idi. Nice kerre, görüslerine uygun âyet-i kerîme nâzil olmusdur.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hilâfeti zemânında, Sâm sehrine gitmek îcâb etmisdi.
Se’âdet ve izzetle, Eshâb-ı güzînden “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” bir cemâ’ati de yanlarına alıp, Medîne-i Münevvereden
çıkıp, yola revân oldular. Hazret-i Ömerin bir deveden
baska binecegi yokdu. Mugîre adlı bir köle var idi. Bir
sâat hazret-i Ömer “radıyallahü anh” o deveye binerdi. Mugîre
– 124 –
piyâde olunca [yaya kalınca], deveyi yederdi. Bir sâat Mugîre
binerdi. Hazret-i Ömer önünde piyâde olurdu. Allahü teâlânın
hikmeti, Sâm sehrine girecekleri vakt, deveye binmek nöbeti
Mugîreye gelmisdi. Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ömere geldiler, dediler
ki, efendim, ihsân eyleyin. Bu sâatde deveye se’âdetle sizin
binmenizi ricâ ederiz. Hazret-i Ömer buyurdu ki, önce nöbet
benim idi, bu sâat nöbet Mugîrenindir. Deveye niçin ben bineyim.
Eshâb-ı güzîn dediler ki, bugün Sâm sehrine girilecekdir.
Sâm sehrinin bütün ileri gelenleri, cenâbınıza karsı çıkarlar
[sizi karsılamaga gelirler]. Onlar atlı, siz halîfe iken yaya yürümek
münâsib degildir. Lutfunuzdan ümmîd ederiz ki, ricâmızı
makbûl tutup, red etmeyiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” huzûrsuz olup, dedi ki, siz bu evhâmdan kurtulmadınız
mı? Islâm dîninin kadrini böyle mi anladınız. Bize islâm serefi
yetmez mi. Islâm dîninden ekrem ve esref bir nesne var mıdır.
Bu se’âdet ve bu devlet ve bu izzeti Allahü teâlâ hazretleri bize
ihsân eylemisdir. Dîn-i islâm tâcını basına koymak, kime müyesser
olmusdur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
getirdigi islâm elbisesini arkamıza giydirdi. Kelime-i sehâdeti
dilimize çırag eyledi. Kur’ân-ı azîm ile kalbimizi münevver
eyledi. Islâmiyyetin kadrini acaba niçin anlamamıssınız ki, kendinizi
halka, at ile, don ile göstermek istersiniz. Yalnız Habîb-i
ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ümmeti olmak serefi
size yetmez mi, diye cevâb verince, kimse söze kâdir olamayıp,
bir sey diyemediler.
Mugîre, bu güç zemânda deve hâzırlayıp, hazret-i Ömerin
“radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı serîflerine getirip, çökdürdü ve
dedi ki, yâ halîfe! O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah
yokdur. Bu ahvâl gönlümden geçmisdir. Eshâbın rey’i ile
degildir [ya’nî ben düsündüm]. Kalbimden halâl eyledim. Ihsân
eyle ve benim istegimi kabûl eyle. Bugün deveye se’âdetle sizin
binmenizi ricâ ederim, dedi. Emîr-ül mü’minîn önünde egilip,
yâ halîfe arkama basıp, devenin üzerine devletle bin diye iltimâs
eyledi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Mugîrenin
cân-ı gönülden ricâsını görünce, hâtırı için o gün se’âdetle deveye
bindiler. Ondan sonra, bütün islâm askeri içinde nidâ etdirdi
ki, iste bugün Sâm sehrine girmek müyesser oldu. Buradan
– 125 –
sag ve selâmetle çıkacagımızı Allahü teâlâ bilir. Her kimin bizde
hakkı var ise, gelip bizden taleb eylesin. Bütün islâm askeri
hazret-i Ömere hayr düâ eylediler. Dediler ki, yâ Allahü teâlânın
halîfesi. Senden herkes râzıdır. Senden kimse huzûrsuz degildir.
Bir ferdin sizde hakkı yokdur. Münâdîler yüksek sesle
çagırdılar. Hiçbir kimse gelip, bir hak taleb etmedi. Hepsi sükrân
üzere olduklarını hazret-i Ömere haber verdiler. Halk arasından
kimse gelmeyince, hazret-i Ömerin Mugîre adlı kölesi
ileri gelip, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Birgün, hiç suçum yok
iken, kulagımı çekip, agrıtdın. Diyorsunuz ki, kimin hakkı var
ise dünyâda iken taleb etsin. Hâlâ bu hakkım sizin üzerinizdedir,
bilmis olunuz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu
ki, yâ Mugîre gel, sen de benim kulagımı çek, berâber
olalım. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hep
birden tekbîr getirdiler. Arablarda âdetdir ki, bunun gibi bir
acâib ahvâl zuhûr etdikde, tekbîr getirirler. Dediler ki, yâ halîfe,
senin gibi âdil pâdisâh gelmemisdir. I’tikâdımız budur ki,
simdiden sonra da gelmiyecekdir. Kölenin, bu seklde küstâhlıga
cür’et etmesi uygun mudur. Husûsen [özellikle] kisi, kendi
kölesini azârlamasına bir sey lâzım gelmez. Nerede kaldı ki, bir
mikdâr kulagını çekmis olsun. Kölenin üzerine gidip, niçin
edebsizlik eyledin diye azarladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdular ki, ey Eshâb-ı güzîn! Lutf edip, incitmeyin
ki, âhıretde cezâsını çekmekden ise, dünyâda çekip, kurtulmak
evlâdır. Sonra, yâ Mugîre, gel sen de benim kulagımı çek.
Dünyâda senin ile halâllasalım, âhırete kalmasın, dedi. Mugîre
de hazret-i Ömerin kulagına yapısıp, bir mikdâr çekdi. Hazret-i
Ömer, buyurdu, yâ Mugîre, niçin ziyâde çekmedin. Mugîre dedi
ki, âhıretde kısâsdan korkarım. Çok çekersem, senin hakkın
benim üzerimde kalır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
böyle sultân idi ki, kölesi hakkında bunun gibi durumu kabûlden
çekinmeyip, dünyâda cezâsını çekdi. Kölesi de, acâib degilmidir
ki, efendisi hakkında bu seklde cezâ verdi. Efendisi Hak
ehli oldugunu muhakkak bilip, degil huzûrsuz olmak, kalb-i serîflerine
zerre kadar bir sübhe gelmedigine i’tikâdı temâm oldugundan,
bu fi’le cesâret etmisdir. Belki hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” Mugîrenin böyle yapması ile muhabbeti
– 126 –
serîfleri ona, evvelki durumundan dahâ çok artmısdır. Hazret-i
Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı serîflerine nihâyet
yokdur. Yalnız bu yetmez mi ki, rey’lerine uygun olarak onyedi
yerde, Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” hazretlerine âyet-i kerîme getirmisdir. Tefsîr ve târîh
kitâblarında da vardır.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hilâfeti zemânında, bir kaç bin askeri gazâya gönderdi. Âdet-i
serîfleri söyle idi ki, gazâya giden askerlerin evlerine adam gönderip,
durumlarını sorardı. Her gece kendileri sehri gezerdi. Allahü
teâlânın hikmeti, bir gece sehri dolasıyordu. Bir kapının
yanından geçerken, içeriden bir hâtun bagırmasını isitdi. Kulak
verdi. Gördü ki, o hâtun aglıyor ve devâmlı söyliyordu ki, benim
kocamı halîfe gazâya gönderdi. Ben burada aç ve susuz kaldım.
Yarın varayım, halîfenin kapısına çocuklarımı bırakayım. Hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu isitir isitmez, aglaya
aglaya se’âdethânelerine gelip, bir dank un omuzuna aldı. O hâtunun
evine geldi. Mubârek elleri ile odun parçalayıp ve ates
yakdı. Sonra eline bir testi alıp, su getirdi. Ondan sonra bir tencereyi
ocaga koyup, derhâl o ası pisirdi. Bir sahan içine koyup,
o hâtunun çocuklarını kaldırıp, önüne götürdü ve yidirdi. Ondan
sonra özrler dileyip, dedi ki, yâ hâtun! Suçumuzu afv eyle.
Zîrâ habersizdik. Simdiden sonra ahvâlini her zemân bize bildir,
deyip, yoluna gitdi. Hâtun da, hazret-i Ömerin tevâdu’ ve tenezzülünü
görünce hayret edip, hazret-i Ömere hayr düâlar eyledi.
Simdi ey mü’min. Insâf eyle ki, bir se’âdet sâhibi halîfe-i rûy-i
zemîn iken, bu seklde tenezzül ve tevâdu’ göstermesini kıyâs eyle
ki, ne büyük sultândır ve ona cân ve dilden muhabbet eylemeyenin
hâli ne olacakdır. (Târîh-i taberî)den nakl olunmusdur.
Otuzbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe iken, Irân memleketini
feth etmek arzûsunda idi. O iklimde [o memleketde] islâmiyyet
yayılsın istiyordu. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” ile müsâvere edip, asker topladı. Baslarına Sa’d
bin Ebî Vakkâsı “radıyallahü anh” serdâr ta’yîn edip, fâris ikli-
– 127 –
mine [Îrân memleketine] gazâya gönderdi. Fâris vilâyetine vardılar.
Haber verdiler ki, arab askeri geldi. Irânlılar asker tedârik
edip, bunlara karsı durmak istediler. Kisrânın askeri sehrden
dısarı çıkıp, islâm askerinin karsısına kondular. Islâm askeri
yirmibin kisi idi. Sa’d bin Ebî Vakkâsın “radıyallahü teâlâ
anh” huzûruna elçi gönderdiler. Ne is için geldiler ve maksadları
nedir, sordular. Hazret-i Sa’d buyurdular ki, Allahü teâlâ
hazretlerinin askeri biziz. Sizi dîn-i islâma da’vet ederiz, onun
için geldik. Eger sözümüzü kabûl etmezseniz, ceng ederiz. Kisrâya
bu haber geldi. Kisra askerine dedi ki, yarın cenge hâzır
olunuz. Acem pâdisâhlarına kisrâ derler idi. Bu pâdisâhın adı
Yezdecerd idi. Dedi ki, bu gelen asker yirmibin kisidir. Siz yüzbinden
çoksunuz. Onlardan niçin korkarsınız. Sabâh oldu. Iki
tarafın askeri atlara binip, saflar baglayıp, davullar çalıp, alemler
[bayraklar] dikdiler. Ceng yapmak için, bahâdırlar hâzırlandılar.
Sonra iki asker birbirine girdi. Ikisinin arasında mücâdele
ayyûka çıkdı. O gün geceye kadar bu seklde ceng etdiler.
Gece olunca âsâyis davulu çaldılar. Herbirisi çadırlarına döndüler.
Bir rivâyet de sudur ki, o gece sabâha kadar muhârebe
etdiler. Hiç dinlenmediler. Yezdecerdin pehlivânlarından Rüstem
bin Mihribân ki ermenîdendir. Uzun zemân, muhârebe
meydânında bahâdırlık yapıp, arab yigitlerinin birinin elinde
helâk oldu. Bunu helâk eden arab, serâb içdigi için, kumandanın
çadırında mahbûs idi. Bu mahbûs, Rüstemin bir kılınç vurması
ile müslimânların sehîd oldugunu gördükçe, o dinsize dis
bilerdi. Hazret-i Sa’dın mak’adında bir agrı oldugundan o gün,
muhârebedeki yerine tahteravân ile gitdi. Harb âletleri çadırda,
câriyesinin yanında kalmısdı. O merd gâzî cârîyeye yalvarıp,
mahbûs olmakdan kurtuldu. Hazret-i Sa’dın atını ve harb
âletlerini de câriyeden ricâ ile alıp, hemen meydândaki Rüstemin
yanına gitdi. Ilk hücûmunda nârâ atarak Rüstemi titretdi
ve göz açdırmayıp, ilk hamlede Rüstemi atından düsürüp, basını
gövdesinden ayırdıkdan sonra, sözünde durup, dogruca
hazret-i Sa’dın çadırında mahbûs oldugu yere geldi. Câriyeye,
zinciri boynuna takdırdı. Sa’d bin Ebî Vakkâs, o merd gâzîyi
tanıdı. Harb âletlerini ve atını da tanıdı. Çadırına gelerek
vak’ayı câriyeden tafsîlâtı ile ögrendikden sonra, bu hâdiseyi
– 128 –
Fârûku Ekreme [hazret-i Ömere] arz etdi. O da gâzî merdin
cezâsını bagısladı. Ve sonra yapacagı hatâları da göz yumula,
seklinde, Sa’d bin Ebî Vakkâsa mektûb yazdılar. O merd gâzî
Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü anh” bu afv mu’âmelesini ögrenince,
hemen serâb içmekden vazgeçdi. Rüstem helâk oldugu
zemân, kâfirler dagılıp, islâm askeri bunların ardına düsdü.
Kâfirleri kıra kıra sehrlerine götürdüler. Kal’a kapısını yıkıp,
içeri girdiler. Rivâyet ederler ki, yüzbin kâfirin ellibinini kırdılar.
Dogru Kisrânın serâyına geldiler. Hazînesinin temâmını
ele geçirdiler. O pâdisâhın bir oglu ve bir kızı var idi. Esîr aldılar.
Çok mâl ve hazîne alıp, feth ve nusret ve sâd olarak dönüp,
Emîr-ül mü’minîn Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-
ı serîflerine geldiler. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, emîr-ül mü’minîn Ömer hazretlerinin
bu gazâsını kutladılar, hayr düâlar etdiler. Rivâyet eylediler ki,
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o kızı, ezvâc-ı tâhırât
ümmihâtül mü’minînden [Peygamberimizin hanımlarından]
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Ümm-i Seleme hazretlerinin
huzûruna gönderdiler. Zîrâ, Ümm-i Seleme hazretleri
tatlı dilli ve sefkatli ve mihribân idi. O kız, islâma gelir diye,
Onun yanına gönderdiler. Çeyizini de Sa’d bin Ebû Vakkâs
“radıyallahü teâlâ anh” getirip, hazret-i Ömere teslîm etdi.
Hazret-i Ömer de o çehizi aynı ile Beyt-ül-mâl emînine emânet
verip, böylece hıfz eyle, buyurdu. Üç ay sonra o kız, müslimân
oldu. Hazret-i Ömere müjdelediler. Sonra emr etdi. Çehizlerini
geri verdiler. Hazîne kapısını açdılar. Onun dürlü çehizlerini
ve altınlarını, inci ve cevâhîr ve atlas ve nice dürlü
donlarının [elbiselerinin] hepsini çıkarıp, cümlesini ona teslîm
edin diye emr eyledi. Söyle ki, Medîne ehâlisi bu mâlı görüp,
hayret etdiler. Bu kız bu çehizini görünce sevinip, hazret-i
Ömere düâ eyledi. O kızın adı sehr-i Bânû idi. Hikmet-i Rabbânî
hazret-i Hüseyne “radıyallahü teâlâ anh” müyesser oldu,
ya’nî ona nikâh etdiler.
Reply
#2
Thnks
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)