Thread Rating:
  • 0 Vote(s) - 0 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 2. Bölüm
#1
ikinci Halîfe Ömer-ül-Fârûk “r.a.” Menkıbeleri 2. Bölüm

Otuzikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
halîfe iken, bir bayram günü, bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” evlâdlarına hâllerine uygun olarak,
bayramlık elbiseler aldılar. O bayramda, hazret-i Ömerin “ra-
– 129 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:9
dıyallahü teâlâ anh” çocugunun elbisesi eski idi. Diger çocukların
elbiseleri yeni idi. Çocukluk sebebi ile olacak ki, onunla
bir mikdâr istihzâ etdiler. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” oglu kendisi ile istihzâ etdiklerini anlayınca, aglıya aglıya
babasının huzûruna geldi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” oglunu aglar seklde görünce, sebebini sordular. O da çocuklar
ile arasında geçen hâdiseyi babasına anlatdı. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” da oglunu böyle mahzûn ve gamlı
görünce, kalbden acıyıp, sefkat ve merhametinden, beytülmâl
emînini huzûruna çagırdı. Dedi ki, iyd-i serîf [bayram] gelmekde
olup, herkes çocuklarına yeni elbise aldılar. Bizim oglumuzun
elbisesi eski olmakla, diger çocuklar istihzâ etmisler.
Aglıya aglıya bana geldi. Ben de hâlini görünce, zarûrî olarak
sefkat ve merhametimden dolayı, sizi da’vet eyledim ki, beytül-
mâldan bana ta’yin olunan gelecek aya âid olmak üzere bir
kaç akça veresin ki, buna bir elbise alayım. Beytül-mâl emîni
dedi ki, yâ Emîr-el-mü’minîn, gelecek aya kadar yasayacagınızı
tahkîk etdiniz mi [arasdırdınız mı] ki, hak etmeden önce,
benden hak etmediginiz paranızı istersiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden
gayri kim bilir. Beyt-ül-mâl emîni dedi ki, yâ halîfe,
siz bilmedikden sonra, ülûfe almak size lâyık degil; bize de vermek
ma’kûl degildir. Hazret-i Ömer söyledigine pismân olup,
istigfâr eyledi. O emîni begenip, hayr düâ eyledi. Allahü teâlâ
hazretleri kemâl-i lütfundan hazret-i Ömerin ogluna da bir yol
ile teselli verip, her biri gönülleri hos olarak gitdiler. Ey
mü’min kardeslerim. Simdi gelin, insâf edin. Hazret-i Ömerin
“radıyallahü teâlâ anh” adline ve hilmine ki, halîfe-i rûyi zemîn
iken, ogluna elbise alamayıp, beytül-mâldan birkaç akça istedikde,
beyt-ül-mâl emîni de bu yol ile mâni’ olduguna huzûrsuz
olmayıp, ayrıca düâ eylemisdir. Var kıyâs eyle ki, nasıl bir zât
imis.
Otuzüçüncü Menâkıb: Medîne ehâlisi anlasarak bir yere
toplandılar. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin adâletini
tecrübe etmek için anlasdılar. Aralarından bir yehûdî çıkdı.
Ben sizin müskilinizi hâl etmege muktedirim, dedi. Onlar da
buna ba’zı va’dlerde bulundular. Hazret-i Ömerin bir oglu var
– 130 –
idi. Bedenen çok za’îf kalmısdı. O yehûdî, kendisini hekîm tanıtıp,
hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” oglunun yanına
vardı. Hâlini ve hâtırını sordu. O da, za’îfliginden bir mikdâr hikâye
yolu ile sikâyet etdi. Mel’ûn yehûdî tebessüm ederek, bunun
ilâcı kolaydır, dedi. Bu da ilâcını istedi. Zîrâ kalblerinde kin
ve hîle yokdu. Yehûdî, önüne düsüp, odasına götürdü. Sonra
bir sürâhî serâb doldurup, serbetdir diye önüne koydu. Bu senin
derdine devâdır. Bunu içdigin gibi sıhhat bulursun, dedi. O
da sözünü hakîkat zan edip, serâb ne oldugunu görmedigi için,
o sürâhîdeki serâbı içip, serhos oldu. O yehûdînin güzel bir kızı
vardı. O kızı arz eyledi. Serâbın te’sîri ile serhos oldugundan,
kıza sâhib oldu. Bir zemândan sonra ayılıp, aklı basına geldikde,
yapdıgı islere pismân oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr
edip, evlerine geldi. Hikmet-i rabbânî, o kız hâmile olup, çocuk
dogdu. Sonra, mel’ûn yehûdî, bir çok yehûdîyi ve o çocugu yanına
alıp, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yanına
getirdiler. Dediler ki, yâ halîfe, senin oglun, bizim kızımıza zorlıyarak
sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemege
mecbûr degiliz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu
görünce, mubârek gönülleri perîsân olup, oglunu çagırdı ve bu
durumu sordu. Oglu da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Hazret-
i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o ma’sûma beyt-ül-mâldan
nafaka ta’yîn eyledi. Sonra oglunu asagı alıp, dînin emri olan
sopayı vurdurmaga basladı. Sopa sayısı kırk oldugu zemân, Eshâb-
ı güzîn, Ömer “radıyallahü anh” hazretlerinin yanına gelip,
ricâ etdiler. Yâ halîfe, oglunuz hastadır, bu sekldeki sopaya tehammül
edemez. Ihsân eyle, bunun suçunu bize bagısla. Zîrâ
sesi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
sesine benzerdi. Eshâb-ı güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya götürüp,
yüksek ses ile Kur’ân-ı azîmüssânı okutup, kendileri dısarıdan
dinlerler idi. Hazret-i Habîbullahın hasretinden cigerlerini
daglarlar idi. Lutf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle diye,
ne seklde söylediler ise, iltifât eylemedi. Allahü teâlânın
hakkında hâtır olmaz. Âhıretde çekmekden, dünyâda cezâsını
bulmak iyidir, buyurdular. Altmıs degnek oldukda, babasına
çagırdı ki, yâ baba, bir ân mehil ver ki, azîz annemin yüzünü göreyim,
halâllik dileyeyim. Iltifât eylemeyip, yetmis sopa olduk-
– 131 –
da, çagırıp, yâ baba, iste ben ölüyorum. Mubârek yüzünü bana
göster, görün ki, hasret gitmiyeyim, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” mubârek yüzünü çevirip, gösterdi. Sopa sayısı
seksen oldukda rûhunu teslîm etdi. Hazret-i Ömere öldügünü
bildirdiler. Buyurdu ki, ölüsüne yirmi degnek vurun ki,
Hak emri yerini bulsun. Ondan sonra da yirmi degnek vurdular.
Yüz temâm oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp
defn eylediler. Sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”,
acabâ babalık hakkını yerine getirip, seni kurtardım mı. Allahü
teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu diye agladı. O gece Eshâbdan
birisi onu rü’yâda gördü. Sultân-ı kâinât “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u serîfinde oturup,
zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördügü gibi, kalkıp, güle-güle
yanına geldi. Dedi ki, Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki,
atalık hakkını yerine getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
hizmet-i serîflerinde olup, bir ân ayrılmıyorum. Dünyâ
kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düsdüm. Ertesi günü o
sahâbî gelip, rü’yâda gördügü hâli, hazret-i Ömere anlatdı.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” aglamagı bırakıp, Allahü
teâlânın inâyetine sükr secdesi eyledi “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”.
Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin hilâfeti zemânında, bir gâzâdan çok mal getirmislerdi.
Bu malın besde birini hakkı olanlara taksîm ederken,
hazret-i Hasen bin Alî bin Ebû Tâlib “radıyallahü teâlâ anhümâ”
gelip, dedi ki: Yâ halîfe! Gazâ malından bana da bir
mikdâr ver. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ona bin dirhem
gümüs verdi. Sonra hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anh” geldi. O da istedi. Ona da bin dirhem gümüs verdi. Sonra,
hazret-i Ömerin kendi oglu, hazret-i Abdüllah “radıyallahü teâlâ
anhümâ” gazâ malından istedi. Ona besyüz dirhem gümüs
verdi. Abdüllah “radıyallahü anh” dedi ki: Efendim, yetismis
yigit olan ve nice def’a gazâya gidip ve hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin önünde kılınç çekip,
nice baslar düsürmüsken, bana besyüz dirhem verirsin.
Hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyn ki, henüz tâze yigitlerdir.
– 132 –
Onlara biner dirhem verirsin. Bu lâyık mıdır? Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki; yâ Abdüllah! Sen onlar
ile berâber mi olmak istersin? Onların, hazret-i Alî gibi babaları
vardır ve hazret-i Fâtımâ-tüz-zehrâ gibi, anaları vardır. Hazret-
i Fahr-i Âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gibi dedeleri
vardır. Hazret-i Ibrâhîm gibi dayıları vardır ki, Ibrâhîm,
hazret-i Resûl-i ekremin ogludur. Hazret-i Ümm-i Gülsüm ve
hazret-i Rukayya “radıyallahü teâlâ anhünne” gibi teyzeleri
vardır. Hazret-i Ca’fer Tayyâr ve hazret-i Ukayl gibi amcaları
vardır. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” böyle söyledigini,
hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri isitdi. O büyük
zât buyurdu ki, Resûl-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, (Ömer, Cennet ehlinin ısıgı ve islâmın nûrudur.)
buyurmus idi. Bunu bos yere buyurmamısdır. Böyle söyleyince,
hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anhümâ”, hazret-i Ömerin yanına varıp, Fahr-i âlem hazretlerinin
böyle buyurdugunu müjdelediler. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” da divit ve kalem ve kâgıd getirip, bu hadîs-i serîfi
yazdı. Vasiyyet eyledi ki, vefât eyledigim vakt, bu kâgıdı benim
ile berâber defn ediniz ki, bana bu huccet kâfîdir. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdikden sonra, o kâgıdı da
defn etdiler. Sabâh oldukda, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” kabr-i serîfleri üzerinde, kudret kalemi ile yazılmıs bir
yazı buldular. O kâgıdda söyle yazılı idi. (Resûlullah dogru söyledi.
Alî, Hasen ve Hüseyn dogru söyledi. Ömer, Cennet ehlinin
ısıgı ve islâmın nûrudur). Bir rivâyetde, hazret-i Hasen ve
hazret-i Hüseyn gelip, müjdelediklerinde, hazret-i Ömer “radıyallahü
anh”, sahâbe-i güzînden bir cemâ’at ile yerinden kalkıp,
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kapısına gelip, kapıyı
çaldı. Hazret-i Alî dısarı çıkdı. Hazret-i Ömer, süâl buyurdular
ki, yâ Alî, sen Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden, (Ömer, ehl-i Cennetin sirâcıdır ve islâmın nûrudur)
diye isitdin mi? Hazret-i Alî de, evet dedi. Hazret-i Ömer,
dedi ki, simdi bana bunu yaz. Hazret-i Alî de mubârek eline kalem
alıp, yazdı: (Bu yazı Alînin Resûlullahdan “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”, Onun da Cebrâîl aleyhisselâmdan, Onun da
– 133 –
Allahü teâlâdan haber verdigi, Ömer Cennet ehlinin ısıgı ve islâmın
nûrudur, hadîs-i serîfi hakkındadır.) Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” o yazıyı alıp, evlâdından birine verdi ki,
ben vefât etdigimde, bunu kefenime sarasın. Bununla Allahü
teâlânın huzûruna çıkayım; buyurdu. Bir rivâyetde de, vefâtlarından
sonra, kabr-i serîfleri üzerinde bulunan, kudret kalemi
ile yazılan söyle idi: (Alî, dogru söyledi. Resûlullah, Cebrâîl,
ben dogru söyledik. En dogru söyliyen benim. Ömer Cennet
ehlinin ısıgı ve islâmın nûrudur.)
Otuzbesinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hilâfeti zemânında, Sâriye hazretlerini, islâm askeri ile, bir
gazâya gönderdiler. Gazâ yapılacak yere varıp, bir dagın eteginde
konakladılar. Müslimânların mola verdikleri dagın arkasında
bulunan kâfirler, onları gâfil avlıyarak hücûm etmek istediler. O
sırada, hazret-i Ömer Medîne-i münevverede Cum’a günü minber
üzerinde, hutbe okurken, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri,
kemâli lutfünden, islâm askerine re’fetinden, hazret-i Ömerin
mubârek gözünden perdeyi kaldırdı. Aralarında bir aylık
mesâfe var iken, islâm askerinin düsmândan gafletini müsâhede
etdi. Yüksek sesle, üç kerre nidâ etdiler; (Yâ Sâriye el-Cebel-el-
Cebel). [Yâ Sâriye, daga, daga.] Allahü teâlânın kudreti ile hazret-
i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” o sesini, o hâl içinde bulunan
Sâriye hazretlerinin, mubârek kulaklarına isitdirdi. O ses
sebebi ile müslimânlar arkalarını daga verip, kendilerini emniyyete
aldılar. Asagıdan gelen düsmana gâlib gelip, onları hezîmete
ugratdılar. Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” o günün
ve o sâatin târîhini koydu [Bir tarafa yazdı]. Hazret-i Sâriye, islâm
askeri ile muzaffer olarak ve ganîmetler ile döndü. O mâcerâdan
sordular. Sâriye o durumu açıklayıp, buyurdular ki, kâfirler
bize hîle yapıp, ansızın basmak istedi. Cum’a günü bir dagın
eteginde oyalanırken, bir ses isitdim ki, yâ Sâriye-el-Cebel, dedi.
Biz de daga arka verdik. Allahü teâlânın inâyeti ile, kâfirlere
gâlip olup, kâfirler hezîmete ugradılar. Ba’zı rivâyetde, bu
hâdise Nihâvend cenginde vâki’ olmusdur. Böyle beyân etmisler
ki, Nihâvend vilâyetinde bir karye [belde] vardır. O karyenin
adı Kandsihandır. Onun batısında bir dag vardır. O dagın
basında bir künbed [ocak] yapılmısdır. O künbedin orta yerin-
– 134 –
de hârâdan bir baca koymuslar idi. Hazret-i Sâriyenin mubârek
kulaklarına gelen ses o bacadan geldi. Hâlâ o bacayı teberrüken
güzel kokular ile kokularlar. Erbâbı ziyâret ederler.
Otuzaltıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” zemân-ı serîflerinde bir gün Medîne-i münevverede zelzele
oldu. Insanlar korkularından ızdırâba düsdüler. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kamçısı ile yere vurdu. (Allahü
teâlânın izni ile sâkin ol) dedikde, o vakt arz [yer] sâkin oldu.
Otuzyedinci Menâkıb: Yine hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” hilâfetleri zemânında, Medîne-i münevverede bir
yangın çıkdı. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahı teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretleri korku ile durumu hazret-i Ömere iletdiler.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir saksı parçası alıp,
üzerine yazdı ki, (Yâ nâr [ates], Allahü teâlânın izni ile sâkin
ol). Varıp onu atese bırakdılar. Allahü teâlânın izni ile sogudu.
Otuzsekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” hilâfetleri zemânınde bir melik elçi gönderdi. Elçi gelip,
hazret-i Ömerin serâyını sordu. Söyle zân etdi ki, sâir sâhlar
gibi, onun da serâyı vardır. Dediler ki, onun asla nesnesi
yokdur. Su ânda kendisi sehri muhâfaza için, gezmekdedir. Elçi
onun gitdigi mahalle dogru gitdi. Hazret-i Ömeri “radıyallahü
teâlâ anh” gördü. Toprak üzerine yatmıs. Kamçısını basının
altına koymus, uyuyordu. Elçi bu hâli görüp, hayret etdi. Dedi
ki, sark ve garb [dogu ve batı] ehli bu kisiden korkarlar. Bu
korku, bu sıfat üzerinedir. Gönlünden dedi; ben bunu, yalnız
buldum. Öldüreyim. Insanları, bunun korkusundan halâs edeyim
[kurtarayım]. Kılıncını kaldırdıgı ânda, Allahü teâlâ, yerden
bir arslan çıkardı. Bunun üzerine hamle eyledi. Korkusundan
kılıncı elinden bırakdı. Hazret-i Ömer bu hâlde uyandı.
Hiçbirseyden haberi yokdu. Elçiye, ne oldugunu sordu. Elçi de
hâdiseyi anlatdı ve müslimân olup, hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” hizmet-i serîflerinde bulunup, ölünceye kadar
ayrılmadı.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” bir kıtlık zemânında, bir deve kurban edip, Medîne-i Münevverenin
fakîrlerine bölüsdürün diye emr etdi. Bölüsdürme
– 135 –
isini yapan hizmetçi, o devenin kıymetli yerlerinden bir mikdâr
alıkoyup, halîfe için güzel bir seklde pisirip, iftâr zemânında huzûr-
u serîflerine getirdi. Ömer “radıyallahü anh” bu et neredendir
diye süâl buyurdular. Hizmetçi dedi ki; yâ Emîr-el
mü’minîn! Emr-i serîfiniz ile fakîrlere teslîm olunan deve etinden
sizin hissenizdir. Rengi degisip, buyurdu ki; Vay benim gibi
vâlîye ki, fukarâya kötü yerini ayırıp, kendisi için en güzel yerinden
alıkoyuyor. Simdi, yâ hizmetçi! Bir dahâ böyle etme.
Kaldır bu yemegi, benim önümden. Fakîrlerden, çoluk-çocugu
olan bir kimsenin evine götür. Ver, yisinler. Bana yine evvelki
âdet üzere yemek getir ki, halîfe olan kimsenin haftada bir kerre
et yimesi kâfîdir. Sonra, hizmetçi emr-i serîfleri üzere yemegi
uygun bir fakîre verdi. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” eski âdeti üzere, bir mikdâr zeytin yagı ile, kuru ekmek
parçası getirip, önlerine koydu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, o
ekmek parçasını yaga batırıp, gönül râhatlıgı ile yiyip, yerlerin
ve göklerin sâhibi olan Allahü teâlâya sükr ve hamd eyledi.
Kırkıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
Medîne-i Münevvereden “Allahü teâlâ serefini artdırsın” hac
yapmak üzere, Mekke-i mükerremeye gitdi. Varıp gelinceye
kadar hesâb etdiler. Seksen dirhem harcanılmıs. Çok harcadım
diye çok üzüldü. Nakl edilir ki, Kâ’be-i Mu’azzamaya varıp-gelinceye
kadar, yollarda bir gün çadır kurmayıp, bir köhne perde
gölgelik edip, onun altında gölgelendi.
Kırkbirinci Menâkıb: Nakl olunmusdur ki, hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” herhangi bir seyden halkı men’ etse, ev
halkının temâmını toplayıp, buyururdu ki, Allahü teâlâ hazretlerinin
buyurdugu üzere, Onun yasak etdigi bir nesneyi halkın
islemesinden men’ etdim. Ona uymaga siz herkesden dahâ çok
uyanık olunuz. O fi’li islememek gayrilerden dahâ çok size lâzımdır.
Söyle bilmis olunuz ki, sizden biriniz o fi’li islese, gayrilere
edecegim cezânın dahâ fazlasını ona yaparım, buyurur idi.
Ondan halkı men’ ederdi. Yakınlarının kaçınması ve korkusu
gayrilerden dahâ çok olurdu.
Kırkikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
halîfeligi zemânında, Medîne-i Münevverenin etrâfında bir de-
– 136 –
ve palanı düsmüs. Onu alıp, sür’atle giderken terlemisdi. Hazret-
i Alî “kerremallahü vecheh” ile karsılasdılar. Alî “radıyallahü
anh” sordular ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu ne hâldir. Cevâb
verdiler ki, yâ kardesim Alî. Bu deve müslimânların beyt-ülmâlındandır.
Palanını düsürüp, kaçmıs. Onu bulup, yine arkasına
vurmak (koymak) isterim. Böylece hilâfet zemânımızda,
beyt-ül-mâla ziyân vermis olmıyalım. Hazret-i Alî dedi ki, yâ
Emîr-el mü’minîn! Size ne hâcet. Bir baska kimse gönderseniz,
olmazmıydı. Cevâb verdiler ki, yâ Resûlullahın amcasının oglu!
Bu is benim ahdime lâzımdır. Kıyâmet günü olunca, bu isin kusûrunu
benden sorarlar. En iyisi budur ki, kimseye ısmarlamayıp,
isimi kendim görmeliyim. Böylece, dergâh-ı izzetde mahcûbluk
çekmiyeyim. Hazret-i Alî bu sözü isitdi. Bir derinden âh
çekip, aglamaga basladı. Dedi ki, yâ Ömer, senden sonra gelenlere
râhat koymadın. Zîrâ onlar bu yolda gidemezler, sıkıntıya
düserler.
Nakl edilir ki, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
bir cem’iyyetde agladı. Niçin agladıgı süâl olundukda, buyurdular,
niçin aglamayayım ki, eger Fırat kenârında oglak zâyi’ olsa,
yârın kıyâmet gününde, o, Ömerden sorulur. Yine nakl olunur
ki, bir gün Ömer “radıyallahü anh” eline bir saman çöpü alıp,
der idi ki, ne olaydı, bu saman çöpü ben olaydım. Ne olaydı
mahlûk olmaya idim, vâlidem beni dogurmayaydı. Ne olaydı,
hâtırlanan nesne degil de, unutulan nesne olaydım. “Radıyallahü
anh”.
Kırküçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ
anh” rûm kayserinden elçi geldi. Bu elçi geri dönerken, hazret-i
Ömerin hâtunları, bir dinâr ödünc alıp, onunla hos kokulu nesneler
satın aldı. Bir sisenin içine koyup, kayserin hâtununa gönderdiler.
Elçi vâsıl oldukda, kokuları alanlar çok hâz alıp ve
memnûn oldular. Gelen kapların içine cevâhir [mücevher] doldurup
karsılıgında onlara gönderdiler. Gelen hediyye siseleri
bosaltıp, bir tabak içine koyup, hâtunları seyr ediyorlardı. O sırada
hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü anh” içeri girip,
onlarda bu cevherleri gördü. Nereden geldi, diyerek süâl buyurdular.
Hâtunları da hâdisenin aslını anlatınca, hazret-i
– 137 –
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, eger siz halîfe hâtunu
olmasa idiniz, size bu cevherlerin birisini göndermezler
idi. Size gelen de, halîfeye gelen de müslimânların beyt-ül-mâlınındır.
Sizin hakkınız, karz [borç] aldıgınız mikdârdır. O cevâhirleri
satdırıp, içinden, (borç aldıgı kadarını) [cevâhirlerin karsılıgında
gönderdigi mâlın karsılıgı kadarını] hâtunlarına teslîm
edip, geri kalanını beyt-ül-mâla verdi. O hâtunları da, hazret-i
Ömere karsılık vermeyip, Emîr-ül mü’minînin emrine tâbi’ olmaları
takdîr edilir “radıyallahü teâlâ anhünne”.
Kırkdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” Irâk vilâyetine Eshâb-ı güzînden “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” asker gönderdi. Az zemânda Allahü teâlânın izni
ile vilâyetleri feth edip, kiliseleri câmi’, puthâneleri mescid yapıp,
sâlimen ve ganîmetler ile geri Medîne-i Münevvereye geldiler.
Halîfe ile bulusdular. Lâkin, hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” bunlara aslâ iltifât etmeyip, ne yapdınız diye de sormadı.
Onun bu mu’âmelesi, Eshâb-ı güzîne “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” gâyet güc gelip, Emîr-ül mü’minînin “radıyallahü
anhüm” oglu Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ”
ile mescidde bulusup, sikâyet etdiler. O da dedi ki, Emîr-ül
mü’minîn hazretleri ile bu elbiseler ile mi bulusdunuz. Meger
bunlar acem vilâyetinin güzel ipekli elbiselerinden giymisler idi.
Abdüllah ibni Ömerin isâreti ile, arkalarına evvelki elbiselerini
giyip, geri hazret-i Emîr-ül mü’minînin “radıyallahü teâlâ anh”
huzûrlarına geldiler. Ömer “radıyallahü anh”, bunlara izzet ve
ikrâm edip, herbirinin hâtır-ı serîflerinden ayrı ayrı sorup, merhabâ
yâ Eshâb-ı Resûlullah, merhabâ yâ Muhâcirînin ve Ensârın
meshûrları diye, bunları haddin üstünde taltîf etdikde, Eshâbdan
biri cür’et edip, sordu: Yâ Emîr-el mü’minîn! Hikmeti
ne idi ki, evvelki görüsmemizde iltifât buyurmayıp, nefret eder
seklde karsılandık. Simdi ise güzel sûretle karsıladınız. Cevâb
buyurdular ki, evvelki gelisinizde, degisik elbiseler giydiginizi
gördüm. Herbirisi gözüme belâ dikeni gibi görünüp, dedim ki,
Sübhânallah! Hilâfet zemânımızda, Eshâb-ı güzîn elbiselerini
degisdirdiler. Birkaç günden sonra, kalbleri de degisip, dünyâ
zînetlerine meyl ve muhabbetleri çok olur. Yârın kıyâmet gününde,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle-
– 138 –
rine kavusunca; yâ Ömer, senin hilâfetin zemânında, benim Eshâbım
elbiselerini degisdirip, sonra kalbleri degisdi. Sen niçin
nehy etmedin, mâni’ olmadın diye hitâb ederek azarlamalarından
korkdum. Onun için sizlere iltifâta mecâlim olmadı. Allahü
teâlânın izni ile, evvelki elbiseleri görüp, o hâlden kurtulup,
simdiki hâle geldim, buyurdu. Rivâyet edilmisdir ki, is bu hâdise
esnâsında, getirdikleri ganîmet mallarını arz etdiklerinde,
Eshâb arasında esit olarak taksîm etdikden sonra, kablar ile
acem tatlılarından ba’zı tatlılar getirmisler idi. Huzûr-u serîflerine
koydular. Mubârek parmakları ile bir mikdâr tadıp, lezzet
ve kokusuna bakıp, bu, su yiyeceklerdendir ki, bundan dolayı
mü’minlerden oglu babasını, kardes kardesini katl etseler gerekdir,
deyip, kaldırın bu yiyecegi, su gazâda sehîd olan
mü’minlerin çoluk-çocuguna verin ki, ayrılık acısı ile acılanmıs
agızları tatlansın, buyurdular.
Kırkbesinci Menâkıb: Ülemâ-i ızâmın [büyük âlimlerin] ve
mesâyıh-ı kirâmın [evliyâların] îmânın kâmil olması için
mü’minlere nasîhatlarındandır. Her kisinin zühd ve takvâsı ve
Allahü teâlâ hazretlerinden havf ve recâsı [korku ve ümmîdi],
su seklde ve i’tidâlde olmalı ki, ne bir ân ümmîdsizlik hâli olsun.
Ne de bir ân korkusuzluk hâli olsun. Nitekim hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” buyururlar ki, eger Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri buyursa ki, ben cümle kullarımın hepsini Cennete
koyup, içlerinden bir kuluma azâb ederim. Ben, kendi günâhlarıma
bakıp, korkarım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin o azâb
edecegi kul, ben olurum. Eger Hak Sübhânehü ve teâlâ buyursa
ki, bütün kullarımı Cehenneme koyarım. Birisini Cennete
koyarım. Ben o erhamerrâhimîn ve ekrem-ül ekremîn Allahü
teâlâ hazretlerinden ümmîd ederim ki, o Cennete giren kul ben
olurum. Nitekim büyükler buyurmuslardır: Beyt:
Ey Allahım, mâdem ki buyurdun,
benden ümmîd kesmeyin.
Günâhım çok olsa da,
Ümmîdimi keser miyim.
Simdi mü’mine lâyık olan ve sânına muvâfık olan budur ki,
– 139 –
ne Allahü teâlâ hazretlerinin mekrinden [azâbından] emîn ola
ve ne rahmetinden ümmîdini kese. Yine o büyükler nasîhat
ederler ki, muvahhid mü’mine lâzım olan emrlerden biri de, her
hâlde ölümü zikr etmesidir. Hiçbir vakt, gâfil olmamasıdır. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuslardır
ki, (Lezzetleri yıkanı [eglencelere son vereni] çok hâtırlayınız!)
ma’nâ-i serîfi, Allahü teâlâ bilir, budur ki, lezzetleri
yıkanın zikrini çok edin ki, o ölümdür. Nitekim, hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” bir kimseye hergün birkaç kerre gelip,
ölümü hâtırlatsın diye bir kaç akçe ta’yîn etmisdir. Her vakt o
kimse gelip, ölümü ona hâtırlatdı. Her gün o kimse gelip, hizmet
edâ etdikçe, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ta’yîn
buyurdukları akçeyi verirlerdi. O sahsın vazîfesine son verilince,
vazîfe taleb etdi. Buyurdular ki, sen bundan sonra gelip, ölümü
hâtırıma getirme ki, ihtiyâcımız kalmadı. Zîrâ sakalımıza ak
düsdü. Sakalın akı ise ölümün habercisidir. Dâimâ göz önünde
olup, mevti (ölümü) hâtırlatır. Nitekim büyükler buyurmuslardır.
Beyt:
Sakal akı ölüme habercidir,
Yigitlik tâzeligi içinde feryâddır.
Kırkaltıncı Menâkıb: Medîne-i Münevverenin tasrasına aksâm
nemâzı vakti bir kâfile gelip, konmusdu. Hazret-i Emîr-ül
mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” giderken, Abdürrahmân
bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine rast geldi.
Dedi ki, gel seninle bu gece, bu kâfileyi bekliyelim. Böylece, bir
hırsız gelip, bir zarar görmesinler. Râhat olsunlar ki, yorgundurlar.
Hilâfet zemânımızda eger bunlara bir zarar olacak olur
ise, kıyâmet gününde bizden sorarlar. O gece kâfileyi beklerken,
bir oglancık, bir mahalde, bir evin içinde devâmlı aglıyordu.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o evin kapısına varıp,
anasına seslenip, su aglıyanı aglatma deyip, tenbîh eyleyip,
gelip, yine kendi ibâdetine mesgûl oldu. Çocuk gitdikçe aglamasını
artdırdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” def’alarca,
su ma’sûmu aglatma diye gitdi geldi. Tâ ki, seher vakti oldu.
Kâfile de uykudan uyandılar. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü
teâlâ anh” o hâtunun kapısına varıp, dedi ki, ne yara-
– 140 –
maz, merhameti olmıyan anasın ki, bu gece bu tıfıl [çocuk] râhat
olmadı. Sabâha kadar bagırması dinmedi, dedi. O hâtun cevâb
verdi ki, yâ Ebâ Abdüllah! Niçin beni kötülersin ve beni
azârlarsın. Benim hâlimden haberdâr degilsin ki, onun için bana
böyle huzûrsuz olursun. Ben bu çocugu sütden kesdim. Evde
yiyecek cinsinden bir nesne yokdur ki, onun ile egleyeyim
[oyalıyayım, susdurayım], râhat olsun, dedi. Emîr-ül mü’minin
hazretleri dedi ki, bu çocuk kaç yasındadır. Hâtun da dedi ki,
henüz bir yasını bitirmemistir. Emir-ül mü’minin buyurdu ki;
niçin vakti gelmeden sütden kesdin. Hâtun cevâb verdi ki, halîfemiz
olan hazret-i Ömere Allahü teâlâ insâf versin. Oglancıklar
sütden kesilmeyince nafaka takdîr eylemez. Ona binâen
vaktsiz kesdim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geri dönüp,
aglıyarak mescide geldi. Sabâh nemâzını siddetli aglamakdan
güçlük ile kılıp, selâm verdikden sonra, aglıya aglıya (Sizin
Ömerinize yazıklar olsun, yazıklar olsun!) dedi. Hemen o sâat
tellâllar bagırdı ki, her müslimânın, gerek oglu ve gerek kızı dogar
ise, gelsin halîfeyi uyandırsın [bildirsin] ki, beyt-ül-mâldan
ona nafaka takdîr etsin. Simdiden sonra kimse nafaka tama’ıyla
evlâdını vaktinden evvel sütden kesmesin ve bu dürlü kimselerin
evlâdı var ise, getirsinler, bugünden nafaka yazdırsınlar.
Herkes isitdi ki, sürûr ve safâ içinde, sevinerek, hazret-i Ömerin
“radıyallahü teâlâ anh” adâletine ve insâfına hayrânlık duydular.
“Radıyallahü teâlâ anh”.
Kırkyedinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” halîfe iken, bir Cum’a günü, temiz [güzel] elbiseler giyip,
Cum’a nemâzına gidiyordu. Hazret-i Abbâsın “radıyallahü teâlâ
anh” se’âdethâneleri [evi] bu yol üzerinde idi. Hazret-i Abbâs,
bir güvercin yavrusunu bogazlıyıp, dam üzerinde yıkayıp,
kanlı suyunu, olukdan yola dökmüs idi. O sırada hazret-i Ömer,
olugun altından geçerken, o kanlı su üzerine dökülüp, elbiseleri
kirlendi. Bu oluk, burada müslimânlara zarar veriyor diye
emr etdi, olugu yerinden kopardılar. Geriye evine dönüp, diger
elbisesini giyip, Cum’a nemâzına gitdi. Cum’a nemâzını kıldıkdan
sonra, hazret-i Abbâsın “radıyallahü teâlâ anh” huzûrlarına
gelip, olugu kopardıgına özr diledi. Hazret-i Abbâs dedi ki,
yâ halîfe, o olugu, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
– 141 –
hazretleri mubârek elleri ile, oraya koymus idi. Hazret-i Ömerin,
yüzünde bir degisiklik olup, dedi ki, yâ Resûlullahın amcası!
Ömer üzerine nezr [adak] olsun ki, sen omuzuma basıp, o
olugu geri eski hâli üzere yerine koyasın. O sâat yerinden kalkıp,
o mahalle varıp, dedigi gibi yapdılar.
Kırksekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i serîf)in, yehûdîlerin
Arab yarımadasından çıkarılması bâbında, sahîh olan hadîs-i
serîfde bildirilmisdir. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Hazret-i Ömer-ibnül
Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyetle bana buyurdular ki,
Resûl-i ekremden isitdim. Eger ömrüm kifâyet eder ise, elbette
yehûdîleri Arab yarımadasından çıkarırım. Hattâ müslimânlardan
baska kimseyi koymam. Bir rivâyetde de, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki,
eger Allahü teâlânın izni ile fazla yasar isem, elbette yehûdî
milletini Arabistan yarımadasından çıkarırım. Ibni Ömerden
“radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet olunmusdur. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hutbede, buyurdu ki, muhakkak,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber yehûdîsi
ile malları üzerine ahd etmisler idi ve de buyurmuslardı ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin terk etdigi sey üzerine sizi
terk ederiz. Mâdem ki sizin ihrâcınız ile bize emr etmemisdir.
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular ki, ben Hayber
yehûdîlerinin çıkarılmasını istiyordum. Hazret-i Ömerin
niyyeti de böyle idi. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
huzûruna Ebül Hakîk kabîlesinden birisi geldi. Dedi ki, yâ
Emîr-el mü’minîn. Sen bizi ihrâc eder misin [ya’nî çıkarır mısın].
Hâlbuki Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bizi
terk etmisdir [çıkarmamısdır]. Bizi Hayber mahallindeki
mallarımız üzerine âmil kılmısdır. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdular ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurduklarını benim unutdugumu mu zan ediyorsunuz.
Size, Hayberden çıkarılınca hâliniz ne olur. Deveniz sizin
ile menzil menzil yarıs eder, buyurmus idi. Yehûdî dedi ki,
Ebûl Kâsım böyle latîfe yapmısdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, ey Allahü teâlânın düsmanı, simdi yalan
– 142 –
söyledin. Onları [yehûdîleri] Hayberden ihrâc etdi [çıkardı].
Onlara karsılık ta’yîn olunan mal, deve, paralarının bedelini
verdi.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” sehâdeti beyânındadır: Bir fârisî menâkıbdan nakl
olunmusdur. Kab’ül ahbâr “radıyallahü anh” bir gün hazret-i
Ömere “radıyallahü anh” gelip, dedi ki, yâ Ömer! Inceleyin ki,
ben Tevrâtda okumusdum. Senin ömründen üç gün kalmısdır.
Hazret-i Ömer, kendi vücûd-i serîflerinde bir agrı, bir hastalık
görmediler. Tasvîr etdikleri fecî bir hâdise olması lâzım. Buyurdular
ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kazâsına ve
kaderine râzı olduk. Bir yehûdî olan Ebû Lü’lü, Mugîre tebnî
Sûbenin kölesi idi. Bir kavlde, Hâlid bin Velîdin kölesi idi.
Efendisini hazret-i Ömere gelip sikâyet eyledi. Efendim benden
haddimden fazla harc ister, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, ne mikdâr ister. Dedi ki; her gün
iki dirhem, ister. Hazret-i Ömer buyurdu ki, ne san’at bilirsin.
Bir kaçını saydı. Hazret-i Ömer buyurdu ki, bu san’atlar ile bu
kadar harc çok degildir. Sonra, isitdim ki, sen yel degirmeni yaparmıssın.
Benim için de bir yel degirmeni yapsan. Dedi ki, senin
için bir yel degirmeni yapayım ki, sarkda [doguda] ve garbda
[batıda] onu söyliyeler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” meclisde olanlara buyurdular ki, bu kâfir beni katl etmek
istedigini söylüyor. Eger böyle demek istiyor ise, onu ortadan
kalkması için emr edin, dediler. Buyurdu ki, katlden evvel kısâs
olmaz.
Ebû Lü’lü yehûdî, Ömer “radıyallahü anh” hazretlerini katl
için fırsatı gözetdi. Zilhiccenin yirmiüçüncü günü sabâh nemâzını
edâ ederken, fırsat bulup, altı yerinden yaraladı. Hazret-i
Ömerden baska on kimseyi yaraladı. Dokuzu bu yaralanmadan
vefât etdiler. Benî Esed kabîlesinden bir er Ebû Lü’lü mel’ûnunun
basına bir ok atıp, yıkdı. Birisi de bıçak ile bogazlayıp, öldürdü.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu ahvâli gördü.
Kab’ül ahbâr hazretlerinin sözlerini hâtırladı. Allahü teâlânın
takdîri yerini buldu, buyurdular. Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine emr etdi. O imâmlık yapdı.
– 143 –
Sonra Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini
toplayıp, buyurdu ki, siz mi Ebû Lü’lüye benim katlimi
emr etdiniz. Hepsi, hâsâ bizim haberimiz yokdur, diye yemîn
etdiler. Hazret-i Ömer dedi ki, Elhamdülillah ki, ben bu
ümmetin, katl etdigi kimse olmadım. Bir yehûdînin elinde sehîd
olurum. Hilâfet emrini sûrâya havâle etdi. Diri iken ve ölü
iken hilâfetin benim üzerimde olmasını istemem. Âsere-i mübessereden
altı serveri, müsâvereye ta’yîn buyurdular ki, hilâfete
lâyık bunlardır. Lâkin, herbirinde bir husûs müsâhede ederim.
O sebebden onların birini digerine tercîh edemem. O altı
serverin biri Osmân bin Affân ve biri Alîyül mürtedâ ve biri
Talha ve biri Zübeyr ve biri Sa’d bin Ebî Vakkâs ve biri Abdürrahmân
bin Avf idi. Sa’îd bin Zeyd hazretleri hayâtda idiler.
Lâkin hazret-i Ömer onu müsâvereye dâhil kılmadılar. Zîrâ
amcası oglu idi. Ammâ Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri âhıret
âlemine göçmüsler idi. Onların hakkında buyurdular ki,
eger Ebû Ubeyde hayâtda olaydı, onu halîfe ta’yîn ederdim.
Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona “Ümmetin
emîni” buyurmusdu “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
O sebebler bunlardır: Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
akrabâsını sevicidir. Onları is basına getirir. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” gençdir. Tecrübesi ve halka mu’âmelesi azdır.
Hilâfet emri ise çok tecrübe ve havâdis görmege muhtâcdır.
Talha “radıyallahü teâlâ anh” mültefitdir, hilâfete muhâfaza
gerekdir. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” sert huyludur. Hilâfete
rıfk lâzımdır. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdürrahmân bin
Avf kendilerini tutuculardır. Kimseyi incitmek istemezler. Hilâfetde
darb ve setm (azarlamak) zarûrî vâki’ olur. Altı server
aralarından birini hilâfete ta’yîn etsinler. Bütün Sahâbe-i güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” de o kimseyi halîfe bilip,
ona mutî’ olurlar.
Bir rivâyetde hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” seher
vaktinde mescid-i serîfde nemâz kılmaga giderken, Ebû Lü’lü
mel’ûn, karanlıkda bıçakla, mubârek karnını yardı. Emîr-ül
mü’minîn çagırdı. Adamları haber aldı, geldiler. Emîr-ül
mü’minîni bu hâl içinde görüp, aglasdılar. O kâfiri katl etdiler.
Hazret-i Ömeri o mahalden alıp, devlethânelerine getirdiler.
– 144 –
Cerrâh görüp, yarayı dikdi. Iyilesinceye kadar hareket etmesin,
üç-dört gün yatsın, iyi olur, dedi. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi
aleyhim ecma’în” gelip çevresinde oturdular. Hilâfet emrini ve
sâir dîni emrleri onlara vasıyyet ederken, nemâz vakti gelip,
müezzin ezân okudu. Sonra yüzünü cerrâha dönüp dedi ki, simdi
abdest alıp, nemâz kılsam ne olur. Cerrâh dedi ki, eger yerinden
hareket edersen, bu dikdigim yerden sökülür, vefât edersin.
Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Nemâzı
terk etmekden ise, karnım yarılsın ve öleyim dahâ iyi, elbette
nemâz kılsam gerekdir. Sahâbeden birini hazret-i Âisenin “radıyallahü
anhâ” huzûruna gönderdi ki, destûr verir mi ki, [ya’nî
izn verir ise], biz de Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin ravda-i mutahheralarına girelim ve O Servere
ilticâ edelim. Hazret-i Âise “radıyallahü anhâ” bu haberi isitince
agladı. Âh, kıymetli Ömer, atamın yâdigârı da gidiyor. Iste
o yeri ben kendim için saklardım. Ammâ onlara hibe etdim.
Hazret-i Ömere söyleyin ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” ve babamın katına [yanına] varınca, benim selâmımı
onlara söylesin. Ve desin ki, bu ayrılıgım ne zemâna kadar olacak.
Hazret-i Ömer bu haberi isitince, oglu Abdüllah hazretlerine
dedi ki, benim cenâze nemâzımı kıldıkdan sonra, Âise-i
Sıddîkanın huzûruna geri varıp, destûr dileyesin [izn isteyesin].
Evvelce benden utanıp, izn vermis olabilir ve pismân olmus olabilir.
Onun rızâsı ile defn olayım. Nemâz vakti sonuna gelmisdi.
Müezzin ikâmet okudu. Emîr-ül mü’minîn, ayaga kalkıp, abdest
almak ve nemâz kılmak istedi. O ânda dikilen yerler sökülüp,
Emîr-ül mü’minîn yere düsdü. Dostlarına, elvedâ elvedâ,
selâmetde kalın, hakkınızı halâl ediniz, tekrâr görüsmemiz kıyâmete
kaldı, dedi. Sahâbeler arasında aglama-inleme basladı. Hemen
o sâat hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” sehâdet kelimesini
getirip, cânını Allahü teâlâ hazretlerine teslîm etdi. Ondan
sonra yıkadılar. Nemâzını kıldılar. Oglu Abdüllah hazretleri,
Âise-i Sıddîka hazretlerine gitdi. Destûr diledi [izn istedi]. Âise
“radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri agladı. Dedi ki, ey Ömer,
adâleti hayâtında da, ölünce de elinden bırakmadın. O yeri sana
fedâ eyledim. Ondan sonra mubârek cenâzesini, Ravda-i
mutahhera kapısına getirdiler. Birisi ileri varıp, Esselâmü aley-
– 145 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:10
ke yâ Resûlallah! Ömeri getirdik. Eger destûr var ise, ravda içine
defn ederiz, dedi. Cümle Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, yârimi benim katıma getirin, diye sesini isitdiler.
Ravdanın kapısı açıldı. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü
teâlâ anh” sol yanında hâzırlanmıs bir yere koydular. Hattâ ravdadan
yana bir el gördük ki, hazret-i Ömerin boynuna dolandı,
diye bir rivâyet edilmisdir.
Ellinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe
oldukdan sonra, o kadar adâlet üzere hareket etdi ki, ne
kimse yapmısdır ve ne yapabilecekdir. Su seklde adl eyledi ki,
himmet-i kudsiyesi kuvvetiyle, kurdun koyuna zararı olmazdı.
Rivâyet ederler ki, ne zemân ki hazret-i Ömer sehâdet serbetini
içdi. Bir çoban koyununun yanında dururken, bir kurt geldi.
Koyuna saldırdı. Çoban hemen feryâd edip, agladı. Ve âh
Ömer, “Innâ lillah ve ...” dedi. Çobanlar ona sordular ki, hazret-
i Ömerin vefât etdigini nereden bildin. Dedi ki, sundan bildim
ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hayâtda iken,
kurdun koyun sürüsüne bakdıgı hâlde zararı yok idi. Simdi gördüm
ki, kurt koyuna saldırdı. Bildim ki, hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” bu dünyâdan göç eylemislerdir. Bu menkıbe
Târîh kitâbından alınmısdır.
Rivâyet olunmusdur ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” âhırete sefer etdigi ânda yeryüzü kapkara oldu. Hattâ çocuklar
korkularından bagırarak analarına varıp, dediler ki, yâ
ana, yeryüzü siyâh oldu. Dünyâyı zulmet kapladı, acâyibdir kıyâmet
mi kopacak. Anaları, hâyır çocuklar, kıyâmet kopma zemânı
gelmemisdir. Fekat, hazret-i Ömeri bir bedbaht sehîd etdiginden
dünyâyı zulmet kaplamısdır, dediler. (Sevâhid-ün Nübüvve)
den terceme olunmusdur.
Ellibirinci Menâkıb: Hazret-i Server-i kâinât ve mefhar-ı
mevcûdât Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bir gün
meclis-i serîflerinde kabr azâbını, münker ve nekîrin ne yol ile
gelip, heybet ile süâl etdiklerini beyân buyurdular. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” sordu ki, yâ Resûlallah! Biz kabre
girdikden sonra, bu akl bize verilip, sonra mı süâl olunuruz,
– 146 –
yoksa verilmeden mi süâl olunuruz. Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, simdi ne aklda
isen, kabrde de böyle olursun. Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri dediler ki, böyle oldukdan sonra, üzülmege lüzûm
yokdur. Sonra, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi.
Kabre defn etdikden sonra, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ
anh” falan zemânda, hazret-i Ömerin böyle söylemis oldugu
hâtırına geldi. Göreyim da’vâsının erimidir, diyerek kabrine
geldi. Mubârek gözlerini yumup, kalb-i serîflerini hazret-i
Ömerin ahvâline yöneltip, tam bir teveccüh ile murâkabeye
vardıklarında, Allahü teâlâ gözlerinden perdeyi kaldırıp, ahvâli
[durumu] müsâhede etdiler. Gördüler ki, Münker ve Nekîr
heybetle gelip, hazret-i Ömere dediler ki, (Rabbin kim, dînin
nedir, Peygamberin kimdir). Hazret-i Ömer onlardan süâl buyurdular
ki, yedinci gökden buraya kadar, ne mikdâr yol geldiniz.
Dediler ki, yedibin yıllık yoldur. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdular ki, yâ siz yedibin yıllık yoldan gelinceye
kadar Hâlıkı unutmadınız. Bugün evimden çıkıp, kabre
gelince, Rabbimi ve dînimi ve Peygamberimi nasıl unuturum.
Melekler dediler ki, yâ Ömer biz de senin böyle cevâb verecegini
bilirdik. Lâkin bu heybetle gelip, süâl etmege me’mûruz.
Sonra, hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” mubârek gözlerini
açıp, Allahü teâlâ mubârek etsin, Ömer da’vâsının eri
imis, dedi.
Ba’zı rivâyetde mübâlaga etmisler ki, hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” meleklere cevâb verdikden sonra, herbirisini
bir eli ile saglam tutdu ki, söz veriniz ki, bundan sonra böyle,
ümmet-i Muhammedden bir ferde bu heybetle gelmeyesiniz.
Yemîn teklîf etdi. O iki melek hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” iltimâsına müsâde edip, ümmet-i Muhammede bu
sûretle gelmiyeceklerini iltizâm eylediler. Insâallahü teâlâ, bu
heybet ile gelmezler. Allahü teâlâ herseye kâdirdir.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” hilâfet müddetleri on
sene, altı ay, yedi gündür. Ömrü serîfleri altmısüç sene on gündür.
Ömrleri müddetinde, on hac yapdılar. Her seyin dogrusunu
Allahü teâlâ bilir. Ma’lûm olsun ki, hazret-i Ömerin “radı-
– 147 –
yallahü teâlâ anh” zikr olunan bu güzel menkıbeleri, kemâl günesinden
zerre degildir. Lâkin îmânı olanlara bu kadar yeter.
Eger kalbinde ta’assub hastalıgı yok ise, dahâ çok anlatılmasını
ister ise, sâbıkda zikr olunan (Bostânürriyâd) ve (Safvetüssafve)
adlı kitâblara baksın ve (Tefsîr-i kebîr)de, Kehf sûresinin
onuncu âyetinin tefsîrine baksınlar. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının
(Müslimânların iki göz bebegi) kısmını da lütfen okuyunuz!]
Elliikinci Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ”
(Meâlim-üt-tenzîl)de, Sûre-i Bekarada, meâl-i serîfi, (Ey
mü’minler, siz makâm-ı Ibrâhîmi nemâzgâh [nemâz kılınacak
yer] ahz edin!) olan (126.cı) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, rivâyet
etmisler ki; bize Abdülvâhid el Melîhî haber verdi. Ona Ahmed
bin Abdüllah Nâimî, ona Muhammed bin Yûsüf ve ona
Muhammed bin Ismâ’îl ve ona Müseddid ve o da Yücâdan ve o
da Hamîdden ve o da Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
bildirmisdir. Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri buyurdu ki, vallahi ben Allahü teâlâ hazretlerine üç
seyde muvâfakât etdim ve Rabbim celle sânühü hazretleri de
bana üç seyde muvâfakât etdi. 1– Yâ Resûlallah, ne olaydı makâm-
ı Ibrâhîmi musallâ ittihâz edeydiniz [nemâz kılınacak yer
yapsaydınız], dedim. Hemen Allahü tebâreke ve teâlâ meâl-i
serîfi, (Ey mü’minler, siz makâm-ı Ibrâhîmi nemâzgâh edinin!)
olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. 2– Dedim ki, yâ Resûlallah! Sizin
yanınıza biz de geliyoruz. Fâsıklar da geliyor. Ne olaydı ümmehât-
ı mü’minîne hicâb ile emr buyursaydınız. Hemen Allahü
teâlâ azze sânühü hazretleri hicâb âyetini inzâl etdi. 3– Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ba’zı hanımları birbirleri
arasında nizâ’ etmisler idi. Bu hâdiseyi isitip, Onlara vardım.
Böyle yapıp, Resûlullahı üzerseniz, Allahü teâlâ, kendi
Resûlüne sizden hayrlı hâtunlar verir, dedim. Hemen Allahü
teâlâ; meâl-i serîfi, (Resûlüm, eger sizi bosarsa, Onun Rabbi, sizi
pek yakında, sizden hayrlı hanımlar ile degisdirir...) olan Tahrîm
sûresi besinci âyetini gönderdi.
Elliüçüncü Menâkıb: Yine Imâm-ı Begavî “rahimehullahü
teâlâ” (Meâlim-üttenzîl)de sûre-i Bekarada; meâl-i serîfi
– 148 –
(Senden içki ve kumarı sorarlar ise, onlara de ki, ikisi de büyük
günâhdır ve insanlara menfe’atleri vardır. Günâhı, zararı,
fâidesinden büyükdür, çokdur) olan ikiyüzondokuzuncu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyân buyurmuslardır ki, bu âyet-i
azîme nâzil oldu. Ömer bin Hattâb ve Mu’âz bin Cebel ve ensârdan
bir ferd “radıyallahü teâlâ anhüm” Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine geldiler. Dediler ki,
yâ Resûlallah! Bize içki ve kumar hakkında fetvâ ver. Zîrâ içki,
aklı gidericidir. Kumardan murâd kârdır. Malın yok olmasına
sebeb oluyor. Hemen Allahü teâlâ azze sânühü bu âyet-i
kerîmeyi inzâl buyurdu. Cümlenin kavli ki içkinin kötülügü
hakkında müfessirlerin beyân buyurdukları üzere budur ki,
muhakkak ki, Allahü tebâreke ve teâlâ içki hakkında, Mekke-i
Mükerremede dört âyet-i kerîme gönderdi. Meâl-i serîfi, (Size
hurma ve üzümden elde edilenleri içiririz. Iste bunda da aklını
kullanacak bir kavm için bir alâmet vardır) olan Nahl sûresi
67.ci âyet-i kerîmesi, bunlardan biridir. Müslimânlar o sıralarda
içki içerler idi. Müslimânlara halâl idi. Sonra, Ömer ve
Mu’âz “radıyallahü anhümâ” içki ve kumarın hükmünü sordu.
Bekara sûresi 219.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, muhakkak
Allahü teâlâ önce büyük günâhdır buyurmakla, içkinin harâmlıgına
isâret etdi. Sonra, insanlara fâideleri vardır buyurmakla,
içkinin halâllıgına isâret etdi. Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden
sonra, Eshâb-ı kirâmın ba’zısı büyük günâh buyuruldugu
için, içkiyi terk etdi. Ba’zısı insanlara fâidesi vardır buyuruldugu
için, terk etmedi. O sırada Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri, birkaç sahâbeyi ziyâfete da’vet
etdi. Onlara içki getirdi. Içip, serhos oldular. Aksam nemâzı
oldu. Cemâ’at ile nemâz kıldılar. Imâm olan, (Kâfirûn) sûresini
okudu. Ikinci âyet-i kerîmedeki (Lâ) lafzını okumadı, terk
etdi. Allahü teâlâ bundan sonra meâl-i serîfi, (Ey îmân edenler!
Ne söylediginizi bilmeniz için serhos oldugunuz zemân nemâza
yaklasmayınız) olan Nisâ sûresinin kırkikinci âyet-i kerîmesini
gönderdi. Serhoslugu, nemâz vaktinde harâm kıldı. Bu
âyet-i kerîme nâzil olunca, bir kısmı temâmen içkiyi yasak etdiler.
Dediler ki, nemâza mâni’ olan seyde hayr yokdur. Bir
– 149 –
kısmı da, nemâz vaktinin hâricinde içerler idi. Hattâ bir kisi
yatsı nemâzını edâ etdikden sonra içki içer, sabâha kadar serhoslugu
giderdi. Sabâh nemâzını kıldıkdan sonra içenin ögle
nemâzında serhoslugu gider idi. Abbâd bin Sâmit bir ziyâfet
hâzırladı. Müslimânlardan birkaç kisiyi da’vet etdi. Sa’d bin
Ebî Vakkâs onların içinde idi. Abbâd ise, bir deve bası kızartmısdı.
Yidiler ve içki içdiler. Sonra basladılar nesebleri ile iftihâr
etmege ve si’rler söylemeye. Sa’d bir kasîde okudu ki, o
kasîde, kendi kavmi Kureysi medh ediyordu. Ensârdan ba’zıları
ile sert nizâ etdiler. Sa’d kalkıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u serîflerine varıp, ensâr
ile olan nizâlarını anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” orada hâzır idi. Dedi ki, (Yâ Rabbî, bize içki hakkında
kesin emrini bildir.) Hemen Allahü teâlâ hazretleri meâl-i
serîfi, (Ey îmân edenler! Içki, kumar, putlar, kumar okları, pisdir,
seytân isidir. Bunlardan sakınınız ki, felâh bulasınız. Seytân
içki ve kumar ile aranızda düsmanlık, bugz meydâna getirmek
ister. Böylece Allaha ibâdetden ve bilhâssa nemâzdan
alıkoyar. O hâlde onlara artık son vermez misiniz!) olan Mâide
sûresinin 90-91.ci âyet-i kerîmelerini gönderdi. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Biz ona son verdik,
yâ Rabbî.)
Ellidördüncü Menâkıb: Yine Imâm-ı Begavî “rahimehullahü
teâlâ” (Meâlimüttenzîl)de sûre-i Bekaranın, meâl-i serîfi
(Kadınlarınız çocuk yetisdiren tarlanızdır. O hâlde tarlanıza dilediginiz
gibi varın...) olan 223.cü âyet-i kerîmesinin tefsîrinde
beyân etmisdir. Bize Ebû Sa’îd Ahmed bin Ibrâhîm Süveyhi haber
verdi. Ona Ebû Ishak Sa’lebi, ona Abdüllah bin Hâmid Isfehânî,
ona Muhammed bin Ya’kûb, ona ibnil Münâdî, ona Yûnüs,
ona Ya’kûb Kumî haber verdi. O Ca’fer ibni Mugayreden
rivâyet eder. O Sa’îd bin Cübeyrden, o Ibni Abbâsdan “radıyallahü
anhümâ” rivâyet eder. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
huzûr-u serîflerine geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Ben helâk
oldum. Habîbullah hazretleri buyurdular ki, nedir o sey ki,
seni helâk eyledi. Dedi ki, dün gece hanımım ile sünnete uygun
– 150 –
olmıyan bir seklde berâber oldum. [Rahl lügâtde devenin semerine
derler. Bu makâmda rahlin tahvîlinden murâd, avreti
ile sünnete uygun olmıyan seklde muvâka’a etmekdir. Ya’nî,
ehlimle sünnete uygun olmıyarak yakın oldum, demekdir.] Resûl-
i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri aslâ
cevâb vermedi. Allahü teâlâ hazretleri o vakt bu âyet-i kerîmeyi
inzâl buyurdu. (Bekara sûresi 223.cü âyet-i kerîmesi.) (Kadınlarınız
ile istediginiz seklde ve istediginiz zemân cimâ edebilirsiniz.
Yalnız livâta seklinde ve hayz zemânında yaklasmak
harâmdır.)
Ellibesinci Menâkıb: Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ
anh” sânı ile alâkalı inzâl olan âyet-i kerîmeler: Önce diyelim
ki, Onun sânını bildiren âyet-i kerîmeler Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gönderilmisdir.
1– Bunlardan birisi; meâl-i serîfi (Ey Resûlüm! Cebrâîle düsman
olanlara de ki, ona düsmanlıga sebeb yokdur. O, Allahü teâlânın
emri ile Kur’ân-ı kerîmi senin kalbine, dahâ önce inen kitâblara
muvâfık olarak, mü’minleri hak dîne hidâyet ve Cennete
gireceklerini müjdeledigi hâlde indirdi. Bir kimse Allahü teâlâya,
Meleklerine, Peygamberlerine, Cebrâîle ve Mikâîle düsman
olursa, Allahü teâlâ kâfirlere düsmandır) olan Bekara sûresinin
doksanyedi ve doksansekizinci âyet-i kerîmeleridir. Bu
âyet-i kerîmelerin nüzûl sebebi su idi. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” der ki, Ibni Suryâ adlı bir yehûdî, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerine
geldi. Çok delîller söyledi. Hüccetleri [delîlleri] bitdi. Dedi
ki, yâ Resûlallah! Gökden sana hangi melek gelir. Buyurdular ki,
Cebrâîl gelir. Dedi, eger Mikâîl gelse idi, sana îmân getirirdim.
Zîrâ Cebrâîl düsmanımızdır. Bizim ile çok düsmanlıklar etmisdir.
Bize kat’i düsmanlıgı o oldu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bizim
Peygamberimize Buhtunnasar adlı kisi tarafından Beyt-ül-mukaddes
harâb olsa gerekdir diye vahy etdi. Peygamberimiz de bize
haber verdi. Biz de, Buhtunnasârı katl edecek kuvvetli bir kisiyi
bulduk. O vakt Cebrâîl aleyhisselâm gelip, onu katl olunmakdan
kurtarmıs. O merde demis ki, eger Hüdâ-i Rabbil âlemîn
irâde etmis ise, sizi onun üzerine musallat etmez. Eger irâ-
– 151 –
de etmemis ise ne sebeb ile onu katl edersiniz. O merd [yigit] de
bu sözü ondan kabûl edip, geri dönmüs. O vaktden beri Cebrâîli
düsman tutarız. Bir kerre de dediler ki, onların Cebrâîl ile
düsmanlıklarına sebeb odur ki, inançlarınca, Cebrâîl aleyhisselâma
demislerdi ki, Peygamberligi bize getir. O gayriye götürmüs.
Imâm-ı Süddî der ki, Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin bir âdeti var idi. Gidip-geldigi yolu yehûdîlerin
toplandıgı yere ugrardı. Varıp, onların yanına girerdi. Onların
sözünü dinlerdi. Onlar ile konusurdu. Onlar, yâ Ömer! Biz
seni Muhammedin eshâbının hepsinden çok severiz. Zîrâ onlar
gelip-geçerken, bizim üzerimizden geçerler. Bizi rencîde ederler.
Sen bizi incitmezsin. Hattâ dersimizi dahî dinlersin. Seni
onun için severiz, derler idi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdu ki: Allahü teâlâ hakkı için ki, ben sizin yanınıza
dost olmak için gelmem. Size birseyler sormamdan maksad, hâsâ
ki dînimden sübhem oldugundan degildir. Süâlime sebeb
odur ki, sirkinizin aslını iyice ögreneyim. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sânındaki eserlerini ve burhânlarını
ve ni’metlerini [üstünlüklerini] sizin kitâblarınızda çok
görürüm. Siz bedbahtlıgınızdan ve kötü düsünceli oldugunuzdan
îmân getirmezsiniz. Dediler ki: Yâ Ömer! Hazret-i Muhammede
devâmlı hangi melek gelir. Hazret-i Ömer buyurdu: Cebrâîl
aleyhisselâm gelir. Dediler; biz Cebrâîli sevmeyiz. Muhammedi
bizim sırlarımıza muttâli’ eder. Bir yere gelen azâbı veyâ
kıtlıgı veyâ yıldırımı Cebrâîl getirir. Mikâîl iyidir ki, sulhu, emniyyeti
ve bol ni’meti getirir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdu: Ey bîçâreler! Siz Cebrâîl aleyhisselâmı bilirsiniz
ve Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
inkâr mı edersiniz. Ben sehâdet ederim o kimseye ki, hazret-i
Cebrâîli düsman tutar, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
düsmanı olur. Oradan Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerine geldi. Cebrâîl aleyhisselâm
ondan önce gelip, yukarıda bahs edilen âyet-i kerîmeyi getirmisdi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
hazret-i Ömere okuyup, buyurdu ki, (Yâ Ömer! Senin Rab-
– 152 –
bin sana muvâfakat etdi). Hazret-i Ömer sâd olup, Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerine sükr etdi. Buyurdu ki; bundan sonra,
kendimi dîn-i islâm üzerine tasdan katı buluyorum.
Isâret: Sübhânallah. Yehûdîler, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmı,
bizim dînimiz vilâyetinin izzeti onun sebebi ile harâb olmusdur,
diye düsman tutarlar. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri
buyurur: Cebrâîl her ne yaparsa, bizim emrimiz ile yapar. Râfizîler
ve mübtedi’ler [bid’at sâhibleri], Ebû Bekri ve Ömeri “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerini niçin düsman tutarsınız.
Onlar, hilâfet hazret-i Alînin hakkı idi, ondan aldılar; diye düsman
tutarlar. Bu sözleri yalandır ve bühtândır. Zîrâ eger onun
hakkı olsa idi, kendileri alırdı. Ey yehûdî! Sen Cebrâîli düsman
tutarsın. Biz onu dost tutarız. Eger sizin helâk ve azâbınız, Cebrâîlin
elinde oldu ise, kâfirlerin helâk olması lâyıkdır. Bizim Resûlümüzün
zaferi, nusreti Cebrâîl ile oldu. (Rabbiniz size nisânlı,
bes bin melek ile imdâd edecekdir). [Âl-i imrân sûresi 125.ci
âyet-i kerîme meâli.] Yâ Râfizî! Siz Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerini düsman tutarsınız. Biz dost
tutarız. Sizin helâkınız onların sebebi ile olursa, lâyıkdır. Islâmiyyetin
nusreti onlar sebebi iledir. (Onlar gayba îmân ederler!)
(Ey Habîbim! Sana, Allah ve mü’minlerden sana tâbi’
olanlar yetisir!) [Enfâl sûresi 64.cü âyet-i kerîme meâli.]
2– Bir âyet-i kerîme de sudur: Ömer bin Hattâb “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri, dinde gayret sâhibi, merd bir zât-ı serîf
idi. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
harem-i serîflerinde, bir gün dedi ki, ne olaydı, emr geleydi
de, Resûlullahın se’âdethânelerine destûrsuz girmeselerdi.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazret-i Ömerin sözüne muvâfık
bu âyet-i kerîmeyi gönderdi. (Ey îmân edenler! Resûlümün evine
yemege da’vet olunmaksızın ve vaktine bakmaksızın girmeyin.)
[Ahzâb sûresi 53.cü âyet-i kerîme meâli.] Ibni Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” buyurdular ki, bu âyet-i kerîme bir
grub hakkında nâzîl olmusdur. Onlar Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ta’âmı vaktini gözleyip, o
vaktde varıp, Resûlullahın yanında otururlar idi. Ta’âm gelir
yirler idi. Sohbet ederlerdi. Dısarı gitmezlerdi.
– 153 –
3– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hizmetçisini,
hazret-i Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” çagırması için
gönderdi. Kaylûle vakti idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
uyumusdu. O hizmetçi bagırdı. Uyanmadı. Kapıyı açıp,
içeri girdi. Hazret-i Ömerin teninden bir mikdâr açılmısdı. O
hizmetçi hemen dısarı çıkdı. Dedi ki, ey Allahım, Ömeri sen
uyandır. Bir kerre dahâ bagırdı. Hazret-i Ömer uyandı. Hizmetçinin
içeri girip, açılan yerini gördügünü anladı. Üzüldü. Ne
olaydı, sabâh vakti ve kaylûle vakti ve aksam vakti, bu üç vaktde,
halk evlerinde uyurlar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden
buyruk nâzil olsaydı da, birbirinin evine izn ile girselerdi.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” sözüne muvâfık Allahü
teâlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Ey îmân edenler! Sizin
mülk-i yemîninizde olan kız, erkek, köle ve hür çocuklarınızdan,
bülûg çagına ermiyenler, üç vaktde yanınıza girerken, izn
istesinler. Zîrâ sabâh nemâzından önce, ögle vaktinde ve yatsı
nemâzından sonra örtünmeniz zor olur. [Elbiseler degisdirilir.]
Bu üç vaktin dısında, birbirinizin yanına girmenizde size, hizmetçi
ve çocuklarınıza günâh yokdur. Allah size hükm âyetlerini
böylece bildiriyor. Allah sizin hâlinizi bilir. Ve islâmiyyetin
hikmetini icrâ eder. Çocuklarınız bülûg çagına erisince, onlardan
önce bâlig olanların izn istedigi gibi her vaktde izn istesinler.)
[Nûr sûresi 58.ci âyet-i kerîme meâli.]
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” uyumus idi. Hizmetçinin bagırması
ile uyanmadı. Avret yerini gördü. Uyanmadı. Uyanınca
üzüldü. Biz gâfiller, bu kadar âsî ve bîçâre [çâresiz] kullarız. Allahü
teâlâ çagırıyor, uyanmıyoruz. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” çagırıyor, uyanmıyoruz. Melekler dâimâ günâhlarımızı
görüyor. Uyanmıyoruz. Allahü teâlâ hazretleri hergün,
gafletden uyansınlar diye, binlerce günâhımızı görür, örter.
Nicelerini afv eder, yine korkmuyor, uyanmıyoruz.
Nükte: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
gönlünün gamlanmasından dolayı bu üç vaktde, bütün çocukları,
Allahü teâlâ anadan ve babadan geri tutmusdur. Kıyâmet
gününde âsîlerin gönlünün gamından dolayı, ayrılık atesini gönüllerden
uzak tutması acâib degildir.
– 154 –
4– Mekke-i mükerreme ileri gelenlerinden bir cemâ’at, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ugradılar.
Bakdılar ki, meclis-i serîflerinde Suheyb-i Rûmî ve Habbâb
bin Erat ve Bilâl-i Habesî ve Ammâr bin Yâser ve Selmân-ı Fârisî
oturmuslar “radıyallahü teâlâ anhüm.” Bunlar, üzerinde
yün elbise bulunan fakîr sahâbîler idi. O cemâ’at dediler ki, ey
Muhammed! Râzı oldun mu, bir gruba ki, senin etrâfında oturmuslardır.
Biz gelelim, onlar ile oturalım mı? Hâlbuki bunlar
bizim kullarımızdır [kölelerimizdir], hizmetçilerimizdir, câriyelerimizdir.
Bunları kendinden uzak tut. Tâ ki, biz sana tâbi’ olalım.
Bir rivâyetde gelmisdir ki, dediler, yâ Muhammed! Sen sedirde
otur. Biz senin etrâfında oturalım. Onları uzak oturtup,
bizler onların yününden ve hırkalarından râhatsız olmıyalım.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Mü’minleri kendi yanımdan uzaklasdıramam). Onlar da dediler
ki, bize ayrı meclis ile toplantı yap. Bizim senin yanındaki fazîletimizi
bilsinler. Onlar ile berâber olmamız, bize ar olur.
Kavmimiz bizi bunlar ile oturmus görmesin. Biz gelince onlar
meclisden kalksınlar. Onlar gelince biz kalkarız. Sen yine onlar
ile oturmaya devâm edersin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdu: (Peki!), Onlar dediler ki, bu cümle üzerine
bize bir nâme yaz. [Ya’nî bir kâgıda yaz.] Server-i kâinât kâgıd
istedi. Nâme yazmak için Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini
çagırdı. Allahü teâlâ hazretleri, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm
hazretleri ile bu âyet-i kerîmeyi gönderdi: (Sabâh-aksam
Rabbine ihlâs ile düâ eden kimseleri yanından uzaklasdırma.
Müsriklerin îmâna gelme hesâbı senden, senin hesâbın da onlardan
sorulmaz! Kâfirler îmâna gelsinler diye mü’minleri yanından
kovarsan zâlimlerden olursun!) [En’âm sûresi 52.ci
âyet-i kerîme meâli.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
yazıyı yazmadı.
Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki: Resûlullah,
mescidin bir kösesinde oturmusdu. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize okudu:
(Âyetlerimize inananlara selâm ver ve de ki, Rabbiniz size rahmet
etmegi üzerine almısdır. Sizden biriniz, zararını düsünme-
– 155 –
den bir günâh islese, sonra bir dahâ yapmıyacagına azm ederek
tevbe etse, hâlini düzeltse, Allahü teâlâ onun günâhını bagıslar.
Ve tevbesini kabûl etmekle rahmet eder.) [En’âm sûresi 54.cü
âyet-i kerîme meâli.] Resûlullah o seklde oturur idi ki, bizim
dizlerimiz mubârek dizlerine degerdi. Kalkmak isterler idi. Evvelâ
biz kalkardık. Resûlullahı oturur seklde bırakırdık. Sonra
o kalkardı. Buyurdu ki, Allahü teâlâya sükrler olsun ki, beni öldürmezden
evvel, bana emr etdi ki, (müslimânlardan bir grub
ile berâber bulunmaga sabr et.)
Ikrime “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Kureysden bir tâife
geldiler. Ebû Tâlibin yanına varıp dediler: Halk bizi Muhammed
ile oturur görürler ise, onlar da ona mutî’ olurlar. Ondan
sonra bizi o kullar [köleler] ile oturur görürler ve bizi kötülerler.
Var Muhammede söyle ki, onları yanından uzak etsin. Biz
de Ona îmân getirelim. Sonra Ebû Tâlib bu haberi Ona götürdü.
Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” dedi ki, böyle eyle yâ
Resûlallah, görelim dediklerini yaparlar mı ve sözleri üzere dururlar
mı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. [En’âm
sûresi 52, 53, 54.cü âyet-i kerîmeleri.] Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” bu âyet-i kerîmeleri isitdigi gibi, geldi, özr diledi. Söyledigi
sözlerden pismân oldu. Allahü teâlâdan hitâb-ı izzet geldi ki,
yâ Muhammed! Benden Ömere selâm eyle ki, senin menzilin
ve merteben bizim katımızda yüksekdir. Bu kadar zelle ile kendi
dergâhımdan seni red etmem. Senin özr dilemege gelecegini
bildigim için, selâmımı önce gönderdim. O yerdeki senin günâhını
yazdım. Özrden evvel rahmetimi mukâbilinde yazdım.
Onun ile olan baglılıgımız çok kuvvetlidir. Zelle ile kesilmez,
buyurdu.
(Isâret): Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyet-i kerîmede, Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini bes def’a andı [zikr etdi].
(Sana geldigi vaktde), (Îmân getirmek), (günâh islemek),
(Tevbe etmek), (Hâlini islâh etdi). Allahü tebâreke ve teâlâ,
hazret-i Ömeri bes nesne ile yâd etdi [zikr etdi]. (Selâmün aleyküm)
diyerek selâm etdi. (Sizin Rabbiniz vâcib kıldı), buyurarak
haber verdi. (Kendi nefsi üzerine rahmet etmegi), buyurarak
rahmet etdi. (Cehâlet ile bilmiyerek günâh isledi), diyerek
– 156 –
günâhdan ma’zûr tutdu. (Allah afv edici ve tevbeyi kabûl etmekle
rahmet edicidir), buyurarak afv etdi.
(Nükte): Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir günâh
isledi. Özr diledi. Allahü teâlâ, onunla böyle mu’âmele eyledi.
Hazret-i Ömerin dostları isitsinler ki, sâd olsunlar. Allahü teâlâ
dostlarını Ömere ortak eyleyip, bizim üzerimize selâm söyledi.
Ve rahmetine ortak etdi. (Rahmetim herseyi içine almısdır) buyurdu.
Meleklerini gönderdi. (Melekleri gönderdik) buyurmusdur.
Özrünü kabûl etdi. (Allah kullarının tevbesini kabûl eder)
buyurmusdur. Magfiret etdi. (Ey Resûlüm! Nefslerini isrâf
eden kullarıma, Allahın rahmetinden ümmîd kesmemelerini
söyle!) buyurmusdur.
5– Diger bir âyet-i kerîme sudur: Uhud cenginde Ebû Süfyân
henüz müslimân olmamıs iken bize dedi ki, (bizim uzzamız
var, sizin uzzanız yokdur.) Ömer ibnül Hattâb cevâb verip, buyurdu
ki, (bizim mevlâmız var, sizin mevlânız yokdur). Allahü
teâlâ hazretleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
kavline muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi. (... Mü’minlerin
yardım görmesi ve kâfirlerin kahr olması, Allahü teâlânın
mü’minlere velî olması ve yardım etmesidir. Kâfirlerin mevlâsı,
onların azâbını men’ eden bir yardımcıları yokdur.) [Muhammed
sûresi 11.ci âyet-i kerîme meâli.] Bu âyet-i kerîme, ehl-i
Mekkenin îmân getirmiyenlerini korkutucu ve tehdîd edici mâhiyyetdedir.
6– Diger bir âyet-i kerîme sudur. Münâfıklardan Abdüllah
bin Ebî Selül hasta oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” iyâdetine [hasta ziyâretine] vardı. Ibni Ebî Selül, Habîbullah
hazretlerine dedi ki, ben öldügüm zemân nemâzımı kıl.
Kabrim üzerinde dur. Bana düâ et. Kendi kaftanını kefen et.
Sonra Ibni Ebî Selül öldü. Resûlullah hazretleri diledi ki, nemâzını
kılsın. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah!
Onun üzerine nemâz mı kılacaksın. Hâlbuki o sana böyle böyle
isler etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu: Elini benden kaldır. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” de; gitme, dedi. Habîb-i ekrem yine o cevâbı verdi.
– 157 –
Üçüncü kerre, Server-i âlem buyurdu ki, eger bilse idim ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ rahmet eder. Yetmis kerre Allahü teâlâ
hazretlerinden ona istigfâr ederdim. Zîrâ ben istigfârda muhayyer
kılındım. Sonra, mubârek gömlegini kefen yapıp, kabre
koydu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” der ki, bu hâlde ben hayretde
kaldım. Allahü teâlâ ben kulunun kavline muvâfık su
âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu: (Münâfıklardan ölen kimselerin
nemâzını kılma. Kabri üzerinde durma. Çünki onlar, Allaha ve
Resûlüne îmân etmeyip, münâfık olarak öldüler.) [Tevbe sûresi
84.cü âyet-i kerîmesi meâli.] Resûl-i ekrem hazretleri bu âyet-i
kerîmeden sonra, hiçbir münâfık üzerine nemâz kılmadı. Kabri
üzerine durmadı. Ya’nî, ey benim Resûlüm! Düâ etme ki, eger
düâ etsen, icâbet etmesem, senin sânına noksanlık olur. Eger
icâbet etsem benim hikmetime lâyık olmaz. Kıyâmet gününde
ben derim ki, ey benim Resûlüm! Sen sefâ’at eyle, tâ ki, ben bagıslayayım.
Eger sefâ’at etmez isen, senin hasmetine uygun olmaz.
Eger rahmet etmesem benim keremime naks olur. Sen sefâ’at
et. Tâ ben bagıslayayım.
7– Diger bir âyet-i kerîme sudur: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”, Âise-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ”
hakkında, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile mesveret
etdi. Buyurdu ki, yâ Ömer! Sen hazret-i Âise hakkında söylenenlere
ne dersin. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki, yâ Resûlallah! Bir dahâ bu sözü dinlemeyiniz. (Bu büyük
bir iftirâdır.) Bu sözü söylemek ve kalbine getirmek kimsenin
haddi degildir. Hazret-i Âise pâk ve pâkizedir. Onlar ehl-i
îmândır. Allahü teâlâ hazretleri, hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” kavline uygun bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:
(Onu isitdiginizde, niçin bize o sözü söylemek yakısmaz! Yâ
Rabbî! Seni tenzîh ederiz. Bu Server-i âlemin hanımına atılan
büyük bir iftirâdır, demediniz!) [Nûr sûresi 16.cı âyet-i kerîme
meâli.]
8– Diger bir âyet-i kerîme sudur: Allahü tebâreke ve teâlâ
Âdem safîyullahın “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”
zürriyyeti sânında bu âyet-i kerîmeyi irsâl buyurdu: (Biz insanı
(Âdemi) muhakkak ki çamurun hulâsasından yaratdık. Sonra,
– 158 –
Âdemin neslini saglam bir yerde (rahîmde) bir nutfe (az bir su)
yapdık. Sonra, o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra,
kan pıhtısını bir parça et yapdık. O et parçasını da kemikler
hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra, ona baska
bir yaratılıs (rûh) verdik. Bak ki, sekl verenlerin en güzeli olan
Allahın sânı ne kadar yücedir.) [Mü’minûn sûresi oniki, onüç,
ondördüncü âyet-i kerîme meâlleri.] Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” bu âyet-i kerîmeyi okudu. Hayretde kaldı. (Kudreti
ve hikmeti sebebi ile Allahü teâlânın sânı büyükdür. Kudretlilerin
en güzelidir) dedi. Hazret-i Ömerin buyurdugu gibi,
âyet-i kerîme indi.
Bu zikr etdigim âyet-i kerîmeleri Kur’ân-ı azîmüssân tefsîrlerinden,
kudretim yetdigi kadar aldım. Bundan sonra o haberleri
zikr edelim ki, hocalarımızdan ve üstâdlarımızdan isitdik.
Insâallahü teâlâ.
Ellialtıncı Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkındaki
hadîs-i serîfler.
1– Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunur.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu:
Kıyâmet günü dîn-i islâm mahsere güzel sûretde ve süslenmis
olarak gelir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu durumu
bilir iken, sorar ki, sen kimsin. Islâm der ki, yâ ilâhel âlemîn!
Ben islâmım. Allahü teâlâ buyurur. Bunu Cennete iletin. Islâm
der ki, yâ ilâhel âlemîn. Beni azîz tutup, ikrâm eden kimseleri,
azîz tutup, ikrâm etmedikçe, bana yardım edenlere yardım etmeyince
ve bana yer verenlere, yer vermeyince, ben Cennete
gitmem. Allahü teâlâ emr eder ki, var o kimseleri getir ki, seni
azîz tutmusdur. Ve sana nusret etmisdir. O vakt islâm gelip,
halkın safları arasında gezer. O sırada Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerini görüp, elinden tutup, seslenir (bagırır) ve der
ki, Ilâhî! Bu o kimsedir ki, beni herkesin sürdügü zemân, bana
kendi yanında yer veren, kabûl eden, azîz tutandır. Halk beni o
vakt red etdiler. Bu kimse bana nusret [yardım] etdi. Halk beni
kendilerinden uzak etdiler. Bu zât beni azîz etdi. O vakt halk
beni zelîl etdiler. Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur: Onu Cennete
ilet. Islâm der ki, yâ Rabbel âlemîn! Tâ kıyâmete dek, her
– 159 –
kim (hazret-i Ömeri sever) beni sever, onları da Cennete iletmeyince
bunu iletmem. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl buyurur.
Öyle yap! Islâm mahserde safların arasında dolanır. Her
kim ki, hazret-i Ömeri sever. Onun elini tutup, hazret-i Ömer
ile Cennete iletir.
2– Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet eder. Buyurdu: Yâ
Ömer! Cebrâîl “aleyhissalâtü vesselâm” benim yanıma geldi.
Dedim, yâ Cebrâîl! Bana, Ömer bin Hattâbın göklerdeki fazîletinden
haber ver. Dedi ki, yâ Muhammed “sallallahü aleyhi
ve sellem”! Ömerin göklerdeki fazîletlerinden ve menâkıbından
eger sana haber verirsem, hazret-i Nûh alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâmın ömrünce ki, kavmi yanında bin seneden
elli sene eksikdir, henüz fazîletlerini söylemege kâdir olamam.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurur: (Korkunuz! Ömerin hısmından ki, o gadablı olunca,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ondan ötürü gadablı olur.)
3– Sa’îd bin Cübeyr, Ibni Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anhüm”
rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurur ki: Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma
geldi ve dedi ki: Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes
hazretleri buyurdu ki, Ömere benden selâm et! Ona haber ver
ki, Onun rızâsı benim hükmümdür. Onun hısmı benim adlimdir.
4– Gudayf bin Hâris “radıyallahü anh” rivâyet eder. Bir
genç, Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü anh” yanına geldi. Ebû
Zer hazretleri o gence dedi ki, benim için Hak Sübhânehü ve
teâlâdan istigfâr et, afv edilmemi iste. O genç dedi ki, yâ Ebâ
Zer! Sen hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
sohbetinde bulunmussun. Ben senin nasıl afv olunmanı isterim.
Ebû Zer; “olsun, iste” dedi. Genç dedi, bana haber ver
ki, ben de ne hayrlı isâret gördün ki, benim düâmı ve istigfârımı
istersin. Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki; Bundan
dolayı ki, sen hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” önünden
geçiyordun. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu iyi gençdir, buyurdu.
Ben ki, Ebû Zer’im. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
– 160 –
ve sellem” hazretlerinden isitdim ki, buyurdu: (Allahü teâlâ,
dogru sözü, Ömerin dili üzerine koymusdur.)
5– Ya’lâ bin Ziyâd rivâyeti ile, hazret-i Hasen “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki: Bir vakt hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” Ebû Zer hazretlerinin elini tutup, sıkdı. Ebû Zer,
elimi bırak, incitdin, yâ islâmın kilidi, dedi. Hazret-i Ömer, yâ
Ebâ Zer, bu söyledigin nasıl bir sözdür. Ebû Zer dedi ki: Yâ
Emîr-el mü’minîn, aklında mıdır (hâtırlar mısın), falan vakt,
falan günde ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: Eger aranızda yayılacak fitnelerden korkuyor
iseniz, Ömerin bereketi ile onlar size erismez. Yâ Ömer,
sen islâmın kilidisin.
6– Hazret-i Enes “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ömerin yüzüne
bakıp, güldü ve buyurdu. Yâ Hattâb oglu! Bilir misin niçin
tebessüm etdim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”,
Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Se’âdetle buyurdu: (Ondan
dolayı güldüm ki, Allahü teâlâ, Arefe gecesi Arafatda bulunanlara
inâyet nazarı ile nazar etdi. Sana husûsî olarak nazar
etdi.)
7– Âise-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ ve ebîhâ” hazretlerinin
rivâyeti ile, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Meclislerinizi Ömer bin Hattâbı anarak zînetlendiriniz!)
8– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu.
Sâlihler zikr olundugu zemân, siz Ömerin zikri ile olun.
Zîrâ biz ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” eshâbıyız.
Hepimiz sekîne ve ârâmın Ömerin dili üzerine olduguna,
ittifâk etmisiz.
9– Mubârek bin Fudâle, Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdu: (Insan oglundan baskası, kendisi gibi bin
kimseden dahâ kıymetli olamaz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
ise bin mislinden dahâ hayrlıdır.)
10– Huzeyfetebni Yemândan “radıyallahü anh” rivâyet edil-
– 161 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:11
misdir. Islâm, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemânında
makbûl kimseye benzer idi ki, yakınlıgı artardı. Ömerden
“radıyallahü anh” sonra islâm, arkasını dönmüs kimseye benzerdi.
Uzaklıgı artardı.
11– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
rivâyeti ile gelmisdir. Dedi ki: Üç kimsenin firâseti gâyet iyi
oldu. a) Mısr azîzinin firâseti. Hazret-i Yûsüf aleyhisselâm hakkında
firâset edip, kendi zevcesine dedi ki, bunu mükerrem tut.
Olur ki, ondan bize menfâ’at erisir. b) Suayb aleyhisselâm hazretlerinin
kerîmesinin firâseti ki, hazret-i Mûsâ aleyhisselâm
da’vete gelmisdi. Babasına dedi ki, yâ baba. Onu ücret ile tut.
Kavî ve emîndir. c) Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin firâseti ki, kendinden sonra, hilâfeti
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine verdi ki, onda
adâlet fehm etdi. Bir gün hazret-i Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü
teâlâ anh” dısarı çıkdı. Üzerinde çok güzel bir elbise vardı.
Bu elbiseyi bana kardesim, dostum, sâdıkım ve safiyyim
Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” giydirdi, buyurdu.
12– Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu:
(Eger benden sonra Allahü teâlâ Peygamber gönderse
idi, Ömeri gönderirdi. Allahü tebâreke ve teâlâ iki melek ile
ona kuvvet vermisdir. Bunlar ona kuvvet verir. Ondan bir hatâ
meydâna gelecek olsa, ondan döndürürler. Dogrusunu yapdırırlar.)
13– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” rivâyet etmisdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Insanlar birsey söyledi. Ömer de o husûsda bir
sey söyledi. Ömerin kavline muvâfık olarak Kur’ân-ı azîmüssân
nâzil oldu.)
14– Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile gelmisdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Benden sonra, Allahü teâlânın müsâfeha etdigi,
ya’nî yakın oldugu kimse, Hattâb ogludur. O kimse, Hak sübhânehü
ve teâlânın kudreti ile elini tutdugu, feryâdına erisdigi,
selâm verdigi, Cennetine koydugu kimsedir. O Ömer bin Hat-
– 162 –
tâbdır. Bu makâmda yakınlık mekân ile olmaz. O yakınlıgı Allahü
teâlâ ve ben bilirim. Ona bir kerâmet ve bir ni’met verir ki,
baskalarına bu mertebe ve yükseklik olmaz.)
15– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri;
(Seytân Ömeri gördügü vakt, Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
heybetinden yüzü üzerine düserdi) buyurdu.
16– Fadl bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etmisdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu ki: (Ömer bin Hattâb benimledir. Ben Ömer bin Hattâb
ileyim. Benim vefâtımdan sonra, Hak sübhânehü ve teâlâ
Ömer iledir. Her nerede olursa olsun, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin hıfz ve emânında olur.)
17– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet
etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Ömerin müslimân oldugu gün, Cebrâîl aleyhisselâm benim
üzerime nâzil oldu. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”
müslimân oldu diye meleklerin birbirine müjde verip, sâd olduklarını,
bana haber verdi.)
18– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmisdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ
Ömer ibnül Hattâb! Sen benim ümmetim üzerine berekâtsın.
Allahü tebâreke ve teâlâ senin sânında göndermisdir. Nâfile
ibâdetlerden, zikr ve Kur’ân-ı kerîm okumagı gündüz kaçırdıklarını
gece, gece kaçırdıklarını gündüz kazâ et.)
Reply
#2
Thnks
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)