Thread Rating:
  • 1 Vote(s) - 1 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fetavay-i Hindiyye Talak 2.Bölüm (islamda Boşanma)
#1
Fetavay-i Hindiyye Talak 2.Bölüm (islamda Boşanma)

5- HASTA KİMSELERİN TALÂKI

Hasta Kimselerin Talâkı


Hucenrîî : «Bir kimse,.karısını, sıhhatli halinde veya hasta iken, —kadının rızâsı ile veya rızâsı— nc´î olarak bir talâk boşadiğı za­man; kadın, iddetini beklerken bu koca, ölürse bil-iemâ, bunlar birbirlerine vâris olurlar.

Bu kadın, boşandığı sırada, kitabiye veya memlûke olduğu hal­de, iddeti içinde müsîüman olsa veya hürriyeti verilse; bu durum­larda da, ölen kocasının malına vâris olur.» demiştir. Sirâcü´I - Veh-hâc´da da böyledir.

Şayet, koca, karısını, bâin talâkla veya üç falâk boşadik-lan sonra, ölürse; kadın da iddelİ icin-Je bulunursa; bize göre vâ­ris olur. Koca, kadının iddeti bittikten sunra Ölürse; bu dtrunıda, kadın, vâris olamaz.

Bu, kadının boşanmayı istememesi halindedir. Fakat, koca, ka­dının isteği üzerine, ona boşarsa; kadına miras yoktur. Muhıyt´te de böyledir.

Fakat, kadına, talâkı zoraki istettirilmisşe; bu durumda, kadın, vâris olur. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Bunada ehliyetin vücûduna itibar, boşama vaktinden ölüm zamanına kadardır. Bedâî´de de böyledir.

Mebsüt´da : Eğer, kadın; kocasının hastalık anındaki bo­şaması sırasında, câriye veya kitabiye olur; sonra da, azâd edilmiş veya imân etmiş bulunursa; ona miras yoktur. Cânıii Kebîr Şer-hi´nde de böyledir.

Hasta bir kimse, eğer karışım üç talâk boşadıktan sonra kadın irtidad eder; sonra tekrar mÜsKiman olur; bilâhare de kocası, ölür­se; kadın iddeli içinde de o´sa, ona miras yoktur. Serahsî´nin Mu-hıyiı´nde de böyledir.

Bir koca, irtidad etse, sonra da öldürülse veya dâr-i har­be iltihâk etse yahut mürted olarak dar-i islâm´da ölse; karısı ona vâris olur.

Fakat, kadın irtidad eder, sonra da ölür veya dâr-i harbe gider­se; eğer sıhhatli iken irtidâd etmişse; kocası, ona vâris olama.-: Kğer, hasta hâlinde iken irtidâd etmişye; kocası ona, vâris olur. Bu, istihsânen böyledir.

Şayet, karı - koca, birlikte irtidad ederler sonra da, onlardan birisi, İslâm´a döner; bilâhare de onlardan birisi ölürse; eğer, onlar­dan müslüman olan ölürse; mürted olan, ona vâris olamaz. Eğer, mürtet ölürse ve bu mürted de, koca olursa; müslüman olan, karısı ona vâris olur.

Eğer, ölen mürted, kadın ise, irtidadı da hastalık vaktinde olmuşsa; müslüman olan kocası ona vâris olur.

Eğer, kadının irlidâdı, sıhhatli iken olmuşsa; kocası ona vâris olamaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Hasta olan bir kocanın oğlu, kadına, zoraki cima´ ederse, kadın vâris olamaz.

Asi Kitab´mda: Yalnız, babası bunu, oğluna em ret misse; bu durum, müstesnadır. Oğlun yaptığı, aynlık hakkında, babasına in­tikâl eder ve sanki o bizzat kendisi yapmış gibi olur da, kaçmış sayılır. Muhıyt´te de böyledir.

Eğer, bir hasta, karısını üç talâk boşar; sonra da ona oğ­lu cima eder veya şehvetle öperse; kadın kocasının mahnş vâris olur. Serahsî´nin Muhıytı´nde de böyledir.

Hasta bir kimse, karısını üç talâk boşadıktan sonra, oğlu, o kadını, öpse; sonra da, adam ölse ve kadın iddeti içinde bulun­sa; bu kadına, miKs vardır. Muhıyt´te de böyledir.

Hasta olan bir kadın, kocasının oğluna mutavaat eylese; sonra da iddeti içinde iken, ölse; islihsânen, onun kocası, o kadına, vâris olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir hasta, karısını, bâin talâkla boşadıktan sonra iyleşse; bilâ­hare de Ölse; bu kadın, kocasına vâris olamaz. Nihâye´de de böy-ludir.

Bir kadın, kocasına : «Beni, rıc´î olarak boşa.» der; koca­sı da, onu, üç talâk veya bâin bir talâk boşarsa; bu kadın, vârjis, olur. Gâyetü´s - Sürûcî´dc de böyledir.

Hasta bir kimse, karısına : >
Bir kadın, nefsini, üç talâk boşasa; kocası da, ona, izin verse bu kadın vâris olur. Tebyîn´de de böyledir.

Âlimler, «hasta iken, karısını boşayan bir kimse, hakkın­da, şöyle demişlerdir : Hastalık müddeti iki yıldan fazla olan bir adam Ölür, ölümünden sonra da, —hamilelik müddeti altı aydan az olan— bir çocuk doğarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammcd (R.A.Ve göre, bu kadına miras yoktur. BedâîMe de böy­ledir

Firarın (mirastan kaçınmanın) hükmü, malına, hakkı ta-i:Iluk ettiği zaman sabit olur. O da, hastalık sebebiyle, ekseri he´âk korkusundan talluk eyler. Şöyteki :

Yatalak bir hasta, evinde —sağlıklı kişilerin yaptığı gibi— ih­tiyacını yerine getiremiyorsa, bu kimse hastadır.

Eğer, evinde ihtiyacını yerine getirmeye gücü yetiyor ve ken­disi şikâyet ediyorsa; firar edici ( = mirastan kaçıcı) sayılmaz. Çünkü; insan, ondan az zamanda hâlî kalır.

Sahih olan, evin haricinden ihtiyacını yerine getirmeye aciz olan kimsenin hasta kabul edildiğidir. Evde ayağa kalkamıyan, kü­çük ve büyük abdestlerini kendisi gidip yapamıyan kimse hastadır. Tcbyîn´de de böyledir.

Bir kadın, evin üzerine çıkamayacak kadar güçsüz ise; işte, o kadın hastadır; değilse hasta sayılmaz. Firar hükmü, o zaman sa­bit olur.

Hastalığında, helak korkusu galip olan da hastadır. Eğer, selâ­mca garipse; o, sıhhatli gibidir. Ve bu kadın, firar edici (= miras-i´^n kaçıcı) olmaz.

Mahsur olan; düşmanla karşr karşıya bulunan vahşî hayvanla­rın bulunduğu yere inen, gemide olan; habsedilen; veya recmedil-m iş olduğu halde, bedeni salim olan, kişinin selâmeti gâlipse; düş­manın baskınını def için kal´ada olması, hapisten kurtulmak, vahşi hayvanlardan kurtulmak gibi— bu şahıs sıhhatli sayılır. Eğer, bu şahıs, savaş için, kıtal için çıkarsa veya gemisi batıp bir tahta üze­rinde kalırsa; veya bir vahşi hayvanın ağzında olursa; bu dui-umlar-da gaip olan hâl, onun helak olmasıdır. Ondan firar tahakkuk ey­ler.

Felçli bir kimse, felci arttığı müddetçe, hasta gibidir. Eğer, fel­ci eski ve fazla değilse; bu kimse sahih (= sağlam) gibidir. Bu hâl­ler talâk ve*başka hususlarda, müessirdirler. Kâfî´de de böyledir.

Sıtma tutan da bunun üzerinedir. Bazı âlimler; bunu böy­le kabul eylediler. Sadru´l - Kebîr Bürhantil - Eimme ve Sadru´ş-- Şebîd Husâmü´l - Eimme de bununla fetva vermişlerdir. Muhıyt´te de böyledir.

Akciğer hastalığı olan bir kimsenin, bu hastalığı, —hafif olarak— uzayıp devam ederse; bu kimse, sahih (=sağlam) hük­mündedir.

Ancak, bu hastanın, hâlinin değişmesi dununu müstesnadır. Bedâi´de de böyledir.

Bizim arkadaşlarımız, bu hastalığın uzamasını, bir sene ile açıklamışlardır. Bu dert, bir sene devam ederse; hasta şahısi bundan, sonrasında sahih (= sağlam) gibi muameleye tâbi tutulur. Timurtâşî´de de böyledir.

Yalakta yatmayan, yara ve ağrı sahibi kimse, sağlam gibi­dir. Fetâvâyi Kârîîhân´da da böyledir.

Hasta, hastalığından kurtulunca; sahih (= sağlam) gibi olur. Bedâî´de de böyledir.

Bir koca, talâk hakkında zorlanıp öldürülmekle korku tu-lursa; bu zât, firar edici (= mirastan kaçıcı) olmaz. Şayet, hapis veya bağlama gibi şeylerle korkutulursa; bu durumda firar edici savı I n*. Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısını hastalığında, üç talâk boyadıktan son­ra, öldüriilse veya o hastalıktan değil de, başka bir sebeple Ölse, hu kadın için, miras vardır. Kâfî´de de böyledir.

Bir koca, karısını, hasta iken, boşamış olsa; sonra da, ka­dın, onu öldürse; bu kadın, vâris olamaz. Çünkü, öldürene miras yoktur. Serahsî´nin Muhiytı´nde de böyledir.

Bu hususta, kadın da, erkek gibidir.

Meselâ : Bir kadın, bulûğ muhayyerliğinden dolayı, ayrılık se­bebine baş vursa; sonra, azâd edilse ve kocasının oğlu cima eylese; irtidad etse veya benzeri şeyleri yapsa bundan sonra da, hastalık-tun ve başkasından söylediğimiz hasıl olsa; bu kadının mirastan kaçındığı için, kocası, ona vâris olur. Ve netice; kadın, firar edici olmaz. Ancak, bu kadın, kocası tarafından, boşandığı zaman, firar edici olur. Tebyîn´de de böyledir.

İnnet[1] sebebiyle bir kocanın, hasta karısı ile arası ayrılıp; bir sene geçtiği halde, kocası kadına vasıl olamazsa; hasta kadın, muhayyer olur.

Yani bu durumda, nefsini bosayabilir. Sonra da, iddeti bitme­den önce, koca ölse veya koca dâhil olduktan sonra, bâin talâkla, karısını bosasa; bilâhare de tenasül uzvu kesilse ve kadının iddeti içinde, aynı kadını nikâhlasa; kadın da, durumu bilse ve nefsini bo-şasa; ve iddeti içinde iken, kadın ölse; kocası ona vâris olamaz. Bu, iki mes´elede de böyledir. Telhıys Şerhinde de böyledir.

Bir koca, hasta olan karısına, kazf eder; kadı efendi de bunların arasını ayırır; bilâhare de iddetî içindeyken; kadın ölür­se; kocası ona vâris olamaz. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Hasta iken boşanan kadın, hayizlıysa ve onun hayzı da —be­lirli değil— muhtelif günlü ise; mirasda, en az olan gününü alırız. Hğer, hayızlı günleri belirli (= malum) ise ve kanı da kesilmiş ve günleri de on günden noksan ise; kocası, o kadın yıkanmadan önce, veya bir vakit namazı geçmeden Önce ölse; kocasına vâris olur. Keza, gusleder, fakat su isabet etmeyen yeri kalırsa; yine, varis olur. Zahîriyye´de de böyledir.

İnnet ve cüb [2] sebebiyle, kocanın hastalığında ayrılan, ka­dının iddeti bilmeden Önce, kocası ölse; ayrılığa kendisi razı oldu­ğundan, bu kadın kocasına vâris olamaz. Timurtâşî´de de böyledir.

Hastalığında,, karısına karz edip, onunla İânctleşen kimse, biî-icma, kadın, ona vâris olur.

Keza, koca, hasta olmadan karısına kazf eder; hasta olunca da, ´iânde bulunursa; İmâm Ebû Haııîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (K.A.) göre, kadın, kocasına vâris olur. Bedâi´dt de böyledir.

Bir kimse, hastalığında, cima etmemeye yemin eder; ye­min müddeti de, hasta iken geçerse; iddet içinde olduğu müddetcv; kadın, kocasına vâris olur.

Fakat, koca sıhhatli halinde, yemin eder; yemin müddeti de hasta iken, tamamlanırsa; kadın mirastan düşer.

Bir kimse, hastalığında : «Ben, seni hasta değilken, üç ta­lak boşadım ve sen de, iddetini tamamladın.» der; kadın da, bunu kabû! ettikten sonra, koca, kadının kendisinde alacağının olduğunu ikrar eylese veya ona bir vasiyyette bulunsa, bu miktar da, kadı­nın vâris olacağı mirastan az olsa; İmâm Ebû Hanîfe CRAJ´ye gü­re, bu borç o mirastan verilir.

İmâmeyıı´c göre ise, adamın ikrarı ve vasiyyeti caiz olur.

Bir kimse, kârısının isteğiyle, hastalığında, onu üç talâk boşadıkian sonra; bu şahıs, karısı bir borç ikrarında bulunsa, veya ona bir vasiyyette bulunsa; kadın için bundan azı vardır ve bil-icma mirastan da verilir, Sîrâcüîl - Vehhâc´da da böyledir.

Bize göre, koca, kadının iddeti bitmeden Ölürse o kadına her ikisinden de, azı verilir. Fakat, koca, iddet bittikten sonra ölür­se; o zaman, adamın İkrarının tamamı verilir, Füsûlü´I - İmâdlyye´-de de böyledir,

Bir koca, Öldüğü zaman, onun kansı : «Beni, bu adam ülüm hastalığında, üç talâk boşayıp öldü. Bense iddet içindeyim; dolay isiyle, bana, miras vardır.» der; diğer vârisler ise : «Seni, sıh­hatli iken boşadı. Sana, mîras yoktur» derlerse; bu durumda, fca-dınm sözüne itibar edilir. Zahıyre´dc de böyledir

Şayet, vârisler : «Sen, cariye idin. Ölümünden sonra, azâd edildin.» derler; kadın da : «Benim, hürriyetim zail olmadı.» derse: kadının sözüne itibar edilir. Gâyetü´s - Sürûcî´dc de böyledir.

Eğer, kadın, câriye olur ve kocası nzâd edildikten sonra cliir ve bu, kadın kendisinin kocasının sağlığında azad edildiğini" söylerse; vârisler İse, «bu kadının, kocasının ölümünden sonra, hür olduğunu iddia ederlerse; vârislerin sözüne itibar edilir.

Kadının efendisi : «Ben, onu, kocasının sağlığında azâd eyle­dim.» derse; onun süzü de, kabul edilmez.

Keza, eğer, kadın kitabiye olur ve islâmı kabul eder, kocası da ölürse; kadın; «Ben, kocamın sağlığında müslüman oldum.» der; vârisler de : «Hayır, sen, Ölümünden sonra, müslüman oldun» der­lerse; vârislerin sözüne itibâr edilir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böy­ledir.

Bu durumda, kadın : «Kocam, beni, uykuda iken boşadı.» der; vârisler ise : «Uyanık iken boşadı.» derlerse; vârislerin sözü müleberdir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, hastalığında, karısına : «Gerçekten, ben, seni sıhhatli iken, üç talâk boşadım.» veya : «Karımın anası ile cima eyledim.» «Karımın kızı ile, cima´ eyledim.»; «Onu, şahitsiz nikah­lamıştım.» «Nikâhtan önce, aramızda emişme vardır.» yahut : «Ben, onu iddeti içinde nikahladım.v der; kadın da, bunları inkâr ederse; kadın, bâİn olarak, boş olur ve rnirâsa sahip bulunur. Eğer, kadın, bunların doğruluğunu tasdik ederse; o zaman, ona miras yoktur. Füsûlü´I - Imâdiyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısını, Ölüm hastalığında,-üç talâk boşasa ve t!i.:e; kadın da, yemin etmeden önce : «İddetin bitmedi.» dase; eğer yemin edebilirse; miras alır; edemezse; alamaz.

Kadın, önce «iddetin bittiğini´» söyler; sonra da inkâr derse; yine, vâris olamaz.

Eğer, bir şey söylemez ve ıddetinin misli bitince, başka bir ko­caya gider; sonra da : «İddetim, tamam olmadığı.» derse; sözüne inanılmaz. Önceki kocasından ona, mîras yoktur. Onun, başka ko­caya gitmesi iddetinin bittiğine delâlet eder.

Şayet, bu kadın, kocaya gitmez; fakat : «Ben hayizdan kesildim ve üç ay iddet bekledim.» dedikten sonra, kocası ölürse; mirâsdan mahrum olur.

Ancak, bundan sonra, bir kocaya varıp, bir çocuk doğursa veya havı/ olsa, önceki kocasından, mîras almaya haklı olur. İkincinin nikahı ise, fasid (— bozuk, geçersiz) olur. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, karısına, sıhhatli olduğu zaman : «Ay başı ge-lince...» veya «Eve girdiğin vakit...» veya «Fidan öğle namazını kı­lınca...» veya «Filanca eve girdiğinde...» artık, sen boşsun.» der ve bunlar kocası hasta iken, olursa; kadın kocasına vâris olamaz. Fa­kat, koca bunları hasta iken söylerse; kadın, vâris olur. Ancak, bu hükümden, kadının, eve girmesi hali müstesnadır. Hidâye´de de böyledir.

Bir koca, eğer lalâkı bir şarta bağlar ve bu şart, kendi nef­sinin yapacağı bir iş olursa; bu durumda, yemin vaktine itibar olu­nur.

Koca, hasta olur; kadın da iddet içinde bulunursa; bu durum­da kadın, vâris olur. Ta´Iik (= şarta bağlama) ister, sağlığında, is­ter, hastalığında olsun veya ister, kendisi başlasın; ister, başlama­sın, müsavidir. Koca, eğer, şartı başkasının fî´line bağlarsa; yenlin zamanına veya yeminin bozulduğu zamana itibar olunur. Bunlar da müsavidir. Eğer, bu iki halde de, hasta ise, kadın vâris otur; de­ğilse, olmaz. Şöyle ki : Koca : «Filân gelince.» dese; yemin, o gelin­ce bozulur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Keza, semavî bir fiil (= iş, durum} sebebiyle taalluk ha­sıl olursa —aybaşının gelmesi ve buna beiızer şeyler gibi... — hü­küm yine böyledir. Muhıyt´te de böyledir.

Eğer, kadının fiiline taalluk edilir ve kadın, kendisi başlar­sa; vâris olamaz.

İster, fiil ve ta´lik ikisi de, hastalığında; isterse, ta´lık, sıhha-tındada; fiil ise, hastalığında olsun, hüküm yine aynıdır.

Yemek, içmek, uyumak, namaz kılmak,"oruç, tutmak, ana ve babasiyle konuşmak, borcunu ödemek gibi...

Eğer ta´lik ve fiil, ikisi birden, hastalıkta olursa; bii-icmâ, ka­dın vâris olur.

Eğer, ta´lik sıhhatinde, fiil ise, hastalığında olursa hüküm yine İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) göre, talâkın, kadının nefsinin fiiline bağladığı durumdaki gibidir. Sirâcü´l - Veh­hâc´da daböyledir.

Bir kimse, sağlığında karısına : «Eğer, Basra´ya gelmezsem; artık, sen üç talâk boş ol.» dese ve ölene kadar Basra´ya gel­mese; kadın vâris ninv meşe; kadın vâris olur.

Bu durumda kadın ölür; koca, kalırsa; koca da karısına vâris olur.

Şayet, koca, karısına : «Sen, Basra´ya gelmezsem; işte, sen, üç talâk boş ol.» der; ölene kadar da Basra´ya gelmezse; kocasına vâ­ris olur. Fakat, bu durumda, kadın ölür; koca, kalırsa; karısına vâ­ris olamaz. Bedâî´de de böyledir.

Hasta bir kimse, duhûlden sonra, karısını bâiıı olarak bo-şadıktan sonra, ona : «Eğer, seni nikahlarsam; üç talâk boş ol.» dese; sonra da, onu iddeti içinde iken, nikâhlasa; kadın üç talâk boş olur. Eğer, kocası, önceki boşamanın iddeti içinde iken ölür­se; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre*; evlenmekle, firarın ( — mirastan kaçışın) hükmü bâtıl olur. Talâk, bundan soma vâki olmuş olsa bile, hüküm böyledir. Ancak, onu ni­kahlaması, kadının fiili ile olmuşsa, mirâsdan kaçmış olmaz; Fetâ-vâyî Kâdîhân´ıda da böyledir.

Hasta bir kimse, câriye olan karısına : «Sen yarın üç talâk boşsun.» der; bu cariyenin efendisi de : «Sen, yarın hürsün.» der­se; bir gün sonra; hem talâk, hem de ıtak vâki olur; kadına miras hakkı olmaz.

Şayet, önce efendisi cariyeyi ıtk (= azad) eder; sonra da, ko­cası, onu boşarsa; bu durumda, koca, onu, efendisinin azad ettiğini biliyorsa; mirastan kaçmış olur. Fakat, bunu bilmiyoısa, firar etmiş (= mirastan kaçmış) olmaz. Zahîriyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Ben, hasta olursam; artık, sen üç ta­lâk boş ol.» dedikten sonra; hastalanıp, ölse; kadının da iddeli çık­mış olmasa; bu kadın, kocasına vâris olur.

Ebül - Kasım Saffâr : «Bu kadın, vâris olamaz.» demiştir. Sa­hih olan, önceki kavildir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kölenin, nikâhı altında, bir câriye bulunsa; bu kan-ko-canın efendileri, onlara : «İkiniz de yarın hürsünüz.» dese, bu koca da, karısına : «Yarın boşsun.» dese; bu kadına miras yoktur. Ko­ca : «yarından sonra, boşsun» dese kıyâsda, ona yine mîras yoktur.

İstihsanda ise, eğer efendisinin söylediğini biliyorsa; bir du­rumda, mirasa mâlik olur; ve eğer bilmiyorsa, vâris olamaz.

Bir kadın, kocasına karşı, kendisini, üç talâk boşadığmi iddia eder, kocası da bunu inkâr ederse; kadı, ona, yemin verir. Koca ye­min ettikten sonra kadın da onu, tasdik eder ve bilâhare kocası ölür; kocasının ölümünü takiben, kadın tasdikinden vaz geçerse; önceki tasdiki, sahih olmaz.

Bir kimse, iki karısına : «Eğer, eve girerseniz, ikiniz de, üç talâk boşsunuz.» dedikten sonra; ikisi birden, eve girseler; sonra da, koca ölse ve de, iddet içinde bulunsalar; vâris olurlar. Eğer, onlardan birisi, diğerinden Önce girerse; önce giren, vâris olur; diğeri olamaz.

Bir kimse, sıhhatli halinde, karısına : «Ben ve filân diler­sek; artık, sen üç talâk boşsun.» dedikten sonra, hastalansa; koca da, yabancı da, birlikte, dilerse; talâk vaki olur.

Önce, koca diler; sonra da, yabancı dilerse, biîâhare de, koca ölürse; kadm, vâris olamaz, önce diler sonra koca

Fakat, önce yabancı, sonra da koca dilerse, kadın, varis olur. £ahîriyye´de de böyledir.

Hasta olan bir müslüman, kitabiye olan karısına : «Sen, müslüman olduğun zaman, üç talâk boşsun.» der; kadın müslüman olduktan sonra, kocası ölürse; bu durumda koca, mirastan kaç­mış olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Şayet, hür bir kitabî olan, kadın, kocası : «Sen yarın boşsun.» der; yarın olmadanda veya yarından sonra kadın müslüman olur­sa; ona miras yoktur.

Şayet, önce müslüman olur; Sonra ıda, onun, müslüman oldu­ğunu öğrenmeden, kocası onu üç talâk boşarsa; bu kadına mîras vardır.

Kâfir bir kadın, müsîüman olduktan sonra, hasta iken, kocası onu üç talâk boşasa; sonra da, kocası müslüman olup, bilâ­hare ölse; bu durumda, iddeti içinde bulunan kadına, miras yok­tu,.

Keza, hastalığında karısını boşayan bir köle, bundan sonra, ıtk (= azâu) edike ve ona mal isabet etse; karısına mîras yoktur.

Bir koca karısına : «Sen, azâd edildiğin vakit, üç talâk boş ol.» der ve sonra da, onu ıtk (=. azâd) ederse; kadına, mîras vardır.

Şayet : «Sen, yarın üç talâk boşsun.» der; sonra da, o gün ka­rısını azâd ederse; bu durumda, ona mîras yoktur.

Bir kimsenin nikâhı altında bulunan, bir cariyeyi bir şahıs, itk t= azâd) eylese; sonra da, onu, hastalığı zamanında, üç lalâk boşasa; —azâd edildiğini bilsin veya bilmesin— mirastan kaçmış olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Hür bir şahsın, câriye olan karısı, ıtk (— azâd) edilse; sonra da, kocası ona, mal bağıslasa; kadın da hasta olduğu halde, nefsini ihtiyar etse; ve iddeti İçinde Ölse; kocası, ona vâris olur.

Bir kimse, hastalığında dâhil olduğu iki karısına : «Nefis­lerinizi, üç talâk boşayınız.» der; onlardan herbirt nefsini ve arka­daşını— takip üzere— boşasa, ikisi üç talâk boş olur. Birinci değil, ikinci kadın, vâris olur.

Ancak, birinci kadın, kendini boşamaz da, arkadaşını boşarsa; kendisi boşaltmamış; arkadaşı boşanmış olur. Bu durumda, ikisi de, vâris olurlar.

Şayet, bu kadınlardan her biri, arkadaşını.boşayarak başlasa-lar; her birisi, kendi nefislerini de, boşarlarsa; ikisido boş olurlar ve vâris olamazlar.

Bu kadınlardan birisi : «Ben, nefsimi boşadım.» der; diğeri de : «Ben, arkadaşımı boşadım.» derse; ikisinin de söyledikleri bir oldu­ğu İçin -—sadece— birisi boş olur. Bu vâris de olamaz.

Eğer, birisi nefsini boşar ve sonra da, arkadaşını boşarsa; o bos oaır ve varis olamaz; bunun aksi olursa, vâris olur. Bu hüküm­lerin tamamı, talâkın bir mecliste olduğu zamandadır.

Bu kadınlardan birisi, o meclisten kalkar. Sonra da, her birisi, hem nefsini hemde, arkadaşını ikisi birlikte vcva birbiri arkasın­dan üç talâk boşarsa veya her biri arkadaşını boşarsa; ikisi de vâris okular.

Eğer, her ikisi de, bendi nefislerini boşasaİar; bunlardan hiç biti boş olmaz.

Hasta olan bir kimse, iki karısına : «Eğer isterseniz, nefis­lerinizi, üç talâk boşayınız.» dedikten sonra, onlardan birisi nefsini ve arkadaşını boşasa; diğeri do nefsini ve arkadaşını boşaınaclıkça, hic birisi boş olmaz.

Bundan sonra, diğeri, nefsini ve arkadaşını üç talâk boşasa, ikiside boş olurlar. Bu durumda, birinci, vâris olur; ikinci ise vâris olamaz. onlardan boşama sözleri, beraber çıksa; her ikisi de bâinen boş olurlar ve ikisi .de vâris olurlar.

Fakat, her ikisi de, meclisleri kalkar; sonra da, her ikisi bir­den konuşurlar veya birisi sonra konuşursa talâk vâki olmaz.

Bir kimse; hastalığında, talâkı mıırad ederek : «îkinizinde yetkileri elindedir.» dese; temlik yoluyla, birbirlerini boşamaları geçerli olur. Talâkla bir birinden ayrılmaları olmaz. Bu yetki; bir meclise de, iktisar etmez. Bu, dilemeye ta´lîk etmek gibi değildir. Yalnız, bunlar bir hükümde birbirinden ayrılırlar: O, da bir talâk üzere içtima eyledikleri zaman, talâk vâki olur. Eğer, dilerseniz, derse; bu şart altında talâk vâki olmaz.

Hasta bir kimse, iki karısına : «Bin dirheme karşılık, ne­fislerinizi boşayın.» dedikten sonra, onlardan her birisi kendisini ve arkadaşını bin dirheme ya birlikte veya birbirini târkiben boşa­sa; bin dirheme mukabil bâin olmuş olurlar. Bu miktarı mehirleri-nc göre, aralarında taksim ederler. Bu durumda, kocaya, vâris ol­mazlar. Şayet kadınlardan birisi bin dirhemden, kendi hissesine mukabil, nefsini boşasa; vâris olmaz. Eğer, meclisten kalkarlarsa; kendi nefsi hakkındaki yetkisi geçersiz olur. Kafi´de de böyledir.

İmâm Mu hanime d (R.A.) şöyle buyurmuştur: Bir kimse, iki karısından birine dâhil olduktan sonra, ikisine birden: «üç ta­lak boştur.» dese; sonra´da ölüm hastalığında, hangisini boşadığmı açıklasa; o kadın mirastan mahrum edilmez. Koca, onu açıklamak­la, mirastan kaçmış olur.

Şayet, bu şahsın, bu iki karısından başka, bir karısı daha olsa; ona, mirasın yarısı verilir. Eğer, talâk aralarında olanlardan birisi olsu, ona mîras yoktur. Onun hakkındaki açıklama sahih; miras diğerinin olur.

Şâyel, başka bir karısı daha varsa; mirası,, aralarında yarı ya­rıya taksim öderler. Diğer kadın ölse de, talâk aralarında olan duıtırken, kocaları Ölse; ona mirasın yansı vardır. Ünün hakkında, nısf (— yarım) beyanı sahih olur. İkinci nısf sahih olmaz. Hat­ta, bu şahsın, daha başka bir karısı olsa; mirasın dörtte üçü onun; dörtte biri diğerinin olur.

Bu iki kadından birisi, koeası ölmeden önce ölse; fakat, kocası bir açıklama yapmış olmasa; talâk, diğeri için açıklanmış olur ve ona mîras Verilmez.

Eğer, koca ölmez ve beyanda da bulunmaz; kadınlardan biri­si de, bir çocuk doğurursa; doğum, talâk vaktinden altı aydan yu­karı, iki yiJdan aşağıda olursa; bu bir açıklama olmaz ve koca mu­hayyerdir.

Şayet, koca, bu çocuğu nefvederse; açıklaması için ona emre düir.

Eğer, koca : «Ben, talâkı ikada doğurmayanı kasdeyledim.» derse; kendisi ile doğuran kadın arasında, mülûanc yapmalan ge­rekir. Ve çocuğun, nesebi, babasından, kesilmiş olur; anasına lâhık olur. Şayet, koca : «Ben, doğuran : kasdeyledim» derse; had gere­kir ve neseb sabit olur.

Şayet, koca : "Boşama vakti, hiç birini kasdeylemedim. Lâkin, doğurana ibhâm[3] eyledim.» derse, bu durumda, had de yoktur; lânelleşme de yoktur. Neseb de, sabittir. Kadın, talâk vaktinden itibaren, iki yıldan fazla müddette doğurmuş olsa; talâk için, diğeri belli olur-ve doğuranın nikâhı meydana çıkmış bulunur.

Şayet, koca, çocuğu nefvederse (= çocuğun, başkasına ait oldu­ğunu söylerse) lâneileşme cereyan eder, neseb kesilmez.

Ancak, ona yapılan cima, açıklama olur ve bu nesebin kesilme­sine mâni bulunur.

Eğer, talâk vaktinden, iki yıl geçmeden, kadınlardan birisi do­ğum yapar; diğeri de, iki yıldan fazla müddet geçtikten sonra, do­ğum yaparsa; az müddetle, doğum yapanın boşanmış olduğu açığa çıkmış olur. Talâk ona vâki olunca, onun İddctine hükmedilir. Ba­kılır, eğer, kendinin doğurması ile arkadaşının doğurması arasın­da, altı aydan az zaman bulunursa, hamlin vaz´ı ile iddet bitmiş olur.. Eğer, aralarında altı ay ve daha fazla zaman bulunursa, bu du­rumda az müddetle doğum yapanın iddeti havz iledir.

Eğer, koca az müddülle doğurana cima´ ettiğini Önce ikrar ederse; daha uzun müddette doğuran, boşanmış olur. Daha kısa, müddet içinde doğuranın, talâkın sarfı hususundaki sözü, tasdik edilmez, îkisi de, boşanmış olurlar.

Şayet, her ikiside, talâk zamanından iki yıldan fazla müddette doğum yapsalar ve ikisinin doğumu arasında bir gün veya daha fazla zaman bulunursa; birinci doğum, diğeri hakkında talâkın vu­kuuna açıklama olur.

Bundan sonra, diğer kadın doğumda yapsa ona vâki olan talâk kaşkasma sarf ve tahvil olunmaz.

Bu şuna benzer ; Koca, önce birisi, sonra da, diğeri ile ciırîa eylese, sonra cima eylediği boşanmış olur. Boşanan kadının iddeti, doğum ile sona erer ve çocuğunun nesebi sabit olur. ZiyâdâSt Şer-hi´nde de böyledir.

Bu iki kadından birisi, açıklama yapılmadan önce ölür; ko­ca ise : «Ben, onu kasdeylemiştim.» derse; o, vâris olamaz, ikinci defa boşanmış olur. Şayet, biri önce, diğeri, sonra olmak üzere, bu kadınların ikisi de öldükten sonra, kocalar : «Ben, önce Öleni kas­deylemiştim.» derse, bu kadınların ikisi de vâris olamazlar. Ancak, üzerlerine duvar yıkılma, veya suda boğulma gibi bir sebeple, ikisi birlikte, aynı anda ölürlerse; yarım mirasa ortak olurlar.

Bu iki kadından birisi, diğerinden sonra ölsede; hangisinin ön­ce, hangisinin sonra öldüğü bilinmese, bu da, her ikisinin birlikte ölmeleri gibidir. Şayet, ikisi aynı vakitte ölürler; sonra da, birinin önce diğerinin sonra öldüğü anlaşılır ve koca :. «Ben, sonrakini kasdeylemiştim.» derse; ona, vâris olamaz diğeri de, kocanın mi­rasının yansına vâris olamaz.

Şayet, her iki kadın da, kocaları hangisini boşadığıni açıkla­madan önce İrtidâd etse ve, iddetleri de tamam olsa; ikisi de bâin o urlar. Kocanın onlardan birine üç talâkı beyan etmesi gerekme/. Gedâi´de de böyledir.

Bir kimse, sıhhatli iken, karısını boşamaya, bir yabancıyı vekil else; o yabancı da, adam hasta iken, karısını boşasa; eğer ve­kalet onu azl etmeye mâlik olmamak üzere ise, kadın vâris olamaz. Fakat, vekâlet, azli mümkün olacak şekilde ise, —talâka vekil eyle­diği gibi,— oda hasta halinde iken boşarsa kadın vâris olabilir. Sirâcii´l - Vehhâc´da da böyledir. [4]

6- TALÂKI RİC´İ

Talâk-ı Ric’ i

Ric´at (— rücu´) : Talak-ı ric´idon soma, ve kadın iddel içinde iken, —henüz, baki olan— nikâhı, devam ettirmektir.

İki nevi ric´at vardır :

1- Sünnî ric´at,

2- Bid´î ric´at,

Sikini ric´at : Kocanın, karısına, söz ile müracaat etmesi ve bu ric´aline iki şahit tutup, bu şahitlere ric´atini bildirmesidir.

Bir kimse, karısına rücu´ ettiği zaman, sözle, müracaat edip : «Sana, müracaat ettim.» veya : «Kanma müracaat ettim.» der; la kal, buna şahit tutmazsa veya şahit tuttuğu halde, durumu onlara bildirmezse, bu bid´î ric´at olur.

Bu ric´at de sahihtir. Fakat, sünnete muhaliftir.

Bir kimse, karısına; cima´ etmek; şehvetle öpmek veya tercine, şehvetle bakmak gibi, bir fiilde bulunması da, ona müracaat etmiş olması (= ric´at, rücû´) saydır.

Ancak, bu şekilde müracaat mekruhtur.

Müstehap olan, kocanın, şahitten tuttuktan sonra, müracaat etmesidir. Cevheretü´n - Neyyîre´dc de böyledir,

Ric´at lafızları :

1-) Sarih (=açık)

2-) Kinaye ( — kapalı, dolaylı) olmak üzere, ikiye ayrılır.

Bir kocanın, karısı ile konuşurken : «Sana, dündüm.»; «Karı­ma, döndüm.» demesi, sarih ricat lafzı olduğu gibi, onun hazır ol­duğu biı- yerde : «Geri, sana döndüm.»; «Sana, müracaat ettim.»; «Sana, döndüm.»; «Seni, tuttum,» veya «Sana, yapıştım.» gibi söz­leri de, —niyyelsi/. olsa bile— sarih müracaat lafzı olur.

Bu durumda, bir kocanın, karısına : «Sen, olduğun ^ibi, yumrudasın.» veya «Sen, benim kanınsın.» dese; bunlar, kinaye (= kapalı, dolaylı) lafızlardır. Bu lafızlarla, —niyyelsiz olarak— kadına, müracaat edilmiş olunmaz. Fethu´I : Kadir´de de böyledir.

Bir kimse, —ric´ate, niyyet ederek— karışma : «Ey gidici! Ben, sana dönüyorum,» dese; bu lafızla karısına riicû´ etmiş o´ur. Hulâsa´da da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.)e göre, kocanın karısına, lezvîe ( = -evlenme) lafzı ile müracaat etmeside caiz olur. Felvâ da, buna göredir.

Bu koca, karısını, nikahladığı zaman, ona müracaat etmiş olur. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Bir kimsenin, karısına : «Seni, nikahladım.» demesi, za-hir-i-rivâyete göre ric´at olur. Bedâî´de de böyledir.

Bir koca, karısına : «Bin dirhem mehirle sana müracâat eyledim.» der; kadın da bunu kabul ederse; bu rücü´sahih olur. Kadın, bunu kabul etmezse; sahih olmaz. Çünkü, mehirdekj ziyâ-dclik, kabul şartına bağlıdır. Bu durumda, koca, nikâhı yenilemiş gibi olur. Muhiyt´te de böyledir.

Ric´at sözle sâfif olduğu gibi; fiil ile de, sabit olur. Bu fiil ise, cima´ ve şehvetle dokunmaktı!-. Nihâye´de de böyledir.

Bir kocanın, şehvetle karısının dudağını öpmesi, biliemâ ric´attir.

Fakat, yanağını, çenesini; alnını; başını; Öperse; bunlarda ih­tilâf vardır.

Uyun Kitâbı´nda : «Zahir olan, Öpmek; her nşreden olursa ol­sun, musâharat hürmetini getirir.» denilmiştir. Sahih olanda bu­dur. Cevheretü´n- Neyyire´de de böyledir.

Şehvetle, fercin içine bakmak daric´at olur. Fethu´I - Ka-dîr´de de böyledir.

Kadının, fercinden başka, bedeninin her hangi bir yerine bak­mak ric´al olmaz. Teljîn´de de böyledir.

Musâharat haramhğma sebeb olanın şeylerle de ric´at sabit olur. Tatarhaniyye´de de böyledir.

Ric´ati muvad etmeyen kimsenin şehvetsiz öpmesi ve dokunma sı nıekruktur .

Keza, çıplak halinde, bu kadına bakması da mekruhtur. İmâm Bbü Yûsuf (R.A.)´a göre, bakışın sehvetsiz olması, hâlinde de du­nun böyledir. Bedâi´de de böyledir.

Dokunmak ve bakmak, şehvetsiz olursa, bil-iemâ ric´at <>]-nurz. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Ric´at in meydana gelmesi hususunda, öpme, bakma ve do­kunma ister kocadan olsun, ister kadından olsun, arasında fark yoktur. Kadından olanı, koca bilir ve onu men etmezse; işte bu da bir ric´at olur.

Eğer, kadın, bu gibi fiilleri hırsızlıkla yaparsa —kocası uyur­ken yapmasf gibi—veya o istenıiyerek veya onun bunamış halinde yaparsa; Şeyhu´l - İslâm Şemsin - Eimme; İmâm Ebû Hanîfc (R. A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´in kavilleri üzerine şöyle buyur­muştur : «Bu durumda, ric´at sabit olur. Bu, şehvet hususunda, ko­cası, kadım tasdik ederse; böyledir. Eğer, şehveti itıkâr ederse ric´al sabit olmaz. Koca öldükten sonra, vârisleri, kadını tasdik eteler bile, şehvet üzre olan beyyine kabul edilmez. Fethu´I - Kadîr´de de böyledir.

Fakat, cima´ eylediklerine şahitlik yapılırsa, bil-icma, ric´at caiz olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Kocası uyurken, kadın, onun fercin i keadi tercine idhâl eylese, bii-iltifâk, ric´at meydana gelmiş olur.

Kadının kocasına : «Sana, müracaat eyledim,» demesi sa­hih olmaz. Bedâi´de de böyledir.

İddet bekleyen kadınla; halvet, ric´at değildir. Çünkü o mülke tahsis değildir. Kocadan sâdır olan, her hangi bir fiil, rnüike tahsis değilse, iddet bekleyen hakkında, ric´at olmaz. Muhiyt´te de böyle d ir.

Bir kimse, karısına : «Sana, cima´ eylediğim zaman; 6sn üç talâk boşsun.» dedikten sonra; ona cima´ eder ve duhûl vâki olursa; kadın, boş olur. O halde, bir saat beklese, mehir lâzım gel­mez. Eğer, lekerini çıkarır ve sonra, geri idhâl ederse; mehir vacip olur.

Fakat, talâk rıc´i olursa, bekleme sebebiyle, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre bu koca, müracaat etmiş olur. İmâm Muhammed (R. A.), buna muhaliftir. Ancak; tamamen çıkarır da, geri idhâl eder­se; bil-icma´ müracaat olur. Hidâye´de de böyledir.

Bir koca, karısına : «Eğer, sana dokunursam; artık, sen boşsun.» dedikten sonra, ona dokunur; ondan elini kaldırır, sonra da, geri kor ve onu messeylerse, ( = okşarsa) işte bu ric´at olur.

Bir kimse, nikahlı karısına : «Sana müracâat eylediğim zaman, artık, sert boşsun,» dese, yeminini hakîki ric´ate çevirmiş olur. Akde çevirmiş olmaz. Hatta, bu kimse, karısını boşadıktan sonra, onu tekrar nikâhlasa; kadın, boş Olmaz; Şayet, ona müra­caat ederse; o zaman, boş olur.

Ancak, bir şahıs, yabancı bir kadına : «Eğer, sana müra­caat edersem...» derse; yemini .sözleşmeye çevrilir.

Bîr kimse, boşanmış olan karısına : «Eğer, sana müracaat ey-lerseın; artık, sen üç talâk boş ol.» der; iddeti tamam olunca da, olunca .da, onu nikahlarsa, talâk vâki olmaz. Ancak; önceki talâk, hâin ise, talâk vaki olur. Muhiyt´te de böyledir.

Budununda, bir kimsenin karısının dübürüne şehvetle, bak-jnası, biJ-icma ric´at olmaz Cevhere+üu-Neyyire´de de böyledir.

26- Dübürden cima etmek hususunda ihtilâl vâki oldu. Ku-dûrî, bunun ric´at olmadığına işaret etmiştir.

Fetva ise, bu fiilin ric´at olduğu üzerinedir. Tebyîn´de de böy­ledir.

Mecmunun ric´ali, fiil iledir; sözle sahih değildir. Fet-hu´I-Kadîr´de de böyledir.

Nikâh gibi, ric´at de, ikrah, şaka, eğlence ve hata ile sa­hihtir.

Gunye´dc : «Vekil olmayan, yabancı bir kimseye, izin verilir­se; onunda müracaatı sahihtir», denilmekteir. Bahru´r-Râik´te de böyledir.

Hâkim eş-Şehîd, şöyle buyurmuştur; Bir kimse, ´talâkı sakîasa, sonrada müracaat etse ve ric´ütıde sakla sa; kötü bir iş yapmış ve müstehâp olanı terk etmiş olur. Bu hal ise, şahit tut­mak ve bildirmektir. Gâyetü´I-Beyân´da .da böyledir.

Ric´ati şarta bağlamak, caiz değildi]´. Şöyleki;

Bir kimsenin karısına : «Yarın geldiği zaman, sana mürâcaa: edeceğim,» veya «Eve girdiğin zaman...» «Şu işi yaptığın zaman, sana müracaat edeceğim.» demesi veya benzerlerini söylemesi, bil-icma, ric´at olmaz. Cevheretü´n-Neyyire´de de böyledir.

Ric´atte, muhayyerlik şartı sahih değildir. Koca : «Talâk­tan sonra yarın veya ay başı sana müracaat ederim.» derse; bil-icma, sahih olmaz. Bedâi´de .de böyledir.

Koca : «Ric´atimi ibtâi eyledim.» veya «Benim için sana ric´at yoktur.» dese, bile ric´at etmek hakkı vardır. Nehrü´1-Faik´-te de böyledir.

Bir kimse, karısına; talâk-ı rıc´i ile veya iki talâk boşasa, kadın razı olsun veya olmasın, kocası iddet içinde ric´at edebilir. Hidâye´de de böyledir.

Eğer, koca, kendisinden ayrı bulunduğu karısına, «dâhil olduğunu» iddia ederse, ric´at edebilir. Ondan ayrı değilse, ric´ata ihtiyaç yoktur. Muhiyt´tede böyledir.

Ravza´da: İddetin bittiğinde ittifak eyleselerde; ric´atta, ihtilâfa düşseler, kadının sözü geçerlidir.» denilmiştir. Cumhûr´un görüşüde budur, Gâyetü´s-Sürücî´de de böj´leedir.

İmâm Ebû Hanîfe CR.A.) göre bu durumda kadına, ye­min verilmez. Hidâye´de de böyledir.

Eğer, iddet devam ediyorsa; o zaman, kocanın sözü ge­çerli olur. Gâyetü´s-Sürûcî´de de böyledir.

îddet bittikten sonra, eğer, koca, müracaat eylediğini, isbat eder ve : «Ben, ona cima´ eyledim.» derse; bu ric´at olur. Behru´r-Râik´te de böyledir.

39- İddei bittiği zaman, koca : «Ben kanma müracaat ey­ledim.» dur tansıda, onu tasdik ederse; bu da, ric´at olur. Hidâ­ye´de de böyledir.

Cuma günü ric´atte ittifak ettikleri haîde kadın : Perşem­be günü, iddetim tamam oldu.» kocası ise : «Cumartesi iddet ta­mam oldu.» dese; kocanın yeminle söylediği sözü kabul edilir nıi Yoksa, kadın mı yemin eder Yahut, dâ´va mı edilir Bunda, üç vecih vardır. Sahih olan ise; öncekidir. Mi´râcü´d-Dirâye´de de böyledir.

Tahâvî Şerh´inde :

Koca, karısına : Ben, sana müracaat eyledim.» demiş olsa, ka­dınsa, hiç ara vermeden; Benim, iddetim tamamlandı.» dese; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) göre, bu durumda, ric´at sahiholmaz. İmâmeyn´e göre ric´at sahih olur. Nihâye´de de böyleedir.

Sahih olan, İmâm-ı A´zam (R.A.) kavlidir. Müzmarât´ta da böyledir.

Bu, iddet müddetinin, sona erme zamanı ile mukayyettir. Eğer, bu ihtimal yoksa ricat sabit olur. Nehru´l - Fâik´ta da böyledir.

Bu durumlarda, bü-iemâ, kadından, idde tinin tamam olup ol­madığı hakkında yemin etmesi istenilir. Fethu´l - Kâdîr´de de böyle­dir.

İcmâ´ sunun üzerinedir : Şayet kadın, bir müddet sustuk­tan sonra : «İddetim tamam oldu.» derse; ric´at sahih olur. Fakat söze, kadın Önce başlar ve «İddetim bitti.» der; kocası da, ona ceva­ben ve onun sözünün hemen arkasından : «Ben, sana müracaat et­tim.» derse; ric´at sahih olmaz. Nihâye´de de böyledir.

Bir cariyenin kocası, onun iddeti tamam olduktan sonra : «Ben, ona müracaat eyledim.» der; cariyenin efendisi de, onu doğ­rular; câriye ise, yalanlarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ye göre, bu durumda, cariyenin sözü geçerlidir. İmâmeyn ise: «Bu durumda, efendisinin sözü geçerlidir.» buyurmuşlardır. Hidâye´de de böyle­dir.

Sahih olan kavil İmâm - Ebû Hanîfe (R.A.) nin kavlidir. Muz-marat´ta da böyledir.

Kocanın sözünü cariyenin efendisi yalanlar; cariye ise, tasdik ederse, ric´at, bil - icmâ´ sabit olmaz. Tebyin´de de böyledir.

Şayet, efendisi de câriye de, kocanın sözünü tasdik ederlerse; ric´at sabit olur.

Fakat; her ikisi de yalanlarsa; ric´at, bil-ittifâk sabit olmaz. Nehrul - Fâik´ta da böyledir.

Eğer, kadın : «Benim, iddeüm tamam oldu.» dediği halde; kocası ve efendisi : «Olmadı.» derlerse; cariyenin sözü, geçerli olur. Hidâye´de de böyledir.

Eğer kadın : «îddetim, doğumla tamam oldu.» derse; bunu isbat etmeden, sözüne inanılmaz.

Bu kadın, bazı azaları yerinde olan, bir düşük yaparsa; bu du­rumda koca, karısına, düşüğün bazı azalarının yerinde olduğuna dâir yemin verir. Bu, bil-ittifak böyledir. Bu hususta hür ile câriye arasında da fark yoktur. Fethü´l - Kâdîr´de de böyledir.

Bir cariyenin efendisi, onun kocasına : «Sen, karma mü­racaat eyledin.» der; koca ise bunu inkar ederse; efendinin sözü ka­bul edilmez. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Bir kadın, önce : «îddetim tamam oldu.» der; sonra da : «Olmadı.» derse; kocası, ona müracaat edebilir. Kocası bilmeyerek müracaat etse, kadının iddeti ise bitmiş olsa; ve bu kadın başka bi=-riyle niîcâhlansa; işte bu kadın, Önceki adamın kânsıdir. İkinci koca, bu kadına, eimâ´ etsin veya etmesin; bu ikinci kocası ile aralan ay­rılır. Gâyetü´s - Siirûcî´de de böyledir.

Hür bir kadın, üçüncü hayizdan çıkınca, ric´at son bulur. Eğer, kadın, câriye ise, ikinci hayızda, ric´at son bulur. Ric´atin son bulma müddeti : Kadinlaın, hür olmaları hâlinde, üçüncü; câriye ol­maları hâlinde ise, ikinci hayız, gördükten, tam on gün sonradır. Her ne kadar, kan kesilmemiş olsa bile, böyledir. Bahru´r- Râık´ta da böyledir.

Şayet, hayız kam, on günden az bir müddette kesilirse; ric´at müddeti, Kadın yıkanmadıkça veya üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe, sona ermiş olmaz. Hidâye´de de böyledir.

Eğer, temizlik, vaktin sonunda ise, bu durumda, yıkanma ve namaz kılma vakti kadar takdir edilir; bundan sonra, ric´at müd­deti başlar. Bundan aşağısı, böyle değildir.

Eğer, temizlik vaktin evvelinde ise; böyle tesbit edilmez, taki vaktin tamamı çıksın. Çünkü, namaz, ancak vaktin sonunda borç olur. Bahru´r - Râik´ta da böyledir.

Fakat, vakitten bir yıkanma zamanı kadar, zaman kalsa ve­ya bu kadarda, kalmasa; bu durumda taharetine (= temiz olduğuna) —gusledinceye veya bir vakit, namaz vakti, tamamen çıkıncaya ka­dar— hükmedilemez. Hidâye Şerhi´nde de böyledir.

Bu kadın, güneşin doğma vakti gibi, mükemmel bîr vakitte temizlense, ikindi vakti girene kadar ric´at kesilmiş olmaz. Bah-rü´r - Raik´ta da böyledir.

Adeti, bir defasında beş gün, bir defasında akı gün, olan bir kadın; hayız olsa; ric´atm sona ermesi hususunda, az olan müd­det alınır. Başka bir kocaya gitmesi hususunda ise çok olan müd­dete itibar edilir. Itâbiyye´de de böyledir.

Eğer boşanan kadın, kitabiye ise; Âlimler: «Ric´at, o kadın­dan, büıefsihi kanın kesilmesiyle, sona erer.» demişlerdir. Bedâî´de de böyledir.

Şayet koca, —bizim söylediğimiz gibi— gusülden sonra ric´­at eder, sonra da, hayız hâli, on günü ileri geçmeden avdet ederse; ric´at sahih olur. Ntehrul - Fâık´ta da böyledir.

Eğer, gusletmez; üzerinden, tam bir namaz vakti de geçmez; fa­kat, misafir olduğu için, teyemmüm ederse; sadece teyemmüm etme­si sebebiyle, ric´at sona ermez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) göre böyledir.

Fakat, teyemmüm eder ve farz veya nafile bir namaz kılar­sa, İmâm Ebû Hanif e (R. A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre ric´at son bulur. Fethu´î - Kadîr´de de böyledir.

Teyemmümle namaza başlamakla, ric´atm son bulduğuna, —îmâmeyn´in kavline göre— namazdan fariğ olmadıkça hükmedile­mez. Muhiyt´te de böyledir.

Şayet, du kimse, teyemmüm eder ve Kur an okur veya mushafı messeder veya mescide girerse, Kerhî : «Bu gibi şeylerle, ric´at son bulur.» Ebû Bekir er- Râzî ise : «Ric´at, son bulmaz.» demiştir. Gâ-yetü´s - Sürûcî´de de böyledir.

Bir kadın, eşek artığı bir su ile gusletse bil-icmâbu gusül sebe­biyle ric´at son bulur. Fakat, ikinci bir koca helal olmaz. Bir, kadın, o gusül ile, —teyemmüm etmedikçe— namaz da kılamaz. Bedâi´de de böyledir.

Bu kadın, guslettiği halde, bedeninden bir yeri unutursa, oraya su isabet etmezse, eğer, bu yer, tam bir uzuv veya daha fazla ise; ric´at son bulmaz. Fakat, bir uzuvdan az ise ric´at son bulur. Burada azlık bir veya iki parmak miktarıdır. Bu istihsandır. Sirâ-cü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Kolun bir kısmı; el ve ayak gibi uzvun tamamı da böyledir. Fethu´l - Kadîr´de de böyledir.

Kadın, üçüncü hayznıdan, on günden daha az .bir sürede temiz­lenir fakat mazmaza ve istinşakı terk ederse, bu hususta İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´dan iki rivayet vardır: HÜşâm´dan gelen rivâyetde: «Ric´at sona ermez.»; diğer rivayette ise : «Sona erer.» buyurmuşlar­dır. Gâyetül - Beyân´da da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) : Bu kadının, kendi kocasına aidi­yeti açıklık kazanır; başka kocalara helâl oîmaz. Bedâi´de de böyle­dir.

Eğer, gusüide, yıkanmayan yer, burun deliklerinden biri ise; bil-ittifak ric´at baki kalır. Mumyt´te de böyledir.

Kadın bir çocuk doğursa; İmâm Muhammed (R.A.) «Başı hariç eğer vücûdunun yarısı çıkmışsa; iddet sona ermiştir. Bu hal­de, ric´at sahih olmaz.» buyurmuştur. Sîrâcü´l - Vehhâc´da da böy­ledir.

Bir koca, karısı ile tenhada kaldıktan sonra, onu boşar ve : «Ben, ona cima´ eylemedim.» derse; kadın, onu tasdik etsin veya ya­lanlasın, koca için, ric´at yoktur. Bununla beraber, eğer ric´at eder; sonra da, kadın iki seneden bir gün evvel doğum yaparsa; bu ric´at, sahih olur. Timurtâşîde de böyledir.

Bir kimse, hamile olan veya sıhhatinde iken, doğuran karı­sını boşar; sonrada: Ben, ona cima´ eylemedim. derse: kocaya, ric´­at hakkı vardır. Çünkü hamilelik ne zamandan beri açıktadır ye on-´ dan olduğu tasavvur edilmektedir. Şöyleki : Kadın, onu, nikâhlandıkları günden itibaren, altı ay veya daha fazla bir müddette doğur-mıişsa, o bebe, ondan olmuştur.

Keza, kadın; kocasının himâyesi altında iken, ve çocuğun ondan olması mutasavver bulunurken, nikahlandıktan itibaren altı ay veya daha ziyâde zamanda doğum yapsa; bu iki durumda da, ço­cuğun nesebi sabit olur.

Bir kimse, karısına : «Eğer, doğurursan; artık, sen boşsun.» dedikten sonra, kadın o doğumdan ıdoğursa, altı ay sonra da bir da­ha doğum yapsa; müracaat yapmış olur. Eğer önceki doğumdan iki seneden fazla müddetle doğurursa; bu da; müracaat olduğuna işa­rettir. Eğer, ikinci doğum, altı aydan az müddette olursa; müracaat olmaz. Tebyîn´de de böyledir.

Rıc´î talâkla boşanmış bir kadm, iki seneden fazla bir müd­dette, çocuk doğursa, bu, ric´at olur. Eğer, iki seneden az müddette, bir çocuk doğurursa; müracaat olmaz. Muhiyt´te de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Her doğurdukça, boşsun.» der; kadm da, üç doğum yaparsa; eğer, her çocuğun arası, aitı ay olursa, birinci doğumla, kadm boş olur. İkinci doğum, ric´atına şehâdet eyler ve o doğumla bir talâk daha vâki olur. Üçüncü doğum, yine ric´atına şehâdet eyler ve o doğumla üçüncü talâk vâki olur. Timıîrtâşî´de de böyledir.

Rıc´î bir talâkla boşanmış olan bir kadın, kocasına karşı süslenebilir.

Kocasının, kendisine dâhil olmasını arzu ederse, haber verene ve ayak seslerini duyurana kadar, yanına girmemesi müstehaptır.

Kocasının da, müracaat kasdı olmadan ve ric´atine şahit tutma­dan, bu kadını sefere çıkarması doğru değildir, Hidâye´de de böyle­dir.

Keza, bu koca, karısını, sefer müddetindne az olan, mesa­feye de çıkaramaz. Nehru! - Fâık´ta da böyledir.

Halvet, kerîh olduğu gibi, sefer de kerihtir. Serahsî, şöyle buyurmuştur. «Eğer cimadan emin değilse, halvet mekruhtur.» Fet~ hu´l - Kadir´de de böyledir.

Ric´î talâk, cimâyı haram kılmaz. Şayet, koca, cima ederse; . mehir borçlanmaz. Kifâye´de de böyledir.

Bir kimse, câriye olan karısını, ric´î talâkla boşadıktan sonra, hür bir kadm ııikâhlasa; cariyeye müracaat edebilir. Bahru´r -Râık´ta da böyledir. [5]

Boşanmış Kadına Helâl Olan Şeyler

Eğer, talâk, hâin olur ve üçden aşağı bulunursa; boşanmış bu kadını, iddeîi içinde kocası nikahlayabilir. îddeti bittikten sonra da nikahlayabilir.

Eğer hür olan kadın, üç talâk, câriye olan kadın, iki talâk bo­şanmış olursa; başka bir erkek, onu sahih nikâhla nikahlayıp ve ci­ma edip, sonra da boşamadan veya adam ölmeden, bu kadm, önceki kocasına helâl olmaz. Hidâye´de de böyledir,

Bu hususta, boşanan kadının, cima´ edilmiş veya edilmemiş olmasında da bir fark yoktur. Fethu´I - Kadîr´de de böyledir.

Zekerin, ferce girmesinde, güslün icâbetmesi şart kıhnmış-tır. Kenz Şerhi´nde de böyledir,

Boşanmış kadının, önceki kocasına helâl olması hususu-sunda, mücâmaat zamanında— inzal şart değildir.

Bu kadını, zina ile bir insanın vat etmesi veya şüphe ile cima´ eylemesi, önceki kocasına helâl kılmaz. Çünkü, nikâh bulunmamak­tadır.

Keza, efendisinin mülkünde bulunan cariyeyi, onun cima´ eyle­mesi ile de —iddet bittikten sonra, efendisi ona cima yaparsa— ko­casına helal olmaz; hürmeti galîza ile haram olur. Bedâi´de de böy­ledir.

Şayet, ikinci koca, kadını hayız ve nifas halinde veya ihramh yahut oruçlu iken cima´ ederse; bu kadm önceki kocasına, helâl olur. Serahsî nin Muhıytı´nde de böyledir.

Boşanmış kadın müfdât (= Ferci ile dübürü bir olan ka­dın) ise; hamiie kalmadan önce, birinci kocasına helâl olmaz.

Eğer boşanan küçük ise, onun misli cima´ olunmuyorsa; o, muhallel olmaz.

Eğer, misli cima´ olunuyor ve ona da cima´ ediliyorsa; helâl olur. Nehru´I - Fâik´ta da böyledir.

Enfâ´da zikredildiğine göre : Tahlilde[6] nıürâhik olan sâbî ( = çocuk) bâîiğ gibidir. Ancak, buluğa erişmeden cima´ olunmuş; buluğdan sonra da, boşanmış olması gerekir. Çünkü, buluğdan önce talâk vâki olmamıştır. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Câmiü´s - Sağîr´de, mürahık şöyle beyan edilmiştir : Bulûğa ermemiş oğlan, onun benzeri karısına, cima eyleyebiliyor; bu sebep­le, gusül kadına vacip oluj^or ve önceki kocasına helâl oluyorsa, bu sözün mânası : «zekeri hareket ediyor ve iştahı bulunuyor.» demek­tir.) bu çocuk, mürailiktir. Hidâye´de de böyledir.

Eğer ikindi koca, mecnun ise, kadın birinci kocasına helal olur. Hülâsâ´da da böyledir.

Eğer ikinci koca, köle müdebbir veya mükâtep ise; efendi­sinin izni ile o kadını-nikâhlar ve ona cima´ ederse; bu kadın da ön­ceki kocasına, helâl olur. Muhiyt´te de böyledir.

Eğer, köle, efendisinin izni olmaksızın nikâhlar sonra da, efendisi izin evrir ve bu şahıs, bu kadını, cima´ etmeden boşarsa, o kadm, önceki kocasına efendisi izin verdikten sonra, ona cima´ et­medikçe, helâl olmaz. Fethu´I - Kadîr´de de böyledir.

Eğer, ikinci kocanın zekeri kesikse; kadm, Önceki kocasına he­lâl olmaz. Ancak, gebe olur ve doğum yaparsa, helâl olur. Bu kadm, İmâm Ebû Yûsuf (R.A) ´a göre muhsane olur. Serahsî´nin Muhıyt´inn de de böyledir.

Eğer, ikinci koca, hayaları olmayan bir kimse olursa, ka­dın birinci kocaya helâl olur. Muhıyt´te de böyledir.

Fetâvâyi, Süğrâ´da şöyle zikredilmiştir :

İkinci koca, zekerine bez dolayıp kadının fercine girdirse; eğer, fercin sıcaklığını hissederse, kadın, önceki kocasına helâl olur; değilse, olmaz. Hulâsa´da da böyledir.

az olursa, kadına inanılmaz. İmâm Muhammed (R.A.) ve Hasan´in rivayetine göre, yüz günden aşağıda, kadına inanılmaz.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre, altmış beş günden aşağı olur­sa, kadına inanılmaz.

İmâm Muhammed (R-A.)´den gelen bir rivayete göre de, elli dört günden aşağıda, kadına inanılmaz.

Bu, boşanan kadının hür olduğu zamandadır. Eğer, kadın câ­riye ve hayız gören biri ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ye göre, kırk günden aşağı olan sözüne inanılmaz.

İmâm Muhammed (R.A.) ve Hasan´m rivayetine göre, otuz beş günden az olursa; kadına inanılmaz.

İmâmeyn´in kavline göre, yirmi bir günden aşağı olursa; o za­man, kadının sözüne inanılmaz.

Eğer, boşama, doğumun akabinde olursa; bu durumda, kadına altmış beş günden aşağıda inanılmaz. Bu, İmâm Muhammed (R.A.) den gelen rivayettir. Hasan´m rivayetine göre (R.A.) yetmiş beş günden aşağı olursa kadına inanılmaz. Fakat, İmâm, Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göre, kırk yedi günden az olursa, kadına inanılmaz.

İmâm Muhammed (R.A.)´e göre otuz altı günden az oüursal,( inanılmaz.

Eğer, boşanan kadın, ay sahibi ve hür ise, bu kadına üç aydan aşağıda inanılmaz, ve eğer câriye ise bir buçuk aydan aşağıda ona inanılmaz. Bu, bil-icmâ böyledir. Muzraarât´ta da böyledir.

Mecmuu n - Nevazilde şöyle zikredilmiştir:

Üç talâk boşanan bir kadın, dört ay sonra gelip : «İkinci ko­camdan, iddetim tamam oldu.» der ve önceki kocasına nikâh ol­mak isterse sözüne inanılır mı suâline; Şeyhul-İmâm Necmü´d-Dîn Ömer en-Mesefî şu cevabı vermiştir: «Gerçekten, ona inanıl­maz.» Doğrusu da budur. Zehıyre´de de böyledir.

Şayet kadın önceki kocasına : «Senin için, helâl oldum.» der; o da, onu nikahladıktan sonra, kadın : «Gerçekten, ikinci adam bana cima´ eylemedi.» derse; eğer, o kadın, önceki kocaya helâl olmanın şartını biliyor ise; kadına inanılmaz, değilse inanılır. Nihâye´de de böyledir.

Bu hal, ikinci kocanın, cima´ ettiğini, ikrar etmeden önce olursa; böyledir. Tatarhaniyye´de de böyledir.

Şayet, kadın, Önceki kocasına : «Ben, sana helâlim» dese; kocanın, onu nikahlaması; insanların ihtilâfları açakhk kazanma­dıkça, helâl olmaz. Zehıyre´de de böyledir.

İmâm: «Doğrusu budur.» demiştir, Gunye´de de böyledir.

Boşanan katlın ikinci kocanın kendisine cima´ ettiğini ha­ber verdiği halde, o da inkâr etse; kadm, birinci kocaya helâl olur.

Eğer, birinci kocanın kalbinde, kadını inkâr, kocasını ikrar olursa; o zaman, o kadını nikahlaması helâl olmaz.

Şayet, kadın : «İkinci kocam, bana cima´ eyledi.» der; birinci kocası da, —onu nikahladıktan sonra—: «Hayır sana, ikinci kocan cima´ etmedi,» derse aralan açılır ve bu kadına, kocası, mehr-i mis­linin yansım verir.

Fetvalarda :

Kadını, birinci kocası nikahladıktan sonra, kadım ; «Ben, ikin­ci kocaya gitmedim.»; birinci kocası ise, ona «sen, kocaya gittin; kocan da sana, cima´ etti.» derse; bu durumda, kadının sözüne ina­nılmaz.

Eğer, ikinci kocası : «Nikâh fâsid oklu. Çünkü, ben, bu kadı nın anasını, cima etmiştim.» der; kadm da, bu sözü doğrularsa; o kadın, birinci kocaya helâl olmaz.

Şayet, kadın kocasını yalanlarsa; o zaman, helâl olur. Kâdı´l-İmâm da, böylece cevap vermiştir. Hulâsa´da da böyledir.

Şayet, fâsid bir nikâhla nikahlar ve üç talâkta boşarsa; o kadını nikahlamak, —başka kocaya gitmese bile—, caiz olur. Sirâ-cü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, tahlil niyye tiyle, bir kadını nikâhlasa, bu kadı­nın, önceki kocaya helâl olması için, bu şart değildir. Ancak, bu şah­sın bir şeye niyyeti yoksa, bu duranı mekruh da değildir. Fakat böyle bir şart olursa; mekruh olur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) vu İmâm Züfer (R.A.)´e göre, önceki kocaya da, helâl olur. Hulâsada da böyledir. Sahih olan da budur.

Bir adam karısını bir talak veya iki talak boşadığı zaman; ka­dının iddeti bitince, başka bir kocaya gitse; o koca da, ona cima´ ettikten sonra, onu boşasa; ve ondan da, iddeti tamam olsa; sonra da, o kadını, önceki kocası nikâhlasa; bu kocasına, üç talâkla dön­müş olur. ikinci koca, birincinin bir ve iki talâkını yıkmış olur, üç (aîâkı yıktığı gibi. İhtiyâr´da da böyledir. Sahih olan da böyiedir. • Nevârfl´de :

İki şahit, kadını, bir adamın nikahladığını ve üç talâk boşadığı-ni söylese; kocası da gaip olsa; kadın, başka kocaya gidebilir. Eğer, koca, hazırda ise, gidemez. Hulâsa´da da böyledir.

Bir kimse, üç talâkı bir şarta bağlar; bu şart bulunur ve kadın, kocasına haber verince; onun inkâr edeceğinden korkar ve fetva ister; bunun üzerine üç talâkın vukuuna, fetva verilirse; ke­za, kadın bilir ve kocasının inkâr edeceğinden korkarsa, bu kadın, başka kocaya gidebilir. Bu kadın, kocasından gizli olarak, nefsini ana helâl kılar; kocası, bir yolculukta gaip olur, sonra da, geri dö ner ve kadın; kalbinden şüpheyi çıkarmak için, nikâh tazelemesini isterse; kocanın boşamayı inkâr etmesinden dolayı bu olmaz. Ker-derînin Vecîzi´nde de böyledir.

Şeyhu´I - İslâm Yûsuf bin´İshâk´tan.soruldu: Ki, karısını üç talâk boşayjp, bu durumu, karısından saklayan ve ona cima´ eden; ayrıca, durumu üç hayız müddeti geçtikten sonra, haber veren, bir şahsın karısının, ikinci bir evlilik yapması helâl olur mu İmâm:

«Hayır, olmaz. Çünkü, cima´ aralarında şüphe ile cereyan eyle­miştir. Bu ise, iddeti gerektirir. Ancak, son cima´smdan itibaren, üç hayız geçerse; o zaman olur.

İmâm a soruldu:

Eğer lıer ikisi de, bilmelerine ve bunun haram olduğunu ik­rar etmelerine rağmen cima´ eylemişler ve kadın, üç defa hayz ol­duktan sonra, ikinci bir koca, dilemişse ne olur

İmâm. şöyle buyurmuştur: .

«Nikâhı caiz dîıır. Çünkü, ikisi dv, onıın.haramiiğım ikrar eyle­mişler w´bu .sebeple cima´, zina olmuştur.

Zinada ise, iddet yoktur ve onu, başkasının nikahlamasına mâ­ni değildir. «Biz de bunu alırız. Ancak, hâmile olması, müstesnadır. İmameyn´e ve İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, zinadan hamile ola­nın, nikâhı caizdir. Tatarhaniyye´de de böyledir.

Şeyhu´I - İslâm Ebûl Kasım´dan soruldu :

Kocasından kendini üç talâk boşadığını duyan ve nefsini koca­sına teslim etmemeye gücü yetmeyen bir kadının kocasını öldürme­ye müsâade var mı [7]

İmâm :

«Kendine, yaklaşma istediği zaman, öldürmemek suretiyle men1-ine gücü yetmezse, öldürebilir.» demiştir.

Şeyhu´I - İslâm Ebûl - Hasan Ata bin Hamza ve İmâm Ebû Şü-

câ da böyle fetva vermişlerdir.

Kâdi´I-İmâm İsbîcâbî ise : «Kadının, kendini boşayaıı; .sonra da, zoraki cima´ eylemek isteyen, kocasını öldürme hakkı yoktur.» buyurmuştur. Muhiyt´te de böyledir.

Mültekıt´ta da : «Fetva, buna göredir.» denilmiştir. Şeyhu´I -İmânı Necmü´d - Dîn, Seyyidül - İmâm Ebî Şücâ´dan «Kadın, onu ödürecektir.» şeklinde rivayet etmiştir. Bu zat, büyük bir kişidir. Onun, büyük üstadları vardır. İtimad edilmeyen, ve sahih olmayan sözü söylemez.» Duyurulmuştur. Tatarhaniyye´de de böyledir.

Kadının, âdil iki şahidi olsa ve bunlar : «Koca, bu kadım nikâh eyledi ve üç talâk boşadı. Sonra da, onu inkâr eyledi.» dese­ler. Şahitler, kadı efendinin huzurunda şehâdette bulunmadan ön­ce, ölse veya gaip olsa, kadının, o kocanın yanında durmasına ve ça­ğırdığında ona yaklaşmasına ruhsat yoktur.

Eğer koca : «Bu böyledir, şahitler ise ölmüşlerdir.» diye yemin ederse; kadı efendi, onu reddeder : Kadının, orada durmasına mü­sâade edilmez. Fetvasını alıp, ondan ayrılması uygun olur, ayrılmak­tır. Eğer; buna gücü yetmezse, her ne zaman, onun, kendisine zora­ki yaklaşacağını bilirse, onu öldürür. Uygun olan, onu ilâçla öldür­mesi; bizzat kendinin öldürmemesidir. Ondan kaçtığı zaman, iddet beklemesine ruhsat yoktur ve başka kocaya gidebilir. Şeyh Şem-sül-Eimme Halvânî İstihsâli Kitabının Şerhi´ndc : «Bu cevap hü­kümdür. Fakat, durum Alkıhu Teâlâ ile kadın arasındadır. Kocadan firar edince, kadın iddetini bekler. Sonra, kocaya gider. Muhıyt´te de böyledir.

Nesefiyye´de şöyle zikre di lmştir :

Bir kimse, kendisine haram olan karısından kurtulamıyor. Ne zaman, ondan gaip olsa; kadın, ona sihü yapıp geri yanına getiriyor. Bu şahıs, o kadını, zehir veya benzeri bir şeyîe öldürüp, ondan kur­tulabilir mi

İmâm su cevabı vermiştir :

Bu helâl olmaz. Gücünün yettiği kadar ondan uzaklaşır. Tatar-hariiyye´de de böyledir.

Latâifü^l - Hiyel´de şöyle mezkûrdur :

Boşanmış bir kadın, küçük bir köleye nikâhİaıısa ve onun ze­kerin harekete geçirse; sonra da, her hangi bir sebeple ona mâlik olsa; —cima´dan sonra aralarındaki nikâh fesh olur. Tebyîn´de de böyledir.

Bir kimse : «Eğer, bir kadın alırsam; işte, o üç talâk boş­tur.» dese, bunun çâresi : Aralarındaki nikâh sözleşmelerini fuzûli bir şahsın yapması gerekir. Bu koca, o fuzûlîye fiili ile izin verince, yemini bozulmaz. Fakat, sözüyle izin verirse; yemini bozulur, îti-mad bunun üzerinedir. Zâhîriyye´de de böyledir.

Eğer kadın kendinin boşanmış olduğunu ikinci kocasından giz­ler ve : «Sana nefsimi nikahladım.» Selâhiyet elimde olmak üzere ki, nefsimi boşayabilirim... «Her ne zaman istersem.» der; kocası da, onu, kabul ederse; nikâh caiz ve talâk yetkisi, kadının elinde olur. Tebyîn´de de böyledir.

Boşanmış kadın, ikinci kocanın tamamı kesmek ister ve ona : «Beni, üç talâk boşamaya yemin etmezsen; sana, icabet etmem. Sen, bana muhalefet etme.» der; koca da, yemin ederse; ona, bir defa yaklaşınca, kocasından talâkını ister. Eğer boşarsa; kadın, boş olur. Boşamazsa, yine boş olur. Sirâciyye´de de böyledir. [8]

7- İLÂ

Îlâ

İlâ : Kocanın, nefsini, nikâhlısı olan kadından, Allah adı­na (veya, talâk, hâk, oruç, hac ve benzeri bir şeyle) yemin ederek, miiekkedert men etmesidir.

Mutlak veya muvakkaten hür olan kadına, dört ay, cariyeye iki ay, —yemin etmeden, yaklaşmamak mümkün iken, onu yalnız bı­rakmadan— ona yaklaşmamak da âdir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

ft Eğer koca, yemin müddetinde, kadına cima ederse, keffâ-rcli icâb eder. İster, Allahu Teâlâ´nm sıfatlarından birisi ile yemin etsin; isterse, zatıyla yemin etsin müsavidir. Kadına, cima´dan son­ra yemin düşer. Eğer, yemin müddeti İçine cima´ etmezse, bir bâin. talâk, boş olur. Bürcendî´de de böyledir.

Eğer koca, dört ay üzerine yemin ederse, gerçekten yemin düşer.

Eğer «ebediyyen» diye, yemin eder ve : «Vallahi sana ebediyyen cima´ ey İçmeyeceğini.)» veya «Vallahi, sana cima´ eylemeyeceğim» der, «ehediyyen» demezse; yemin, baki kalır.

Ancak, o nikâhtan önce tekrar eylemez ve eğer o kadını ikinci defa nikâhlar ve ona cima´ ederse; yemin avdet eder. Ancak, dört ay geçmesiyle vakitlerse, bir talâk daha boş olur. Bu yeminin baş­langıcı, nikâh zamanından itibârendir. Eğer, üçüncü defa nikâh ey­lerse, ilâ yine avdet eder ve dört ay geçince kadına, cima´ etmezse; bir başka talâk daha vâki olur. Kâfî´de de böyledir.

Koca, bu karısını, bir başka kocaya gittikten sonra nikah­larsa; talâk ilâsı avdet etmez. Yemin baki kalır. Eğer, kadına cima´ ederse; yemininden dolayı keffârei gerekir. Hidâye´de de böyledir.

Bir kadın, îla sebebiyle, bir talâk veya iki talâk bâin olun­ca; başka kocaya gider, sonra da öncekine dönerse; üç talâk avdet eder w bu kadın, her dört ay geçtikçe, üç talâk, ondan açıklanana kadar, bir talâk boş ölür. İkinci ve üçüncü de, sonuna kadar, hep böyle olur. Tebyîn´de de böyledir.

Zimmî olan bu kimse; Allah´ın isimlerinden veya sıfatla­rından biriyle ilâ yapsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, o da, ye­min etmiş olur. îmâmeyn´e göre, yemin etmiş olmaz.

Fakat zimmî, talâk veya Hakla yemin ederse; bil-icma´, yemin etmiş olur.

Ve eğer, hac, umre, oruç veya, sadaka gibi şeylerle yemin eder­se; yine bil-icma, yemin etmiş olmaz.

Keza, zimmî karısına : «Eğer, sana cima´ eylersem; sen, bana anamın sırtı gibisin.» dese; yemin etmiş olmaz.

Zimmînin îlâsı sahih olursa; bu durumda zimmî, hüküm bakı­mından, müslim. gibidir. Ancak, zimmî Allah adı ile yemin edip son­ra da cima´ ederse; keffâret lâzım olmaz. Sirâcül - Vehhâc´da da böyledir. [9]


İlâda Kullanılan Lafızlar


İlâda kullanılan lafızlar, iki nevidir :

1-) Sarih lafız,

2-) Kinaye lafız.

Sarih lafız: Cinsî mukârenetten men´i, açıkça ifâde eden, la­fızdır.

Şu lafızlar da, sarîh lafızlardandır : «Sana, yaklaşmam.»; «Sa­na, cima´ eylemem.»; «Sana, vetyetmenu; «Sana, mübâdaa etmem.»; «senden dolayı cünüplükten, gusletmem.»

Mubâdaadan murat, vika. (= cima´) dır.

Cünüplükten gusül ise, —burada— ancak, cima´, fercten yapı­lınca olur.

Keza: Bekrini bozmam» demek de, sarîh, lafızdır. Zîrâ, beka­ret; ancak, cima´ ile bozulur. Serahsî´nin Mumytı´nde de böyledir.

Şayet, koca : «Dübüründen vatyetmem.» veya «Fercinin dışına, cima´ etmem.» dese; îlâ etmiş olmaz.

Eğer, koca : «Cima* müstesna, sana mücâmaat yapmam.» dese; niyyeti sorulur. Eğer, dübüre vetyi irâde eyledim.» derse; yemin et­miş olur.

Fakat; «Fazla değil, zayıf cima´ı kaydeyledim.» derse, —´tena­sül uzuvlarının birbirine kavuşması gibi,— işte bu şahıs, yemin etmiş o´maz.

Şayet, bir niyyeti yoksa, bu durumda, yemin etmiş olur. Fet-hu´l - Kadîr´de de böyledir.

Yenâbî´de şöyle denilmiştir:

Bu lafızlar, hüküm bakımından tasdik olunmaz. Çünkü, bu şa­hıs, onunla cima´ murad eylemiş olmaz; diyanette ise tasdîk olu­nur; hakikat, kendisi ile Allahu, Teâlâ arasındadır. Tatarhânîyye´de de böyledir.

Kinaye lafza gelince : Kendisi ile, —sadece— vikâ (= ci­ma´) manası anlaşılmayan; başka bir mânâya gehne ihtimâli de bu­lunan, lafızlara, kinaye lafızlardır. Bunlarla, niyyet eylemedikçe, îlâ clmaz : «Sana dokunmam.»; «Sana dahîl olmam.»; «seni düşün­mem.»; «başınla başıma toplamam.» «Seninle gecelemem.»; Sana, arkadaşlık yapmam.», «Döşeğine yaklaşmam.» lafızları gibi... Se­rahsî´nin Mumytı´nde de böyledir.

Şayet : «Eğer, seninle uyursam; artık, sen üç talâk boş­sun.» dese; fakat, onu boşamaya niyyeti olmasa; bu îlâ olur ve ör-fen cima´ üzerine vâki olur. Zahîriyye´de de böyledir.

İsabet, yatmak ve yaklaşmak da kinaye lafızlardandır. Kenz´de de böyledir.

Yenâbi´de şöyîe demişlerdir :

Yemine bağlanan her lafız, îiâya da bağlanır : «Vallahi»; «Bil­lahi»; «Tallahi»; «Celâliüâhi»; «Azametillâhi» ve «Kibriyâillâhi» gi­bi...

Kendisine, yemin bağlanan, diğer lafızlara da, îlâ bağ´anır : «Alimallah sana yaklaşmam gibi...» Veya «Allah´ın gazabı üzeri­ne...» «Öfkesi üzerine...» veya bunlara benzeyen diğer sözler gibi...

Menâfî´de, şöyle denilmiştir :

İmâm, Ebû Hanife ER.AJ´ye göre, îlâ ehli olan kimse; talâk ehli de olur. İmâmeyn´e göre, o kimse, keffâretin vücûbuna ehil olur. Tatarhânîyye´de de böyledir.

Bir kimse, ferce cima´ üzerine yemin etmedikçe îlâ etmiş Gİmaz. Yani ferçten başka bir yere yemin etmişse; îlâ etmiş olmaz.

Bir kimse, arısına : «Valîâhi, cildim cildine dokunmadı.» dese îlâ etmiş olma2. Çünkü, ferce olan cimanın haricinde, dokun­makla yemin eylemiştir. Şayet, «fercim fercine dokunmazsa» de­miş olsaydı îlâ etmiş olurdu. Çünkü, bununla cima´ sözünü murad eylemiştir.

Eğer, koca : «Seninle, uyursam; artık, sen boşsun.» dese, fakat hiç birşeye niyyet eylemese; yemin etmiş- olur. İnsanların, bundan muradı cima´dır.

Şayet, yatmaya niyyet eylemişse; yemin etmiş olmaz. Zira, onunla yatmak, cima´ eylemek olmaz. O zaman, yemini bozulur.

Bir kimse, eğer : «Bir seneye kadar, elimi bir kadına kal-dmrsam; şu üzerime olsun.» der ve dörL ay da, karısına yaklaşmaz­sa; onu boşadığı, açığa çıkmış olur. Çünkü, o sözle, Örfde cima´ murad olunur. Bunun içindir ki kadının fercinin haricine, bir sene bile mücâmaat eylese; yemininde hanis olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse «Ben, senden yeminliyim»/ der ve bunun´a —ye­minini— haber vermeyi kasdederse; yemin etmiş sayılmaz. Gerçek, kendisi ile Allahu Teâlâ arasındadır. Felhu´t - Kadîr´de de böyledir.

Bir kimse,"karısına : «Sana, yakın olursam; namaz kıl­mak, üzerime borç olsun.» dese; yemin etmiş olmaz, Kâfî´de de böyledir.

İbn-i Semâa, İmâm Ebû Yûsuf (R.AJ´un şöyle buyurdu­ğunu nakletmiştir :

Bir kimse : «Şu kölemi Ailah için, azâd etmek, üzerime vacip olsun; eğer karım filâneye, yakın olursam; zıharımdan dolayı.» der­se; o şahıs, ister zıhar etmiş olsun; ister olmasın, yemin etmiş ol­maz.

Şayet, koca: «Şu kölem, eğer kanma yaklaşırsam; zıha-nmdan dolayı, hür olsun.» derse; işte o yemin etmiş olur. îster mu-zâhir olsun; isterse, olmasın. Ancak, onunla zıhar keffâretini kas­dederse, ve eğer müzahir ise; bu da câb olur.

Sonra da : «Her şey azâd olsun; eğer, karıma yaklaşırsam.» derse; bu durumda da; yemin etmiş olur. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Eğer, sana yaklaşırsam; veya seni yatağıma davet eylersem; artık, sen boşsun.» dese; yemin etmiş ol­maz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «Karım olduğun müddetçe, eğer, —seninle— cünüp olunandan dolayı; gusledersem; artık, sen üç talâk boş ol.» dese ve bu sözü iade eylese fakat bu, sözün, ne ol­duğunu bilmese; karısı ise, hamile olsa; koca, karısı hamlini do­ğurmadan, ona cima´ etmese, bu sözü söyledikten dört ay sonra, kadın hamlini vaz eylese, kadın, bâin olarak bir talâk boş olur. Hamlini, vaz sebebiyle de iddeti bitmiş olur. Bundan sonra, o ka­dını nikahlaması da, caiz olur. Ve bu şahıs, yemininden hânis ol­maz. Fetâvâyi Kübrâ´da da böyledir.

Bir kimse, yemin ederek : «Eğer sana yaklaşırsam hac yapmak...» «...Umre yapmak...»; «...Sadaka vermek...»; «...oruç tutmak...» «...kurban kesmek...» «...itikâf yapmak...» «...üzerime borç olsun; yemin ve yemin keffâreti olsun.» dese; bu şahıs îlâ et­miş olur.

Şayet: «Cenazeye gitmek...»; «Tilâvet secdesi yapmak...»; «...Kur´ân okumak...»; «...Beyti Mukaddeste namaz kılmak...» «teşbih çekmek; üzerime vacip olsun» dese; bu yemin olmaz.

İlânın sıhhati, vacip olanlarla, olur.

Şayet, koca : «Yüz rek´at namaz kılmak üzerime vacip olsun.» derse; bu, ilâ olur.

Ve eğer : «Şu fukaraya, şu sadakayı veya malımı hibe etmek, üzerime borç olsun.» dese; bu sahih olmaz. Ancak, bunu sadaka olarak niyyet eylemesi, müstesnadır,

Bir kimse : «Alacağım bütün kadınlar... işte, o boştur.» dese; İmâm Ebû Haıûfe CR.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre; îlâ etmiş olur. Fetfaul - Kadîr´de de böyledir.

Ve eğer «eğer sana yaklaşırsam bir ay oruç tutarım.» dese, eğer o dört ay,geçmeden geçerse adam yemin etmiş olmaz.´ Eğer dört ay geçene kadar geçmez ise işte o adam yemin etmiş olur. (Bedâi)

Ve «eğer sana yaklaşırsam, fukaraya yemek yedirmek veya bir gün oruç tutmak borcum olsun» derse işte bu bil-ittifak yemindir. (Mebsûtu Serahsi)

Ramazan ayında veya belli bir mekânda karısına yaklaşmaya­cağına yemin eylese îlâ etmiş olmaz. Hayz iken yaklaşmamaya ye­min edende îlâ etmiş olmaz. «Muhiti Serahsî)

Bir adam karısına : «Sen bana filan adamın karısı gibisin» de­se o adamda karısına îlâ etmiş olsa, eğer îlâya niyet eylemişse bu adamla îlâ etmiş olur, değilse olmaz.

(Bir adam) karısına «sen bana lâşe gibisin» dese yemihe niyet eylemişse îlâ etmiş olur. Ve eğer karısına «eğer sana yaklaşırsam artık sen bana haramsın» dese niyet eylemişse yemin etmiş olur. Bu Ebû Hanife (R.A.)´ye göre böyledir. İmâmeyn´e göre kadına yaklaşmadıkça yemin etmiş olmaz.

Bir kimse, karısına, îlâ ettikten, sonra; diğer karısına, : «Seni, onun ilâsına ortak eyledim.» dese; ona îlâ etmiş olmaz.

Şeyh Kerhî şöyle demiştir:

Bir kimse, karısına : «Sen, bana haramsın.» dedikten sonra; diğer karısına : «Gerçekten, seni de, ona ortak eyledim.» dese; onu da, îlâ etmiş olur. Zahîriyye´de de böyledir.

Bir kimse, karılarına : «Size yaklaşmıyorum.» dese; onla­ra îlâ etmiş olur. Dört ay geçene kadar yaklaşmaz ise, hepside bâin talâkla boş olurlar. Onlardan birine, yaklaşırsa; ona olan îlâsı bâ­tıl (— geçersiz) olur. Diğeri, hali üzre kalır. Ve üzerine keffâret lâ­zım olmaz. Eğer, ikisine de, yaklaşırsa, ikisinin de ilâları bâtıl olur. Ve keffâret lâzım olur. Eğer, dört ay geçmeden kadınlardan birisi ölürse, ikisinin de, ilâları bâtıl olur. Ve yemin keffâreti gerekmez. Ancak koca, birisini boşarsa diğerinin îlâsı bozulmaz.

Bir kimse, dört karısına : «Vallahi, hiç birinize yaklaşma­yacağım.» dese; o anda, onlara îlâ etmiş olur. Bu şahıs, dört ay ge­çene kadar, hiç birine yaklaşmasa; hepside bâinen boş olurlar. Bu, bizim üç imamızın kavlidir ve bu istihsandır. Bedâi´de de böyledir.

Şayet, dört karısı olan şahıs : «Hiç birinize yaklaşmiyacağım; Yalnız, filâne kadın müstesna.» dese; hiç birine îlâ etmiş ol­maz. Hatta, bu şahıs, kanlarından ikisine yaklaşsa; yemini bozul­muş olmaz ve aralan açılmaz. Füsûlü tmâdiyye´de de böyledir.

Bir kimse, kansına, bir mecliste, üç defa îlâ eylese; İmâ­meyn´e göre, istihsânen, bir talâk vâki olur; iki meclise okırsa; ta­lâk adedi artar. Zahiriyye´de de böyledir.

Bu şahıs : «Vallahi, birinize yaklaşmayacağım» dese; bu durumda koca, kadınlardan birine ilâ etmiş olur. Koca, bu kadın­lardan birine cima´ etse; keffâret, gerekir ve îlâ bâtıl olur.

Bu kadınlardan birisi ölse veya boşansa yahut irtidad eylese; îlâ, ikinciye teayün eylemiş olur. Koca, dört ay geçene kadar, hiç birine yaklaşrnasa; belirsiz olarak, birisi bâin olur. Koca, onlardan hangisini dilerse, talâk ona ait olur. Şayet, îlâyı onlardan birine, dert ay geçene kadar tâyin eylerse buna gücü yetmez. Hatta, biri­ne tâyin etse ve sonra da, dört ay geçse; o tâyin edilen kadın, boş olmaz. Belki de, o iki kadından başka; muayyen birisi, boş olur. İşte, bu durumda koca, kendisi ayırır.

Şayet, dört ay geçmeden, birine cima´ ederse; diğeri boşanmış o´ur. Zâhir-i rivâye´de ise, ikisi ds bâin olurlar. Bedâî´de de böyle­dir.

Müddetlerin geçmesiyle, kadınlar bâîn olduktan sonra, ko­ca, onların ikisini de nikâhlasa; yine onlardan birine îlâ etmiş olur. Koca, bu kadınları, aralıklı olarak nikâhlasa; yine, onlardan biri­ne îlâ etmiş olur. Bu îlâ, Öncekine teayyün etmiş olmaz. Ancak, nikahladığı günden itibaren, dört ay geçerse; önceki, müddetin geç­tiği için, bâine olur. O, bain olduktan sonra, dört ay daha geçerse diğeri de, bâin olur. Kâfî´de de böyledir.

Bir koca, karılarına : «Sizden birinize yaklaşırsam.» der­se; onlardan birine, îlâ etmiş olur. Dört ay geçince, bu müddetle onların birine yaklaşmamışsa; ikisi de bâin olurlar. Eğer, birine yaklaşırsa; ikisinin de îlâları bâtıl olur ve keffâret gerekir. Sirâ-cü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse; «karısına ve cariyesine» «karısına ve yabancı­ya» yaklaşmamaya yemin etse; bu koca, yabancı kadına veya câriyeye yakın olmadıkça, yemin etmiş olmaz. Eğer, ikisine yakın clursa îlâ etmiş olur. Çünkü, onun için, bundan sonra yaklaşmak mümkün olmaz. Ancak, keffâretle mümkün olur. İhtlyâr´da da böy­ledir.

Bir kimse, karısına ve cariyesine : «Vallahi, birinize yak-laşmıyacağım dese; îlâ etmiş olmaz. Ancak, yalnız karısını kas-deylemişse, bu durum müstesna´dır. Eğer, birisine yaklaşırsa ye­mini bozulmuş olur.

Eğer, cariyesini azâd eder; sonra da onu nikahlarsa; îlâ etmişiz olmaz.

Şayet koca : «Vallahi, sizden birinize yaklaşmayacağım.» de­se; bu durumda, koca; hür olan kadına îlâ etmiş olur. Bu istihsânen böyledir. Câmiu´I - Kebîr ´de de böyledir.

Biri hür, diğeri câriye, iki karısı olan bir kimse : «Vallahi ikinize yaklaşıniyacağım» dese; ikisine de îlâ etmiş olur. Bu koca, iki ay geçtiği halde, ikisine de yaklaşmasa; câriye, bâine olur. İki ay daha geçerse, hür olan kadın da bâine olur.

Şayet bu koca: «Vallahi, birinize yaklaşmam.» derse; tayin­siz olarak, onların birisice îlâ etmiş olur.

Şayet, iki ay geçmeden önce, birisine tâyin etmek istese; koca­nın buna selâhiyeti yoktur.

İki ay geçene kadar, onlara yakınlık yapmamışsa; câriye, bâine olur. Hür kadının, îlâ müddeti başladığından itibaren, dört ay ge­çene kadar, onlara yaklaşmazsa; bu hür kadın da, bir bâin talâk boş olur. îki ay geçene kadar, câriye ölürse, îlâ, yemin vaktinden itiba­ren, hür kadın için açıklanmış olur. Bedâi´de de böyledir.

Koca, müddet bitmeden Önce, cariyeyi ıtk ( = azâd) etse; onun müddeti de, hür kadın gibi olur. Yeminden itibaren, dört ay geçerse, onlardan birisi boş olur. Bunun tâyini ise, kocaya düşer. Şayet, hürriyeti verildikten sonra, onu nikâhlasa, cariyenin boşan­dığı günden itibaren, dört ay sonra; hür kadın da bâine olur.

Eğer, iki ay o´madan, o cariyeyi satın alsa; hür olan kadın ye­minden dört ay sonra, bâine olur.

Eğer, cariyeyi önce ıtk eder; sonrada, nikahlarsa; bunların biı-ine îlâ etmiş olur. Ancak, müddet bitince hür kadın bâine olur.

Şayet müddetten Önce, hür kadın ölse; diğeri, nikâhından itibaren, müddeti bitince bâine olur.

Eğer, müddeti geçmeden ölmez; bâine olursa; yeminden itiba­ren, müddet geçmesi hâlinde, diğeri de bâine olur. Kâfî´de de böy­ledir.

Hür kadın, îlâ sebebiyle bâine olunca; azâd edilen kadın, îlâ için teayyün etmiş olur. Müddet ise, hüı kadının bâine olduğu andan itibaren başlar. İddeti sona erince ve talâkı üç olunca; ve dört ay geçince azâd ettiğini nikahladığı zamandan itibaren, îiâ sebebiyle bâine olur. Câmiu´l - Kebîr´de de böyledir.

Bu koca, kanlarına : «Birinize yakın olursam; işte, diğeri ana­mın zahri (— sırtı) gibidir.» dese; bu durumda koca, karılarından birine, îlâ etmiş olur. İki ay geçince. Câriye boş olur. Hür kadının ilâsı ise, bâtıl olur. Bu kadınların ikisi de, hür olsalar ve koca : «Eğer, birinize yaklaşırsam; artık, diğeri bana anamın sırtı gibi­dir.» dese; bu durumda koca, birine îlâ etmiştir. Dört ay geçince, onlardan, birisi îlâ sebebiyle boş olur. Tâ´yin (=belirtme.) kocaya aittir.

Eğer, koca, talâkı, onlardan birine tâyin eylemezse veya tâyin eyler de dört ay daha geçerse, bir şey vâki olmaz.

Bu koca : «Eğer, birinize yaklaşırsam; işte, o bana ana­mın sırtı gibidir.» dese; îlâ baki kalır.

Bu kocanın : «Eğer, birinize yaklaşırsam; biriniz bana anamın sırtı gibidir.» demesi de yine böyledir. Kâfî´de de böyledir.

Ve eğer «birinize yaklaşırsam işte biriniz bana anamın sırtı gibidir» dese, İki ay geçmekle câriye boş olsa hürre için îlâ yapmış olur. Câriye boş olduğu günden itibaren dört ay geçincede hür­re bâine olur.

Bir kimse, birisi hür, diğeri câriye olan iki karısına : «Eğer, birinize yaklaşırsam; artık, diğeri boş olsun.» dese, îlâ eyle­miş olur. İki ay geçince, câriye boşanmış olur.

Hür kadından ise, îlâ düşmez. Onun müddeti cariyenin boşan­dığı günden itibaren başlar.

Eğer, cariyenin boşandığı günden sonra, dört ay geçerse; hür de boş olur. Çünkü, koca, bu hür kadına yakın olamaz. Ancak, onun talâkından sonra, yakın olabilir.

Eğer, bundan önce cariyenin iddeti tamamlanmış olursa; hür kadının îîâsı sakıt olur. (= düşer). Çünkü, ona yaklaşması münu kündür ve bir şey lâzım gelmez. Cariyede talâk mahalli kalmamış­tır.

Şayet, kadınların ikisi de hür olmuş olsalardı; dört ay geçince onlardan birisi boşanmış olurdu. Koca, onlardan birini seçer ve açıklardı. Geride kalan için de îlâ etmiş olurdu.

Önceki kadın iddet içinde iken, dört ay daha geçerse, ikine/ kadın da; boş olur; değilse, olmazdı.

Eğer koca, açıklama yapmadan bir dört ay daha geçerse, diğeı kadın da, boş olur.

Bir kimse hür ve câriye olan iki karısına : «Eğer, birinize yakın olursam; biriniz boşsunuz.» dese; işte, bu adam onlardan bi­risi hakkında ilâ eylemiştir. İki ay geçince, câriye boş olur. Câriye boş olduktan, dört ay sonra da, hür kadın boş olur. Cariyenin id­de t içinde olup olmaması da müsavidir. Çünkü, kocanın hür kadı­na yakın olması mümkün olmamıştır. Zira talâkın cezası onlardan kirisinedir. Gerçekten Öncekinin, iddeti çıktığı zaman, talâk belli olmuştur, yine böyledir. Şayet, kadınların ikisi de hür olsalar, du­rum yine böyledir. Ancak, müddet her ikisine de dört aydır.

Eğer, koca : "Sizden birinize yakın olursam; artık, diğeri boş olsun.» dese; bu durumda, koca, kadınlardan birine îlâ etmiş olur Dört ay geçince, her ikisi de bâine olurlar.

Onlardan birine yakın olursa, yemini bozulmuş olur. Fakat talâk mübhem kalır. Yemin bâtıl olur. Ancak, koca «Sizden birini., ze yakın olursam işte, o boştur.o dedikten sonra; onlardan birisine yaklaşırsa; talâk, ona vâki olur. Yemin ise, bâtıl olmaz. Hatta bu şahıs diğerine de yaklaşırsa; o da boş olur. Câmiu´l - Kebîr´de de. böyledir.´

Bir kimse : «Vallahi, şuna veya şuna yakın olmam.» der ve müddet de geçerse; her ikisi de boş olur. Füsûlül - tmâdiyye´de de böyldir.

Bir kimse : «Eğer, şuna ve şuna yaklaşırsam.» dese; dedi­ği gibi olur.

Koca : «Eğer size yakın olursam» diye yemin eylese ikisini de ilâ etmiş olur.

Koca : «Eğer, şuna yakın olursam; sonra, şuna.» derse îlâ el-miş olmaz. Mîrâcü´d-Dîrâye´de de böyledir.

Bir kimse, karısına îlâ ettikten sonra, onu bir hâin talâk boşa-sa; eğer, dört ay geçerse; iddet müddetinin içinde iken bir îlâ ta­lâkı daha vâki olur. Eğer ideti biter de sonra îlâ müddeti tamam olursa, îlâ esbebiylc talâk vâki olmaz.

Kir kimse, karısına ilâ ettikten sonra, onu boşasa ve bilâhare de nikâhlasa; eğer, iddeti içinde nikâhlamışsa; îlâ, hâli üzre kalır. Hatta, îlâ vaktinin dört ayı tamam oİsa, üzerine bir de, îlâ ta´âk vâki olur. Boşama iddeti tamam olduktan sonra nikâhlasa; yine ûâlı olur. Fakat, îlâ müddeti, bu nikâhtan itibaren başlar.

Bir kimse, karısını bâin bir talâk boşadıktan sonra, ilâ et- e; bu, îlâ olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, Ric´î talâktan sonra îlâ eylese, îlâ eylemiş olur-îlâ müddeti bitmeden önce, talâk iddeti biterse; îlâ düşer. S´irâcü´l -Velıhâc´da da böyledir.

Bir kimse, karışma îlâ. ettikten, sonra dâr-i harbe kavuş-sa; sonra da dört ay geçse; mülkün zevalinden dolayı, îlâ tebeyyün eylemez. îrtidâd sebebiyle, ayrılık vâki olur. îlâmn, zıhârın irtidâd-Ia bâtıl olması hakkında, iki rivayet vardır : Muhtar olan, batıl olu­şudur.

Bir kimse, talâkı üzerine; karısını boşamamaya yemin et­tik tt-n sonra; ona îlâ etse ve müddet de geçse; yemini bozulmuş olur. Bir talâk, îlâ sebebiyle; bir talâk da yemin sebebiyle vâki olur. .

Bir kimse, yemin eder; kadı da, hayasızlığı sebebi ile bu adamla karısının arasını ayırırsa; muhtar olan, kavle göre; Bu du-n-mda, talâk vaki olmaz.

Bir köle, hür olan kadınından ilâ ettikten sonra, o kadın, bu köleye mâlik olursa, îlâ baki kalmaz. Şayet onu satar veya azâd eder; sonra da, ikinci defa onunla evlenirse, îlâ avdet eyler. Zahî-i´İyye´de de böyledir.

Bir kimse : «Vallahi, sana iki ve iki ay yaklaşmayacağım.» . dese, îlâ etmiş olur.

Keza :Sana, yaklaşmam iki ay ve iki ay, bu iki aydan sonra iki ay» dese; îlâ etmiş olur.

Bir kimse karısına : «Vallahi, sana iki ay yaklaşmam.» de­yip bir gün durduktan sonra, yine : «Vallahi, önceki iki aydan son­ra, iki ay daha yaklaşmıyacağim.» dese; yeniden ila etmiş olmaz.

Keza : «Vallahi, sana iki ay yaklaşmayacağım.» dese ve bir müddet durduktan sonra : «Vallahi, sana iki ay yaklaşmayacağım.» dese; yine îlâ etmiş olmaz.

Şayet : «Vallahi, sana iki ay yaklaşmayacağım; hayır iki ay.» deseîiâ etmiş olmaz.

Müntekâ da şöyle zikredilmiştir :

Bir kimse : «Vallahi, sana dört ay; sonra da, dört ay, cima eylemiycceğim.» dediği zaman, îlâ yapmış olur. Bu «Vallahi, sana sekiz ay, Cima´ eylemiyeceğim.» demek menzüindedir.

Şayet : «Vallahi, sana iki aydan Önce, iki ay cima´ eylemiyece­ğim,» demiş olsaydı; yine îlâ etmiş olurdu.

İbrHi Semâ´a, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´un şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir :

Bir kimse : «Vallahi, bir günü noksan, dört ay, sana yaklaş­mayacağım.» dedikten sonra, o saatle : «Vallahi, o günde yaklaşım-yacağim.» dese; ilâ etmiş olur. Muhiyt´te de böyledir.

Bir koca, karısına : «Sana, yaklaşmada]! bir ay Önce, sen boşsun.» dese; o ay geçene kadar, îlâ etmiş olmaz. Bir ay geçtiği halde, eğer karısına yaklaşmazsa îlâ olur. Bu durumda, bir ay ön­ce, karısına cima´ eylese, bir şey gerekmez. Bir ay geçtikten sonra, yaklaşırsa; îlâ müddeti bitmeden önce, yemini sebebiyle karısı boş olur. Eğer, onu dört ay terkeder; ona yaklaşmazsa; îlâ sebebiyle, kadın boş olur.

Koca : «Eğer, sana yaklaşırsam; sana yaklaşmamdan bir ay önce, sen boşsun.» derse; hüküm yine böyledir. Câmiu´l - Kebîr´de de böyledir.

Tahâvî Şerhin´de şöyle zikredilmiştir :

«Sana, yaklaşmadan az önce, sen boşsun.» dese; îlâ etmiş olur. Eğer, yaklaşırsa; yaklaşmadan önce, zaman geçmeden talâk vâki olur. Eğer, terküdip yaklaşmaz ve dört ay geçerse; îlâ sebebiyle bâine olur. Taitarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, iki karısına : «Size yaklaşmamdan bir ay önce, ikiniz de üç talâk boşsunuz» dese; onlara bir ay geçene kadar îlâ etmiş olmaz. Bir ay geçtikten sonra, ikisine de îlâ etmiş olur.

Eğer terk eder ve kişine de yaklaşmazsa; dört ay sonra ikisi de bâine olurlar.

Eğer, yaklaşırsa, her birisi, üç talâk boş olur.

Eğer, birisine yaklaşırsa; o, bir ay geçmeden önce veya ikisine yaklaşırsa îlâ bâtıl olur.

Eğer, bir ay geçtikten sonra, birisine yaklaşırsa; îlâ, ondan düşer; diğerine ise, îlâ yapmış olur. Ona da yaklaşırsa; ikisi de, üç talâk boş olur.

Şayet, koca : «İkiniz de, üç talâk, boşsunuz; eğer size, bir ay önce, yaklaşmadan yaklaşırsam» derse; hükmün aynen yukar-daki durum gibi olur. Câmiu´l-Kebîr´de de böyledir.

# Bir kimse, karısına yaklaşmaya karşılık, kölesinin itki ile yemin ettikten sonra o köleyi satsa îlâ düşer.

Kadına yaklaşmadan önce, o köleye tekrar sahib olsa, îlâ av­det eylemiş olur.

Şayet, kadına, yaklaştıktan sonra, o köleye sahip olursa; îlâ avdet eylemez.

Şayet, koca : «Eğer, sana yaklaşırsam; şu iki kölem, azâd ol­sun.» dedikten sonra; onlardan birisi ölse, veya birisini satsa ila bâtıl olmaz.

Şayet, ikisi de, ölür veya ikisini de satarsa; îlâ bâtıl olur.

Eğer, bu kölelerden birisi, karışma yaklaşmadan önce, tekrar adamın mülküne girerse; îlâ geri döner.

Sonra, diğeri de, mülküne girse, îlâ, öncekinin, girmesinden itibaren, avdet eylemiş olur.

Koca, eğer : «Eğer, sana yaklaşırsam; oğlumu kurban eyle-rim.» dese ilâ etmiş olur. Sirâcü´J - Vehhâc´da da böyledir.

Koca, hangisi olduğunu belirtmeden, iki kölesinden birinin azâd edilmesi üzerine, karısından îlâ ettikten sonra; onlardan bi­rini satar; sonra onu geri satın alıp diğerini satarsa îlâ müddeti, önce sattığını, satın aldığı günden başlar.

Eğer ikinci köleyi birinciyi satın almadan önce salarsa, îlâ kalkar.

Şayet, koca :
Fakat, : «Eğei", satın alırsam; işte, şu kölem hürdür." veya «Eğer, nikahlarsam filâne boştur.» veya «Araplardan alaca­ğım, bütün kadınlar boştur.» veya «Müslüman olan, kadınlar boş­tur.» veya «Şu dirhemler sadakadır; eğer onlara sahip olursam.» dese, îlâ etmiş sayılmaz. Çünkü, onlar, yaklaşmaya mâni değildir­ler. ´Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Eğer, sana yaklaşırsam; şu kölem hürdür.» dese; dört ay geçse ve kadın mahkemeye müracaat etse; kadı efendi de aralarını ayırdıktan sonra da, köle, aslen hür oldu­ğuna belge getirse; kadı da, onun hür olduğuna hüküm verse; îlâ bâlıl olmuş olur; kadın, kocasına geri döner. Çünkü, bu durumda, kocanın îlâ etmemiş olduğu açığa çıkmış olur. Ona, bir şey gerek­meden, yaklaşması da mümkün olur. Zahîriyye´de de böyledir.

Venâbî´de şöyle zikredilmiştir ;

Bir kimse, karısına : «Vallahi, sana yaklaşmam.» der; bir gün geçtikten sonra, yine; «Vallahi sana yaklaşmam.» der; bir gün daha geçince, yine; «Vallahi sana yaklaşmam1- derse; bu şahıs, üç îla ve üç yemin eylemiş olur.

Eğer, karışma, dört ay yaklaşmazsa, kadın, bir talâk, bâinen, boş olur. Bir gün daha geçince, bir talâk daha; bir gün sonra da, bir talâk daha, boş olur.

Bundan sonra bu kadın başka kocaya gitmedikçe önceki koca­sına helâl olmaz. Eğer, kadına yaklaşırsa; üç adet keffârat lâzım gelir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse; karısına, bir mecliste, üç defa : «Vallahi, sana yaklaşmam; vallahi, sana yaklaşmam; vaÜâhi, sana yaklaşmam diyerek îlâ yapsa; eğer niyyeti, tekrar ise, bu, bir îlâ, bir yemin olur. Niyyeti yoksa; bir îlâ, üç yemin olur. Eğer,´ irâdesi, sözünü kuvvetlendirmekse, bir îlâ, üç yemin olur. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.AJ ve İmâm, Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre böyledir. [10]

Dört Çeşit Îlâ Vardır


1-) Bir îlâ, bdr yemin : «Vallahi, sana yaklaşmam.» demek gibi...

2-) İki îlâ, iki yemin: Bu, bir kimsenin, karısından, iki mec­liste ayrı ayrı îlâ etmesidir.

Veya : «Yarın olunca, vallahi, sana yaklaşmam ve yarından sonraki gün gelince de, vallahi sana yaklaşmam.» demek gibidir...

3-) Bir îlâ, iki yemin : Bu durumda, İmâm Ebû Hanîfe (R. A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre, dört ay geçince, kadın, bir talâk bâin olur. Eğer, bu müddet içinde, kocası ona yaklaşırsa, iki keffâret lâzım gelir.

4-) İki îlâ, bir yemin : Bu da, bir kimse, karısına : «Şu iki eve, her girdikçe, vallahi sana yaklaşmam.» dedikten sonra, kadın o evlerden birine, iki defa veya ikisine de birer defa girse; İşte, bu iki îlâ ye bir yemin olur. Önceki, evvel girmesi ile, ikincisi de, ikinci defa girmesiyle meydana gelmiş olur. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böy­ledir.

Bir koca, karışma : «Vallahi, sana bir sene yaklaşmam; yalnız, bir günü müstesnadır.» dese; o, bir gün, senenin en sonuna bırakılır. Bu, bil-ittifâk böyledir. Ve, bu şahıs, ilâ etmiş olur.

Bir kimse, karısına : «Vallahi, sana bir sene yaklaşmam." dese; dört ay geçince, kadın, bâin bir talâk boş olur.

Sonra, kocası onu yeniden nikâhlasa; dört ay geçince, bir ta­lâk daha boş olur. Üçüncü defa nikahlarsa, talâk vâki olmaz. Çün­kü nikâhtan sonraya, dört aydan az müddet kalmış olur. Gâyetü´l -Beyânrda da böyledir.

Bir koca, karısına: «Vallahi, sana bir sene yaklaşmam; yalnız, bir günü müstesnadır." dese; o anda îlâ etmiş olmaz. Bu üç imamımıza göre de böyledir. İmâm Züfer (R.A.)´e göre ise, îlâ etmiş olur. Hatta sene geçene kadar yaklaşmazsa, ona keffâret gerekmez.

Koca, böyle söylediği halde, karısına, bir gün yaklaşırsa; bakı­lır : Eğer; seneden dört ay veya daha fada zaman kalmışsa; ilâ ct~ miş olur. Daha az kalmışsa; îlâ etmiş olmaz.

Bu ihtilâfa göre; «Vallahi, sana bir sene yaklaşmam; bir defa müstesna.» dese; ona yaklaştığı zaman, senenin tamamlanmasına, gerçekten, dört ay veya daha fazla zaman varsa; güneş, o günün akşamına varmadıkça, bu şahıs îlâ etmiş olmaz, ilânın ihtidasına, güneş battıktan sonra itibar edilir.

Eğer : «Ülâ merreten (= ancak, bir kerreJ » derse; fasılasız olarak kadına yaklaştığından itibaren, ilanın ibtidâsı başlar. Yâni eima´dan ayrıldığı dakikaya itibar edilir. Bedâî´de de böyledir.

Koca, şayet : «Sana yaklaşmam; bir gün müstesna.» dese; kadına yaklaşana kadar, î!â etmiş sayılmaz. Yaklaştığı zaman, ilâ etmiş olur.

Eğer, koca : «Bir sene içinde, bir gün müstesna; o günde yak­laşırım.» derse; ebediyyen îlâ etmiş olmaz. Fethu´I - Kadîr´de de böyledir.

Bir kimse, iki karısına : «Vallahi, size yaklaşmanı; ancak, bir günde, yaklaşırım.» dese; bu sözüyle ilâ etmiş olmaz. Eğer, iki günde, onlara cima´ ederse; ikinci gün, güneş batınca yemini bozul­muş olur.

Bu koca : «Vallahi, iki gün müstesna; ikinize yaklaşmam." veya «Bir günde veya tek bir günde ikinize yaklaşırım» veya «Bir günün içinde, onda, size yaklaşırım.» dese bir günde onlara yakla-şana kadar, îlâ etmiş olmaz, işte, o gün geçince, onlara îlâ etmiş olur. Çünkü ilânın alâmeti bulunmaktadır.

Eğer, koca, bu kadınlara ayn ayrı günlerde yaklaşırsa; (Mest1 lâ ; Birine Perşembe günü diğerine Cuma günü yaklaşırsa) yemini bozulur.

Keza ikisine de Perşembe günü yaklaştıktan sonra. Cuma gü­nü de yaklaşsa yemini bozulmuş olur.

Eğer, ikisine de Perşembe günü yaklaşır, .sonrada bilisine Cu ma günü yaklaşırsa; o, Cuma günü yaklaştığı karısına, ilâ etmiş olur. Diğerinden ise, îlâ kalkar.

Şayet, ikisinden birine, Perşembe günü, Cuma günü ise, ikisine birden yaklaşırsa; Perşembe günü yaklaşmadığı karısına îlâ etmiş olur. Perşembe günü, yaklaştığı karısına îlâ etmiş olmaz.

Bundan sonra, Perşembe günü yaklaştığı kadına, tekrar yak­laşsa, yemini bozulmaz. Diğerine yaklaşırsa, yemini bozulur. İkisin­den de îlâ kalkar.

Eğer, birine, Çarşamba günü yaklaşır; sonra da, ikisine birden Perşembe günü yaklaşır ve bu Perşembe günü de müstesna gün olarak, belli olursa; bilâhare de, Cuma günü; Çarşamba günü yak­laştığı kadına yaklaşırsa, yemini bozulanız.

Çünkü şart, her ikisine de yaklaşmaktı. Halbuki, koca, birine yaklaşmış oldu. Çarşamba günü yaklaşmadığı kadına, îlâ, baki olarak kaldı.

Bir kimse, iki karısına : ´«Vallahi, sizinle, bu Perşembe gü­nü hariç, cima´ eylemem.» dese; Perşembe günü geçene kadar, ilâ etmiş olmaz. Bundan sonra, îlâ etmiş olur.

Şayet, bu koca : «Perşembe günü hariç. .» dese; ebediyyen îlâ etmiş olmaz. Câmiul -Kebîr´de de böyledir.

Kendisi Basra´da, karısı ise, Küfe´de bulunan bir şahıs : «Vallahi, Kûfe´ye girmem.» dese; îlâ etmiş olmaz. Hidâye´de de böy­ledir.

Bir kimse, karısına : «Vallahi, muharrem ayını oruç tu­tana kadar sana, yaklaşmam.» der ve bu sözü recep ayında söylerse veya : «Sana yaklaşmam; şu yer müstesna.» der fakat o yerle bu­lunduğu yer arasında dört aylık yo] bulunursa; bu durumlarda, bu koca, îlâ etmiş olur.

Müddet, dört aydan az olursa; îlâ olmaz.

Bir kimse, karışma : «Çocuğunu memeden kesene kadar, sana yaklaşmam.» der; çocuğun memeden, kesilmesine de dört ay veya daha fazla zaman bulunursa; îlâ etmiş olur. Zaman, daha az ise, bu îlâ olmaz.

Koca, karısına : «Gün mağripten doğana kadar, sana yaklaş­mam.» veya «Dâbbetü´I - arz çıkana kadar, sana yaklaşmam.» veya «Deeeal çıkıma kadar.» dese; kıyasda îlâ etmiş olmaz. Fakat, istihsânda olur.

Keza, koca, eğer : «Kıyamet kopana kadar...» veya «Deveiğne­nin deliğinden geçene kadar...» derse, îlâ etmiş olur.

Keza : «Vallahi, sen ölene kadar, sana yaklaşmam.» veya «Ben ölene kadar...» ve «Ben, seni ödürene kadar...» veya «Sen, beni öldürene kadar...» veya «Seni, üç talâk boşayana kadar, sana yak­laşmam.» dese bii-ittifâk´ îlâ etmiş olur.

Karısı, câriye olan bir koca, ona : «Sana sahip olana ka­dar...» veya «Bir kısmına sahip olana kadar; sana yaklaşmam.» de­se; îlâ etmiş olur.

Şayet : «Seni, satın alana kadar...» dese; îlâ etmiş olmaz.

Nikâhının kalmasını dileyerek söylerse; nikâhı bozulmaz. An­cak, onunla yemin eder, nezredip nefsine bir şeyi vacip kılarsa; îfâ etmiş olur. Meselâ : «Eğer, sana yaklaşırsam; kölem hür olsun» de­mesi gibi...

Şayet bu koca : «Vallahi, sana yaklaşmam; seni, nefsim için satın alana kadar.» dese, sahih olan, «seni nefsim için satın aldım ´ ve seni kabzeyledim» diyene kadar, îlâ etmiş olmaz. Gâyetü´s-Sü-rûcî´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Vallahi, filan adam izin verene ka­dar, sana yaklaşmam» veya : «Filân adam gelene kadar...» dese îlâ etmiş olmaz; yemin etmiş olur.

Şayet, karısına yaklaşırsa; yemin keffaretî, lâzım gelir. Ancak, ölünce îlâ etmiş olur. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göredir. Diğer imamlara göre, buşahsm yemini bâtıl olur. Halta, bundan sonra, karısına yaklaşsa yemini bozulur. Yemin, batıl olunca, îlâ etmiş ol­maz. Câmiu´l - Kebîr´de de böyledir.

Bir koca, karısına : «Vallahi, kölem azâd olana kadar, sa­na yaklaşmayacağım.» veya «Filâne karımı boşayana kadar...» veya «Bir ay oruç tutana kadar...» dese, İmâm Ebû Hanife (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, îlâ etmiş olur.

Bu şahıs : «Kölemi öldürene kadar, sana yaklaşmıyacağım.» ve­ya «kölemi dövene kadar» veya «Filânı öldürene kadar» veya «Filânı dövene kadar...» veya «Filâna sövene kadar...» dese yahut bunlara benzer bir söz söylese; îlâ etmiş olmaz. Çünkü, örf ve âdel te bunlarla yemin edilmez. Bedâi´de de böyledir.

Bir kimse, küçük veya ana halinden kesilmiş olan karısına: «Vallahi, sen hayz olana kadar, sana yaklaşmıyacağım.» dese, bu ^•Lihıs, eğer o kadının dört aya kadar, hayz olmayacağını bilirse, îlâ etmiş dur. Serahsî´ni Muhıytı´nde de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Vallahi, sen benim karım olduğun müddetçe, sana yaklaşmayacağım.» sonra da o bâin olsa ve geri ni-kâhlasa; îlâ etmiş olmaz. Ona yaklaşsa bile, yemini bozulmaz.

Şayet ; «Vallahi, sana yaklaşmam; halbuki, sen benim karım­sın» dese; boşandıktan sonra da, geri nikâhlasa, îlâ etmiş olur.

Eğer koca, gücü yetmiyeceği bir işi yapmaya, yemin ederse, (semâya dokunması gibi) işte o. ilâ olur. Tatarhâniyye´de de böy­ledir.

Koca, karısına: «Ben nehir aktığı müddetçe, sana yaklaşmam.» dese; eğer nehir, suyu kesilmiyen bir nehirse; îlâ etmiş olur; değil­se olmaz. Zahîriyye´de de böyledir.

Cariyenin efendisi, cinnet getirip; ona cima´ yapsa; yemin çözülür ve ilâ kalkar. Fethu´l - Kadîr´de de böyledir.

îlâ ne zaman gönderilirse; efendisinin de, îlâ zamanı, ci-ma´ya gücü yetecek sıhhati oiursa; —dili ile değilde— cima´ ile on­dan döner. Serahsfnin Muhıytı´nde de böyledir.

Bu kimse, cariyeyi öpse; şehvetle okşasa; şehvetle fercine baksa veya fercinin haricinde ona cima* eylese; fey etmiş (= dön­müş) olmaz. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Eğer, efendisi hasta veya cima´ya gücü yetmez durumda ise, veya câriye hasta olursa; ona dönmek, «ona döndüm.» demek­le olur. Böyle söylemesi, cima´ ile dönmek gibi olur. Hasta olduğu müddetçe, yemini bu şekilde yerine gelmiş olur. Kâfî´de de böyle­dir.

Eğer dönüşü, sözle olur ve ona; «Sana döndüm.» derse; müddetin geçmesiyle talâk vâki olmaz.

Eğer, yemin talâk üzere yapılmışsa, o hâli üzre kalır.

Eğer, cima´ eylerse keffâret lâzım olur. Yemin, dört ayla sınırlı ise, önce fey (= yeminden dönüş) yapsa; sonra da, dört ay sonra, cima1 etse, onun üzerine keffâret yoktur. Siracü´l - Vehİıâc´da da böyledir.

CevâmHi´I-Fıkıh´ta şöyle zikredilmiştir:

Eğer, cima´dan aciz, ratkâ, karna olur, veya çok küçük bulunur­sa; veya «erkeğin hayaları inenmiş veya zekeri kesilmiş olursa; ya-lıııi dâr-i harpte esir olur veya kadının yeri belli olmazsa; yahut, aralarında dört aylık mesafeden fazla yol bulunur veya hâkim ara­larını üç talâk sebebiyle, ayırırsa; işte bu hallerde, dönüş lisânla olur

Şöyleki : «Ben ona döndüm.»; «Fey eyledim.»; «Ona müracaat eyledim.»; «Onun ilâsını ibtal eyledim» der... Ancak, aczin, müd­detin tamamına kadar, devam etmesi de şarttır.

Bedâi´de : «Mahpus olursa da böyledir.» denilmiş.

Kâdî, Tahâvî´nin Muhtasar Şerhi´nde : «Kadın ve erkek habse-dilmiş olurlarsa veya aralarındaki müddet dört aydan az olursa an­cak ya iddet veya sultan cima´ya mâni olursa diliyle rücû eyler." demiştir.

«Hapis hakkında, bu iki sözün arasında, uyumluluk bulmak mümkündür. Kâdi´nin söylediği gibi. Onların birini, zindana vâsıl eylemek mümkündür. îddet ve sultanın men´i nâdir olur. Gâyetü´s-Sürûcî´de de böyledir.

Hasta olan bir kimsenin kalbinin rızâsı kâfi gelir mi

Bu suâle şu cevap verilmiştir :

Evci, eğer, onu kadın doğrularsa; o zaman fey (— dönüş) olur.

»Olmaz» diyenler de olmuştur. Doğru olan da budur. Bu, îlâ vaktinde, dön ay geçene kadar, aciz olursa böyledir.

Bir kimse, karısından îlâ etse; cima´ya gücü yettiği halde, bek-Icsc; sonra da, ondan âciz kalsa; —hastalığı veya mesafe uzaklığı veya hubsi veya zekerinin kesikliği veya esareti ve benzeri şeyler jıibi,— veya îlâ zamanı aci/. olsa da, sonra sıhhat bulsa; işte, o za­man süzic ley (= dönüş) sahih olmaz. Fethuî-Kadlr´de de böy­ledir.

Şayet, mâni meşru ise tŞöyleki: Şahıs ihramh olsa, hacca dört ay bulunsa) feyi cima´ ile olacaktır. Başka yolla, olmaz. Yani, bu durumda diliyle, fey yapsa, bu sahih olmaz. Tatarhâniyye´de de böyledir,

Hasta olan efendi, karısının fercinin dışında, cima´ eyler­se; bu fey olmaz. Eğer, hayız halinde cima´ eylerse bu fey (=dönüş) olur. Zahîriyye´de de böyledir.

Koca, îlâ ettiği; zaman, hasta bulunsa, sonrada iyileşse; kadın, haîstalansa, dört ay geçmeden Önce İmâm Züfer (R.A.)´e gö­re, dil üe fey eyler. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göre ise bu durumda cima´ etmedikçe, fey olmaz Câmiul-Kebîr´de de böyledir.

Eğer, îlâ şarta bağlanırsa; işte, o sıhhata itibar olunur. Hastalık, feyin dille caiz olması hakkındadır. Şartın vücûdu halin­de talikin vücûdu halinde değil...

Hasta, bir adanı, karısına : «Sana, ebeden yaklaşmayacağım.» dese; kadın boşanana kadar da, fey yapmasa; ayrılıktan sonrada iyileşse sonra yine hastalansa; sonra da, o kadını nikâhlasa; onun feyî cima´ ile olur. İmâm Ebü Hanife CR.A.) ve İmâm Muhammed´e göre, bu böyledir. Serahsî´nin Muhiyti´nde de böyledir.

Hasta bir adam, karısına: «Vallahi, sana yaklaşmayaca­ğım.» dedikten sonra, on gün bekleyip; «Vallahi, sana yaklaşmaya­cağım.» dese; iki îlâ eylemiş olur. ilânın birisi* önceki yeminden; diğeri de, sonraki yeminden başlar. Bu iki müddet geçmeden, di­liyle fey eylese £= ilâsından dönse); bu, sahih olur. Ona mücâmaat eylediğinde bu iki müddet kalkar. Hastalığı müddetleri bitene ka­dar devam ederse, o fey, teekküd eder.

Eğer, birinci müddet geçmeden önce, adam sıhhat bulursa o fey bâtıl olur. Artık, onun feyi, cima´ ile yapılır.

Eğer, lisâniyle fey yapmamışsa; o müddetler geçince, bir ta­lâk bâin olur. Önceki yeminden itibaren, dört ay geçerse, bir talâk boş olur. On gün sonrada ikinci talâk vâki olur. Eğer, cima´ eylerse, her iki yemini de bozulur. Ve iki keffâret lâzım gelir. Eğer, hasta­lığından iyileşemez ve sözle de fey yapmazsa; birinci îlâ müddeti geçince kadın bâin bir talâk boş olur. Eğer, geride kalan on gün içinde, iyileşir ve cima´ eylerse olur. Eğer, cima´ya gücü yetmez ve Hsaniyle fey ederse; ikinci îlâ bâtıl olur.

Eğer, Msaniyla fey eylemezse; ikinci bir talâk daha vâki olur.

Eğer, birinci ilâda, lisanıyla fey yaparsa, bu, birinci hakkında sahih olur. Hatta, birinci müddet geçse bile, lalâk vâki olmaz.

Eğer, sıhhat bulursa; ikinci îlâda, o f´eyin hükmü bâtıl olur. Ve feyi, cima´ ile olur.

Şayet, boşanana kadar, cima´ ile ley yapmazsa; sonra da onu, tekrar nikâhlar; kendi de, hasta olursa, ikinci îlâ ile yeminli bu­lunur.

Eğer, kadına yaklaşırsa, yemini bozulur ve kendisine, iki kel-fâret lâzım gelir. Câmiul - Kebîrde de böyledir.

Lisan ile fey (= dönüşe), ancak, hastalar hakkında ve evlilik devam ederken geçerlidir. Ayrılık, vâki olduktan sonra geçerli de­ğildir.

Hatta, bir hasla, karısından îlâ etse ve dört ay da geçtiği hal­de, ona fey eylemese, bir talâk, bâinen boş olur.

Sonra, ana, lisânivle fev evlese ilâsı bâtıl olmaz.

Şayet, o kadını, kendisi hasla olduğu halde nikahlarsa, ilâ hâli üzeredir.

Sonra, dört ay geçse de, onu ley eylemese, başka bir lalâk da­ha vâki oîur.

Cima´ ile leye gelince; /.evciydin devamında muteber olduğu gibi heynünetten (— ayrılıktan) snnra da. rpûtoberdir.

Meselâ : Sıhhatli bir kimse, karısına ilâ eylese; dört av geçip kadın, bâin bir talâk boş olduktun sonra, ona cima´ eyle.se ilâ bâtıl olur. Bundan sonra, o kadım tekrar nikahlasa ve dört ay daha geç­se; cima´ eylemeksi/in, başka bir talâk vâki olmaz.

Şayet, müddette ihtilâl´ ederlerse; kocanın sözü geçerlidiı. Kadının sözüne kulak verilmez.

Eğer, müddet geçtikten sonra ihtilâf ederler \c koca, dün ay içinde, karısına cima´ eylediğini iddia ederse; kadın, unu tasdik et­medikçe, oı.a ina.-.ıln;a-< Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : "Eğer, sana yaklaşırsam; işte, vallahi sana yaklaşmam.» dese; yaklaşma zamanı îlâ etmiş olur. Serahsî´nin. Mumytı´nde de böyledir.

Ve eğer : «Şayet dilersen; işte, vallahi sana yaklaşmam.» der ve o mecliste, kadın, dilerse; erkek îlâ yapmış olur.

Koca: «Eğer filân dilerse.» der; o şahıs da, o mecliste bulunur ve dilerse, yine böyle, îlâ etmiş olur. Itabiyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bana haramsın.» der ve bunu ´ talâk müzakeresi yapmazken söylerse; eğer onunla talâk niyyet eyle-mişse; talâk, bâin olur. Eğer, üç talâka niyyet eylerse; üç talâk vâki olur.

İki talâka niyyet eylemişse; bu sahih olmaz. Ancak, karısı cari­ye ise, o zaman, bu da sahih olur.

Eğer, koca, zihâra niyyel eylemişse; İmâm Ebû Hanife (R.A.) ve İmâra Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göre zıhâr olur.

Şayet, koca, yemine niyyet eylemişse veya hiç bir şeye niyyet eylememişse; işte o, îlâ etmiş olur.

Eğer, yalana niyyet eylemişse; artık, oda zahiri rivayette, yalan olur.

Buna göre, şayet karısına : «Seni, bana haram kıldım.» dese; veya «bana» demese, veya : «Sen bana haramsın.»veya «haram kı­lınmışsın.» dese; veya «bana» demese, veya : «Ben, sana haramım.» veya «sana haram kılındım.» veya «Nefsim, sana.haram kılındı» de­se, nefsini haram kılmada aleyki {= sana) sözünü söylemek, şart kılındı. Hatta : «hurrimet nefsi — Nefsim haram kılındı» demiş ol-, şada. «Sana» demese ve talâka niyet eylese; talâk vâki olmaz. Aynl-hkta da, bu böyledir. «Nefsiha sözü, bunun hilâfınadir. Bu, müte-kaddimînin görüşüdür. Hulâsa´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bana haramsın.» dese, niyetinin ne olduğu sorulur. Eğer : «Ben yalana niyyet eyledim.» derse; işte, o dediği gibidir. Bazıları ise : «Bu sözü, hükmen kabul edilmez» de­mişlerdir. Çünkü, açık yemindir.

Eğer : Talâka, niyyet eyledim, derse; işte o, bir talâk bâin olur.

Ancak : «Ben, üç talâka niyyet eyledim derse; işte o, üç talâk olur. Eğer: «Ben, haranı olmasını niyyet eyledim.» veya «Hiç bir niyyetim yoktu» derse işte bu, yemin olur ve bu sebeble îlâ etmiş olur.

Bazı alimler de : «O, örften dolayı —niyyetsiz olunca— talâka çevrilir.» demişlerdir. Kitap sahibi, bunu, yeminler bahsinde zikret­ti. Fetva da, buna göredir. Gayetü´s - Sürûcî´de de böyledir.

Bir kimse, karışma : «Sen, bana göre lâşe, kan, domuz eti şarap gibisin» dese; onun niyyetinin ne olduğu sorulur.

Eğer, yalan yere, niyyet eylemişse; işte, o sözü yalan olur.

Eğer, kadının haram olmasına nivvel eylemişse; bu dununda, o sözü îlâ olur.

Eğer, talaka niyet eylemişse; İşle, o /.aman da talâk olur. Slrâ-cü´I - Velıhac´da da böyledir.

(Bir adam) karısına : «Eğer, sana yaklaşırsam; arlık, sen bana haram ol.» der ve bununla talâka niyyet eylemiş olursa; bu şahıs, ilâ etmiş olur, bu bil-ittifak böyledir.

Eğer, yemine niyyet eylemişse; işte, o anda îlâ etmiş olur. liıı, İmâm Ebû Hanffe (R.A.) ´ye göre, böyledir. îraâmeyn´e güre bu şahıs karısına yaklaşmazsa; ilâ efmiş olma/. Bedâî´dc de böyledir.

Bir kimse, karışma : «Eğer, sana yaklaşırsam; artık, sen boşsun» dedikten sonra müddet geçse ve «Ben, müddet içinde, kan­ma yaklaştım.» dese; sözüne inanılmaz. Bu ikrarı sebebiyle bir talâk daha vâki olur. İtâbiyye´de de böyledir.

Bir kimse, iki karışma ; «İkiniz, bana haramsınız.» dese, her girme îlâ etmiş olur. Onlara, cima´ etmekle, yemini bozulur. Fethu´I - Kadirde de böyledir.

Bir kimse, iki karısına : «ikiniz, bana haramsınız.» der ve birine üç talâk, diğerine de, bir talâk niyyet ederse; her ikisi de, üç talâk boş olur. Bu İınâın.Ebû Yûsuf (R.A.)´a göredir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, niyyet eylediği gibi olur.

İmâm Mu İı amme d (R.A.)´e göre de böyledir. Fetva da, bu ikisi­nin kavline göredir.

Şayet bu koca : «Ben, biri için talâka, diğeri içinde, yemine niyyet eyledim» derse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) a göre, her ikisine de, talâk vaki olur. Diğer imamlarımıza göre ise, niyyet eylediği gibi ohnak icâbeder.

Eğer, koca, üç karısına : «Siz, bana haramsmız.» demiş olsa, ve onlardan birisi için, talâka; ikincisi için, yemine; üçüncüsü için de, yalana, niyyet eylese, hepsi de, boş olurlar. Kitapta böylece zikre­dilmiştir. Bunun, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ´in kavli üzerine böyle ol­ması gerekir. Fakat, diğer imamlarımıza göre niyyeti ne ise, Öyle olur. Fetâvâyi Kübrâ´da da böyledir.

Birinci bölümde, haram olan lafızlar vardır.

Eğer, koca karısına: sen, bana haramsın,» der; bunu da, iki de­fa söylerse; bilinci söylemesi ile talâkı, ikinci söylemesi ile de ye­mini niyet eylemişse; işte bu, üçünün görüşüne göre de niyyeti gibi­dir.

Şayet : «Sen, bana filânın eşyası gibisin.» demiş olsa; haram ol­maz; her neye, niyyet ederse etsin, bir şey gerekmez. Serahsî´nin MuhryU´nde de böyledir.

Bir kadın : »Gerçekten, kocam bana haramdır.» veya «Ben, ona haramım.» dese; bu, —kocası tarafından olduğu gibi, her hangi bir niyyeti olmasa bile— bir yemin olur. Hatta; kocası ona cima´ et­se, yemini bozulmuş olur ve üzerine keffâret lâzım gelir. Zehıyre´dc de böyledir. [11]

8- HULÛ´ (=MUHÂLEA)

1- Muhâlea´nın Şartları, Hükmü Ve Bu Konu İle İlgili Mes´eleler


Muhûlea (= hulû´) : Nikâh bağını, hulû´a mahsus Jafızlar-dan biriyle, izâle etmektir. (= kaldırmaktır.) Fethul - Kadîr´de de böyledir.

Gerçekten hulû´, alını - satım lafızları ile sahih olur. Bu mâ­nâya gelen, farsca (ve başka dilden) lafızlarla da sahih olur. Zahî-riyye´de de böyledir.

HuKûm şartı, talâkın şartıdır.

HultVun hükmü : Bâin bir talâkm vuku bulmasıdır. Teb-yîn´de de böyledir.

HuliV (-- ınühâlea) da, üç talâka niyyet etmek, sahih olur.

Şayet, bir kimse, bir kadım, defalarca nikâhlar1 ve sonra hulû1 ederse; bize göre, üçüncüden sonra; ikinci bir kocaya gitmeden, ni­kâh sahih olmaz, Câmiu´s - Sağîr´de de böyledir.

Hulü´un eâiz olması için, bütün âlimlere göre, sultanın var­lığı, şart değildir. Sahih olan da, bunların sözleridir. Bedâi´de de böyledir.

Karı - koca arasında, sıkıntı olur ve Allahu Teâlâ´mn huku­kunu yerine getirememekten, ikisi de korkarsa; kadının, nefsini, ko­casından mal mukabili alıp çıkarmasında, bir beis yoktur. Eğer, böy­le yaparlarsa; bâine bir talâk vâki olduğu gibi mal da lâzım gelir. Hidâye´de de böyledir.

Eğer, ahlaksı/hk, koca tarafından ise hulû´a bedel olarak bir şey olması, onun için helâl olmaz. Bu, diyanetçe hükümdür. Eğer, alırsa, bu da, hükmen eâiz ve lâzım olur. Kadın, onu geri alma hak­kına sahip olamaz. Bedâi´de de böyledir.

Eğer, huysuzluk kadın tarafından olursa; mebrinden fazla alması, ona, mekruh olur. Bununla, beraber fazla olması da câ´z olur. Hükmen bu böyledir. Gâyetü´l - Beyân´da da böyledir.

Eğer, koca : «Nefsini, betiden iıulû´ eyledim.» der; kadın da : «Kulu eyledim.^ derse; bu, sahih olur denilmiştir. Ancak, muh­tar o´an, sahih olmayışıdır. Fakat, bu sözü ile, tahakkukunu diliyor­sa; sahih olur. Çünkü, o açık bir sıkıntıdır. Serahsî´nin Miıhiytı´nde de böyledir.

Şayet koca : «Sununla huhV eyledim.» der; kadın da : ´(Evet» derse; bu, bir soy değildir. Bu, sanki, "beni, hulû´ eyledin.» demek gibidir.

Eüer, kadın : «Razı oldum." veya «İzin verdim» derse huJû´ sa­hih olur.

Keza, eğer kadın : «Beni, şuna mukabil boşa.» der kocası da : "Olur» derse, bu da, bir şey değildir. Çünkü bu bir vaiddir.

Ancak, şu durum, buna muhaliftir : Kadın : «Ben, bin dirhem mukabili boşanmışım.´* der; kocası da «evet» cevabım verirse; talâk ve hu´û´ vaki olur. Bu, sanki, -´Evet, .sen, bin dirhemle boşsun.» de­mek gibidir. Gâyetü´s - Sürûcî de de böyledir.

Hulû´ ve mübâere kan - kocadan nikâha taalluk eden biri­nin diğerinde olan, bütün haklarını düşürür. Kenzü´d - Dekâik´te de böyledir.

Mal mukabili lalâkda, iki. rivayet vardır, sahih olanı, bu­nun hcrâelj gerektirmemesidir. Hulâsa´da da böyledir.

Hulû1, hulû´ lafzıyla olduğu zaman, — m dirin hâricinde— diğer borçlardan, beraat vâki olur mu

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) göre, zahiri rivâyetde, beraat ( = kur­tuluş) vâki olmaz. Sahih olan da budur. Fetâvâyi Kâdîhan´da da böyledir.

İVÎübâree´de böyledir.

Mübâree: Karı - kocadan birinin nikâhının sabitliğini iddia ve isbaı edip; diğerinin de, kabul etmesidir. Bu da. hulû´gibidir. Mübaıve i.le diğer burçlardan beraat gerekir mi

Bunda âlimlerin ihtilâfı vardır. Sahih olan kavle göre, gerek­tirmez.

Alış-veriş lafızlarında da ihtilâf vardır. Sahih olan kavle göre, onlar da, hulû´ve mübâree gibidirler. Fetâvâyi Suğrâ´da da böyledir.

Hul»´ ve mübâree´de iddet nafakasından beraat vâki olur. Mal mukabili talâk da böyledir. Yalnız, çocuğun nafakasında, süt emzirmede, şartsız beraat vâki olmaz. Şartlı olursa, onda da be­raat olur.

Bunda, vakitlerine yapılırsa, caiz olur; yapılmazsa; olmaz.

Vaktin ve şartın açıklanmasında, beraat caiz olunca; eğer ço­cuk vakit tamam olmadan önce ölürse; koca, vakit tamam olana kadar olacak ücretten geri döner, yâni vermez. Fetâvâyi Kâ-dihân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına, belli bir mal mukabili hulû´ eder, —mehir hâriç— kadın da, kendisine dâhil olunmuş bir kadın olur ve mehri alınmamış bulunursa; bunu hulû´ mukabili, kocasına tes­lim eder.

Trlâkdan sonra ise,´ karı-kocadan biri, diğerinin, bir şey için, ardına düşmez.

Eğer, rn.eh.ir leslim alınmamışsa; kadın, kocasına hulû´ bedelini, teslim eder. Mehirden dolayı da, kocasına müracaat edemez. Bu, İmâm Ebü Hanîfe (R.A.)´ye göredir.

Fakat; kadın, dâhil olmadıkı bir kadınsa ve mehri de alınmış­sa; gerçekten onun kocası, ondan hulû´ bedelini alır. Ve, kadına, duhûlden Önce, talâk sebebiyle, mehrin nısfı (= yansı) için, mü­racaat eylemez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre böyledir. Eğer, mehri alınmamışsa, kocası, ondan muhâiea bedelini alır. Ka-dm da. msıf mehir için, kocasına baş vuramaz.

Fakat, mal mukabili onu mübaraa yapmışsa; — mehrinin hari­cinde,— artık, hüküm, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´nin luılû´ hakkında­ki, cevabı gibidir. Mumyt´te de böyledir.

Eğer, koca; karısını, mehri üzerine hulu´ jderse; kadın ise, kendisine dâhil olunmuş bir kadınsa ve mehrini almışsa, kocası, ona, mehri için müracaat eder. Eğer, mehri alınmamışsa; kocadan bütün mehir düşer. Ve bir birisinden hiç bir şey isteyemezler.

Eğer kadın, dâhil olunmamış bir kadın olur ve bin dirhem olan, nehrini de almış bulunursa; kocası, ondan bin dirhemi ister; istihsâli da böyledir.

Eğer, mehri alınmamışsa; istihsânda, kocadan mehir düşer. Koca, başka bir şey isteyemez.

Eğer, mehrinin onda birine mukabil, hulû´ eylemişse, mehride fn dirhemse; bu durumda, kadın, cima´ yapılmış bir kadın olur, mehrini de almış bulunursa; kocası, ona yüz dirhem için müracaat ader. Geri kalanı ise kadına teslim eder. Bu, bil-ittifâk böyledir.

Eğer, mehir alınmamış ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´e göre, kocadan bütün mehir sakıt olur.

Eğer, bu kadın, cima´ edilmemiş bir kadınsa; mehri de alın­mışsa, kocası ona mehrin, onda birinin yansı için baş vurur. Bu ise, elli dirhemdir. Çünkü, onun mehri, talak vaktinde, yarım mehir idi. Ona; mehrin onda birinin yarısı için müracaat eyler. Geride kalan kısmını, kadına teslim eder.

Eğer, mehir alınmamışsa; koca, bütün mehirden kurtulmuş olur. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´nin kavlidir. Zahîriyye´de de böyledir.

Bu, bütün mehri üzre hulû´ edilmesi halindedir.

Eğer, mehrinin tamamı veya bir kısmı üzerine mübâree ederse; İmâm Ebü Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre, hü­küm, İmâm Ebû Hanîfe (R.AJ´nın hulû´ hakkındaki cevabı gibi­dir. Muhıyft´te de böyledir.

Bir kimse, karısını, kendi üzerinde olan mehrinden mal muka­bili hulû´ ettikten sonra, kadının, kocası üzerinde, bir şeyinin ol­madığı anlaşılsa; kadın, mehrini kocasına iade eder. Şöyle ki :

Bir koca, karısına : «Seni, benim elimde olan, kölene karşılık hulû´ eyledim.» veya «Yanımda olan eşyalarına karşılık, seni hulû´ eyledim.» dedikten sonra, kadının, kocasının yanında, bir şevinin olmadığı açığa çıksa; hulû´, kadının mehri üzerine, olmuş olur.

Bu durumda, kadının, kocası üzerinde mehri varsa; düşer.

Eğer, kadın, mehrini kocasından almışsa, onu; kocasına jıeri verir.

Şayet, mehri üzerine hulû´,eylemiş veya kendi üzerinde olan, mehriyle bir talâk boşamış ve bunu da karısı, kabul etmişse, koca İse, karısının, kendisi üzerinde, mehrinin olmadığını biliyorsa, o zaman, hulû´ hakkında, bir şey olmaksızın, bâin bîr talâk vâki olur.

Mehiric talâk hakkında da, bir ric´î talâk vâki olur. Fetâvâyî Kâdîhân´da da böyledir.

Eğer, kadın, mehrinin bir kısmını alır; bir kısmını ise efen­disine bağışlar; sonra da bilinmeyen şeyle hulû´ olursa, kocası, on­dan, yalnız, kadının aldığını, geri alır; başka birşey alamaz. Serah-si´nin Muhıytı´ndc de böyledir.

Bir kimse; karısını, karısının, kendinden aldığının tama­mını geri vermesi üzere, hulû´ ederse; kadında, ondan aldıklarının tamamını, satar veya onlan diğer insnnlara hîbe ederse; o, almış olduklarının kıymetini, kocasına iade eder. Eğer, onların misilleri (—benzerleri) varsa; o zaman, onların benzerlerini kocasına, iade eder. Feiâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, bir kadını mehri müsamma ile nikahladıktan sonra, onu, bâin bir talâkla boşasa; sonra da, ikinci defa, başka bir mehiric nikâhlasa, bilâhare de, önün mehri üzere hulû´ eylese; ko­ca, ikinci mehirden beraat eyler; birinci ise, kalır. Sirâcü´l - Veh-hâc´da da böyledir.

Bir kinime, mehir tesmiye edilmemiş karısına, cima´ eyle­meden, söylemeksizin, hulû´ etse; biraz menfâat sakıt olur (= dü­şer.) Kerderî´nîn Vecîz´înde de böyledir.

Bir kinişe, karısını, bir mal mukabili hulû´ ettikten (= bo-şadıktan) sonra, hulû´ bedeli artsa, bu artış bâtıl (—geçersiz) olur. iVlezîd´dc de böyledir.

Bir kimse, karısını, kendisine bir kadın nikahlayıp onun da mehrini vermek, üzere hulû´ eylese; kadın, onun kendisine verdi­ği mehirden fazlasını vermez. Hâvi´l - Kudsî´de de böyledir.

Bir kimse, karısını, onun mehrine karşılık; bir de, çocu­kunu iki yıl emzirmek üzere hulû´ eylese; bu caizdir. Ve, bu kadın, çocuğu emzirmekle cebredilir. Eğer, bunun yapmaz veya iki yıldan önce ölürse, emzirme kıymeti kocasına ödenir. Serahsî´nin Muhıy-tı´nde de böyledir.

Bir kadın, mehri, iddet nafakası, çocuğunu üç veya on se­ne yanında tutması ve nafakası üzerine kocası üe muhâlea ederse; bu hıılû´ sahih o´ur. Ve bunları yapmaya her ne kadar, meçhul ol­sa bile cebredilir.

Eğer, kadın, kocasının üzerine terkeder sonra da, kaçarsa, ko­canın, o kadından nafakanın kıymetini alma hakkı vardır. Kadının da, kocasından, çocuğun elbisesini isteme hakkı vardır.

Fakat; çocuğun, hem nafakası, hem de elbisesi üzerine muhâlea ederlerse; bu, kadının, kocasından, elbise isteme hakkı olmaz. İster çocuk, memede olsun; ister, memeden kesilmiş olsun. Hulâsa´da

da böyledir.

Şayet, dirhemler üzerine, muhâlea ettikten sonra, çocuğu, ücrehe emzirmek üzere, hulû´ karşılığı anlaşsalar; bu da, caiz olur. Fakat, koca, kadını, çocuğun nafakası ve elbisesi ile yanında tut­mak üzre icârlarsa; bu, caiz olmaz. Fethû´l - Kadîr´de de böyledir.

Eğer, çocuğu; büiûğa erişene kadar, kadının yanında tut­ması üzerine muhâlea ederlerse, bu sahih olur. Bu, çocuk, kız oldu­ğu sakıttır. Eğer, oğlan olursa; bu, sahih olmaz. Çünkü, onun er­keklik edeplerini öğrenmeye ihtiyacı vardır ve onların ah´âkı ile ah-lâkîanması gereklidir. Anası ile uzun süre kalırsa; kadm ahlâkı ile * shlaklanır. Bu da, gizli olmayan bir kötülük olur.

Eğer, anası başka kocaya giderse; çocuğun babast, çocuğu, it­tifak edip çocuğu kadının yanında bırakmazlarsa —anasından ahr. Çünkü, bu, çocuğun hakkıdır. O zaman, bakılır : O çocuğun emsa­linin ecri (bakım ücreti) ne ise; koca, onu, kadından alır. Gerçek­ten, müddet açıklanırsa; çocuğu tutmakla hum´ sahih olur. Eğer, müddet beyan edilmezse; sahih olmaz. İster, çocuk emiyor olsun; ister, memeden kesilmiş olsun müsavidir.

Müntekâ´da : «Eğer çocuk emiyorsa; sahih olur. Her ne kadar müddet beyan edilmese de, iki sene emzirir.» denilmiştir. Hulâsa´ da da böyledir.

İbn-i Semâ´a, İmâm Muhammed (RA)´in şöyle buyurduğunu nakîetmiştir :

Bir kadın, kocası ile, üzerinde olan mehrine ve karnında olan çocuğu doğurunca, iki sene emzirmesine karşılık, muhâlea etse, bu caiz olur. Eğer, kadın ölür veya karnında çocuk olmazsa; emzirme bedelim kocasına iade eder. Eğer, çocuk, bir sene sonra ölürse; bir senelik emme bedelini iade eder.

Keza, çocuğun emme bedeli, annenin üzerindeyken, çocuk ölür­se; kocası, iki senelik bede´i, anasından ahr.

Eğer, anlaşmada, kadın : «On sene bakarım.» demiş ve çocuk ölmüşse, koca, kadından, iki sene emme ücreti; sekiz sene de, ba­kım ücreti ahr.

Ancak, muhâlea zamanında, kadm : «Eğer, çocuk ölürse; benim üzerime bir şey yoktur.» derse; işte, o, şart kılındığı gibi olur. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), böyle buyurmuştur. Fethu´l - Kadîr´de de böyle­dir.

Bir koca, karısı ile, çocuğuna on sene bakmak üzere muhâ­lea etse; kadın ise, çok fakir olup, kocasından nafaka istese; şart kılanın yerine getirmesi için, kadına cebredilir. îtinıad, bunun üze­rinedir. Gâyetü´s - Sürûcî´de de böyledir.

Bir kimse, karısını huîıY ey´ese, aralarında da, bir küçük çocuk bulunsa ve bu çocuk bahanın yamnda, senelerce kalacak ol­sa; bu hulû´ sahihtir. Şart bâtıldır. Çünkü, küçük çocuğun, ananın yamnda olması lâzımdır. Ve bu, onun hakkıdır. Ana-baba,, bu hak­kı ibıâl edemezler.

Kczâ, bir koca, karısını, boşasa, çocuğuna bulûğa erişene kadar bakmak ve kadının mehrini ona terk etmek üzere; boşasa; kadm da bunu kabul eylese; sonra da kadın bundan kaçınıp, çocuğa bak­masa; gerçekten, kadın buna cebredilir ve eğer yapmazsa; bulûğa kadar olan, durma ücretini kocasına vermesi lâzımdır.

Bir kadm, kocasıyla, nafakadan ve evden beraat etmek üzere muhâlea etse, hulû´ tamam olunca, koca, nafakadan beraat eder; evde oturma ise, bâtıl olmaz.

Bir kadın, kocası.ile, evde kalmak üzere, muhâlea etse; bu kadının, kocasının ev kirasını vermesi, lâzım gelir ve iddeti orada bekler.

Bir kadın,, kocasıyla, kocasından olan çocuğa bakmak üzere mühâlea etse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) : «Bu kadın, aldığı mehrini kocasına iade eder.» buyurmuştur.

Bir kadın, kocası ile, mehrini çocuğuna veya bir yabancı­ya vermek üzere muhâlea etse; İmâm Muhammed (R.A.) : «Bu hu­lû´, caizdir. Mehir kocanındır. Çocuğa ve yabancıya bir şey yoktur.» buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karsına : «Nefsini hulû´ eyle» der; karısı da : Nefsimi, senden hulû´ eyledim.» der ve koca da, ona izin verir ve malsız olarak razı olursa; bu Muhâlea, caiz olur.

İmâm-ı Sâni, şöyie buyurmuştur:

Bir kimse, karısına : «Nefsini hulû´ eyle» der; kadın, da : «Nef­simi hulû´ eyledim.» derse; bu caiz olmaz. Ancak, mal ile caiz olur. Fakat, mal sız olarak niyyet eylerse; bu müstesnadır.

Şayet, başkasına : «Kanun hulû´ eyle.» dese; bu yabancı, mal ile de hûîû´ edemez: Kerderî´nin Vecîzl´nde de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Nefsini hulû´ eyle» der; kadın da: «Nefsimi boşadım» derse; mal vermesi lâzım gelir. Ancak, malsız niyyet eylemişse o müstesnadır. Serahsî´nin Muhıytı´nde de böyle­dir.

Bir kadın, kocasına : «Beni, bin dirheme karşılık, hulû1 eyle.» der; kocası : «Sen, boşsun.» derse; bunda, ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimler : «Kocanın sözü cevap olur ve hulû´ tamam olur.» ba­zıları ise : «Talâk vaki olur, fakat bu, hulû´ olmaz.» demişlerdir. Muhtar olan ise, kocanın sözünün cevâp olmasıdır.

Şayet, koca : «Ben, bununla, cevap kasdeylemedim.» derse, onun sözü muteber ve bir şey olmaksızın, talâk vâki olur.

Şayet, kadın, kocasına : «Senden muhâlea ettim» der; ko­cası da, ona : «Seni boşadım.» derse; bazı âlimler. »Bu, bir cevap­tır. İkisinin arasında muhâlea tamam olur.» demişler; bazıları da: Bu durumda, bir ric´î talak vâki olur.» demişlerdir.

Bazı âlimler ise : Niyyetinin ne olduğu sorulur. Eğer : «Ben, onunla cevabı niyye´t eyledim.» derse; birinci mes´elede, cevap olur.

Uvgun olan. kocaya, niyyetinin ne olduğunun sorulmnsıdır. Fetâ­vâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kadın, kocasına : «Beni, şöylece hulû1 eyle» der; o da, cevaben : «Seni, sünnetle boşadım.» derse; işte bu, ihtidadır. Bun­da, hilaf da yoktur. Gâyetü´s - Sürûcî´dc de böyledir.

Bir kadın, kocasına: «Beni hulû´ eyle.» veya ´«Nefsimi, sa­tın aldım.´i der; kocası da, ona cevaben ; »Sen boşsun.» derse; bu süz, «hulû´ eyledim» yerindedir. Nevâzil´de ve Fetvalar´da : «Eğer, onunla, cevabı irâde eylerse; cevap olur.» denilmiştir.

Bu kadının kocası : «Seni, bir talâk sattım.» dese; bu, ni­yetsiz cevap olur. İmâmü´l-Üstâz Zahîrü´d-Din: »Bu koca, karısına: «sen hoşsun´´ veya. «seni, bir talâk halâs eyledim» dese; niyetsiz cevap olur.» demiştir. Bu, Şemsü´l - İslâm Evzencendî´nin de fetvû-sidır. Sahih olan da budur. Hulâsa´da da böyledir.

Bu durumda, koca mehirden beraat eyler mi Bu hususta, ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler. «Beraat eder.» demişlerdir. Sahih olan da, budur. Zehıyre´de de böyledir.

Bir kimse, karısına ; «İddetinin nafakası ve mehrin ile nef­sini üç talâk satın ai.» der; kadın da : «Satın aldım.» derse; sahih olan, koca bundan sonra : «Sattım.» demedikçe, taiâk vâki olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Koca, bununla, hakikati irâde eyler; —pazarlık kasdetmez-se— hüküm ´böyledir. Serahsî´nin MuhiyU´nUe de böyledir.

Bir kimse, karısına : «İddetinin nafakası \e mehrinle, nef­sini satın al.» der; kadın da : «Satın aldım.- derse; aralarında hulû´ lamam olmuş olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «iddetinin nafakası ve mehrinle, se­nin üç talâkını sana sattım.» der; karısı da, ona cevaben : «Sattım.» der;-fakat «sandaldım.» demezse; FakıyhEbû´l Leys s «Talâk vâki olma/.» buyurmuştur. Fetva da, buna göredir.

Şayet, kadın : «Sana mehrimi sattım ve iddetimin nafaka­sını da sallını.» der; kocası da : «Satın aldım; kalk ve git.» derse, /ahiren boş olmaz. Fakal, ihtiyat olan, bu durumda eğer bundan önce, iki talâk yok idivse; nikâhı tazelemektir.

Şayet koca, karısına : «îddetinin nafakasını da, talâkının mehrinî de, sana sattım.´) der; kadın da : «Ruhumla, satın aldım.» derse; talâk vâki olur. Fetâvâyi Kübrâ´da da bövîediv.

Bir kadm, kocasına : «Talâkımı, sana sattım.» veya «bağışla­dım.» veya «mal eyledim.» der; kocası da. niyeti boşamak olarak : «Kabul eyledim.» derse; bir şey vâki oîmaz.

Bir kimse, ka ^sna : «îddetinin nafakasını, talâkının meh-rim Cebrâi´I Aleyhisseiâm´in, Nebi sallallâhu aleyhi veselleme getir-d;ği gibi, sana sattım.» der; kadın da : «Kabul eyledim.» derse; âlimler : «Eğer, kadm ıtemiz ise ve o taharetinde kocası ona cima eylememişse; boşanmış olur.» demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Şayet, koca : «Mehrine, bedel; talâkını, sana sattım.» der; kadın da : «Seni boşadım; beni, sat.» derse, mehriyle bâinen beş olur. Bu, «satın aldım.» demek gibidir. Bu durumda, «nc´t ta-lâk vâki olur.» diyen´er de olmuştur. Önceki kavil esahtır.

Şayet koca : «Bir talâk sana sattım.» der, kadın da «satın al­dım.» derse, nıeccâne´n, bir ric´î talâk vâki olur. Çünkü, bu sarihtir. (= açıktır.) Serahsî´nin Muhıyitı´nde de böyledir.

Bir kimse, karışma : «Nefsini, sana sattım.» der; kadın da : «Satın aldım.» derse; bâin bir talâk, boş olur. Fetâvâyi Kâdî­hân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «Üç bin dirheme, bir talâk´im sana sat­tım,» der; bunu üç defa tekrar eder; kadın da her sözün arkasın­dan: «Satın aldım» der ve sonrada, koca; Tekrarlarımla, birinciden haber vermeyi irâde eyledim.» derse; hüküm bakımından, sözüne inanılmaz, ve üç talâk vâki olur. Kadının da üçbin dirhem vermesi lâzım gelir Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bu, HuJâsa´da ve Kerderîmn Vecîzi´nde de böyledir. Fa-kıyh de, bunu alıp kabul eylemiştir. Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kulise, karınma : «Gerçekten, seni hulû´ eyledim.» der ve onunla talâkı niyyet eylerse, işte o, bir talâk olur.

Şâyct, karısına : «Gerçekten, seni bende olan, mehrine karşılık hulû´ eyledim.» der; bunu dar üç defa tekrarlar; karısı da : «Kabul eyledim.» veya «razı oldum.» derse; üç lalâk boş olur. Çünkü, o an­cak, kadının sözüyle vâki olur.

Bir kimse, karısına : «Gerçekten, seni kübûreo eyledim; gerçekten, seni kübâree eyledim; gerçekten, seni kübâree oyla-dim.» dese; fakat, bir şey belirtip isimlemese; karısı da «Gerçekten, razı oldum.» veya «İzin verdim.» dese; işte bu, bir seysiz, üç talâk olur.

Şayet, kadm : «Gerçekten, ben nefsimi, senden bin dirhemle hulû´eyledim.» diye, üç def´â tekrarlasa; kocası da : «İzin veridm.» veya «razı oldum,» deseydi; üç bin dirhemle, boşanmış olurdu. Hu îâsa´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : Yetkini, sana, bin dirheme sattım.» der; kadm da, aynı mecliste : «Nefsimi ihtiyar eyledim.» derse; bin dirhemle, talâk vaki olur.

Bir kimse, karısına, bütün mehrinİ ve üzerindeki elbisesi hariç, bütün malını talâkla satsa; karısı da satın alsa; üzerinde ise, çok elbise bulunsa; bâin bir talâk vâki olur. Evde ve kadının üze­rinde, —ziynet eşyası— ne varsa, kadınım olur.

Bir kimse, karısına, kadının mehirden kendi üzerinde olan malına karşılık, talâkını satsa; kadın da, kocasının üzerinde meh-rinin olmadığını bilse; yoktur, o zaman, nc´î bir talâk vâki olur. Fe­tâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kadm, kocasına : «Nefsimi, sana sattım; sana verdiği­me karşılık olarak» der ve bununla da, iddetin dışında olanları irâ­de eder; kocası da : «Verdim.» derse; talâk vâki olur. Bu, kadının, arabca olarak «nefsimi, sana sattım» dediği zaman olur. Fakat, bunu farsça söylerse, mes´ele hâli üzere kalır ve sahih olur.

Bir kadm, kocasına : «Mehrimi. sana bağışladım.» dedik­ten sonra; «Bana karşılık ver» der; kocası da : «Sana, üç talâk kar­şılık verdim.» derse; kadm üç talâk boş olur. Mezîd´de de böyledir.

Bir kimse, karısına, kebap olmuş bir koyun başı satın al­masını emretse; kadın da, satın alsa; kocası ona farsça : «Başını verdin mi (sattm mı ) » deyince, kadın, kebap olan, başı istiyor zanniyle : «Sattım.» dese; hulû´ sahih olmaz. Ancak, ta´âka niyyet eylemişse; bir talâk vâki olur. Hulâsa´da da böyledir.

bazı kimseler bîr kadına : «Kadınların, erkekler üzerin­de olan, bütün haklan, mehir ve iddet nafakası gibi şeylerin hep­sini talâkınla satın aldın mı » deseler, kadın da : «Satın aldım.» dese; kocaya da : «Sen de sattın mı » deseler, o da : «Sattım.» ce­vabım verse, hulû´ sahili olur. Ve koca, mehirden, nafakadan be­raat etmiş olur. Her ne kadar, «ondan, nefsini satın aldım.» demiş­se bile hüküm böyledir. Çünkü, onun nefsini satmak, ancak koca­sından olur. Fetâvâyî Kübrâ´da da böyledir.

Bir kadın, nefsini kocasından hulû´ etmek isteyip, bir ce­mâat toplasa; o cemaat, önce kadına : «Senin, onun üzernde olan, bütün haklarına karşılık, ´nefsini satın aldın mı » deseler; kadın : «Satın aldım.» dedikten sonra, kocasına : «Sattın mı » deseler; o da : «Sattım» dese, fakat kalbinde evin eşyası olsa, talâk hükmen vâki oltır,

Bir kimse, karısını, bir talâk hulû´ ettikten sonra, karısı: «Niçin böyle yaptın » der; o da, üç defa : «Git.» bunu söylemesiyle," bir şey v^k\ olmaz. Çünkü, bu bir cevap değildir.

Bîr kimse, karısını hulû´ edince; ona, «Kaç talâka niyyet eyle-din» denilse; 0 d&ı «ne kadar dilerse» dese; eğer koca bir şeye niyyet eylemedi ise, bir talâk vâki olur.

Bir kadın, kocasına : «Beni, hulû´ eyle» der; kocası da, onu hulû eylerse; bir talâk vâki olur. Farsça, olarak «seh bar» de­mekle, t>ir şey vâki olmaz. Fetâvâyi Kübrâ´da da böyledir. [12]

2- Muhâleaya Âit Caiz Olan Ve Olmayan Bedeller


Mehir olması caiz olan şeylerin, huiıVda, bedel olması da, caizdir. Hidâye´de de böyledir.

Mııhâlea, şarap, iaşe, kan, domuz eti üzerine vâki olsa; ko­ca da, bunu kabul else; ayı ılık vâki olur. Kadının üzerine, bir şey terettüp cime/. Bu kadın, mehrinden de, bir şey vermez. Hâvî´l -Kıuîsî´dc de ilciyledir.

Bir kimse, karısını, kendi nefsinin kölesine karşılık hulû´ eylese veya ona karşılık boşasa; bir şey lâzım gelmez. Burada, talâ­kın vukuu için kabul de, lâzımdır.

Sonra, mal lâzım olmayan yerlerde hu!û´ veya bey´ lafzı ile olursa; ikisi de hâin olurlar. Talâk lafzı, ile olan yerlerde ise, duJ hûldan sonra, talâk, nc´î olur.

Bir koca, karısını, şarap; veya —mehirden başka,´— kadının, kocasında olan alacağı; yahut, nefsinin kefaletinden beraat; veya­hut kadının kocasızdaki alacağını sonraya bırakmak, karşılığında boşarsa; beraat de; sonraya bırakma da, —vakit belirli ise— sahih olur. Bu durumda, talâk, ncî olur. IJtâbiyye´de de böyledir.

Eğer, hulû´da, olması muhtemel bulunan şeylerin isimleri İle (o, mal olsun veya olmasın; meselâ Evde veya elde olana kar­şılık) muhâlea etseler; bakılır : Eğer, elinde veya o sırada evinde ise; işte, o şey kocanın olur. Eğer, evinde ve elinde bir şey bulun­mazsa; koca için, bir şey yoktur.

Keza, koyunun veya cariyenin karnmda olana, karşılık muhâ­lea ederler; çocuk üzerine de, bir haber buüunmazsa; hulû´ vaktin­de ne konuşulursa, işte o, kocanındır. Ancak, o, hâli hazırda mev­cut değil de sonra mevcut olacaksa (Şöyleki : o sene hurma ağaç­larının vereceği hurmalara karşı veya o seneki kazanacağı kazan­ca kaışı, muhâlea etseler), mehrini iade etmesi, kadına vacip olur. Onun, bulunup bulunmaması da müsavidir.

Hulû´ vakti, zamanda vücut bulmaya bağlı olmayan; meçhul (= belirsiz) olan ve ne kadar olduğunada vâkıf olmadıkları (şöyle-ki : Evde veya elde olan eşya veya meyvelerden hurma, veya kc*-yunlaniun karnında olan veya koyanların memelerinde olan süt) yibi ´bir mala karşılık muhâlea etseler, eğer hulû´ zamanı orada bu isimlendirdiklerinden bir şey varsa; koca, ancak, onu alabilir. Eğer, bunlardan bir şey yoksa, kadın mehirden, aldıklarını kocaya iade eder.

Hulü´ zamanında, mal veya belli miktarda (nakit) tesmiye edilmiş ve meselâ : Kadının elinde olan dirhemlere veya dinarla­ra, yahut paralara karşı muhâlea edilmişse ve bu dirhemler üç dir­hemden az ise, miktarı malum olacaktır.

Eğer, üç dirhem veya daha fazla ise işte o kocanındır. Eğer, kadının elinde üç dirhem ağırlığında veya üç dinar ağırlığında bir şey yoksa, paralardan o miktarı, kocaya verecektir. Eğer, kadının elinde iki dirhem varsa, onu, üç dirheme tamamlaması emredilir.

Hulû´ zamanı, mala karşılık muhâlea ettikleri halde; kadın mal olmayan bir şeye işaret etse; Şöyleki ; Bir küp sirke üzerine, mu­hâlea etseler; fakat, o, şarap olsa; eğer, koca, onun şarap olduğunu biliyorsa; kocaya, artık bir şey yoktur. Eğer, bilmiyorsa, koca, ka­dının mehrine müracaat eder. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´nin kavlidir. Muhiyt´te de böyledir.

Bir kimse, karısını, bizzat bir köleye karşılık, muhâlea ettikten sonra; onun, hür olduğu meydana çıksa veya öldüğü an­laşılsa; kadına verilen, geri iade edilir. Eğer, o köleye hak sahibiy­se; onun kıymetini öder. Eğer, kölenin kanı halâl ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, köîenin kıymetine müracaat olunur. İmâ-meyn´e göre ise, noksan ödenir.

Şayet, belli bir köleye karşı muhâlea ederler, onun kıymeti de bin dirhem olursa; koca, kadına vereceği bu köleye hak sahibi ol­sa; bu koca, karısına, bin dirhem ve kölenin yarı kıymeti için mü­racaat eder. Çünkü, kölenin yansı, bin dirheme satılmıştır. Ona hak sahibi olunca, onun bedeline rucû eder ki, o bin dirhemdir. Kölenin yarısı ise, hulû´ bedelidir. İşte onun için, kölenin yan kiy-metine de., müracaat eder. Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kadın, kocası ile, mehri ve iddetinin nafakası üzerine mu­hâlea etseler; kocası da, ona yirmi dirhem vermiş olsa; bu sahih sahih olur ve kadın, kocasına yirmi dirhem öder. Kerderi´nin Ve-cîzi´n´de de böyledir.

Kadının kendi kölesine karşılık, muhâlea edilse; köle de, kaçmış olsa; gerçekten kadın, onu tazmin etmekten beraat eder. Ka­dının, gücü yeterse, onun aynım teslim etmesi; bundan âciz olursa, kıymetini teslim etmesi gerekir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir .

Bir kimse, kısrak, katır, eşek ve diğerleri gibi vasıflı hay­van üzerine, karısını hulû´ etse; bu hulû´ . caiz olur. Bunlardan, orta halli olan, birisi kocaya verilir. Kadın, muhayyerdir : Dilerse, orta halli bir hayvan verir; dilerse, onun kıymetini öder.

Eğer, vasıfsız bir hayvan üzerine hulû´ ederse; tatâk vâki olur. Kadın, nikâhla, hak kazandığı şeyi geri iade eder. Yenâbî´de de böy­ledir.

Muayyen dirhemlere karşılık hulû etse; fakat onlar da, si­linmiş bulunsa, yenisini almak İçin müracaat eyler. Eğer, herevî bir elbiseye karşılık huâulaşsalar, kadın, orta halli bir herevi elbi­seyi kocasına, teslim eder. Serahsînin Muhıytı´nde de böyledir.

Bir koca, karısına : «Seni, hulû´ eyledim.»; kadın da : »Kabul ettim.» derse; kadının menlinden bir şey düşmez; eğer, «niyyet ettim.» derse— bir bâin talâk vâki olur. Her ne kadar kadın, kabul etmemiş olsa bile böyledir.

«Koca : «Ben, talâk murad eylemedim.» derse; talâk vâki ol­maz. Hem diyâneten, hem de, kazaen, sözüne inanılır.

Bir kimse, karısını muhâlea eder; fakat, sahih bir karşılık söylemezse; sahib olduğunun hepsinden beraat eder. Eğer, kocanın üzerinde, kadının mehri yoksa; kadın, kocasının vermiş olduğu mehri iade eder. Çünkü, hulû´da bu mal örftür. Hulâsa´da da böy­ledir.

Bir kimse, karısına : «Seni, şuna karşılık hulû´ eyledim.» dese ve belli bir mal söylese; kadın, kabul etmedikçe, talâk vâki olmaz. Eğer, koca; kadının, kabul etmesinden sonra : «Ben, talâka, niyyet etmedim.» derse; hükümde, sözüne inanılmaz. Fetâvâyî Kâ-dîhân´da da böyledir.

Eğer kocanın, kadının, veya bir yabancının hükmü ile huüû´Iaş-salar; bu, caiz olur. Ancak, burda mi´yar ( = ölçü) mehir ve mehr-i misildir.

Eğer, kocanın hükmüyle hulûlaşırlar; koca da, karışma verdiği ile veya daha azı ile hükmederse; bu da sahihtir. Eğer, bundan daha fazla ile hükmederse; o fazlalığı Ödemek gerekmez; ancak, kadının ona razı olması müstesnadır.

Eğer, kadının hükmü ile hulû´laşırlar; o da, kocasının kendine verdiği ile veya daha fazlasiyüa hükmederse; bu da caiz olur. Eğer, ondan az ile hükmederse, noksan sabit olmaz; ancak, kocası ona ra­zı olursa; o zaman olur. Mebsût´ta da böyledir.

Eğer hüküm yabancıya ait olur ve o miktarına mehir hük­mederse; bu caiz olur. Fazla veya noksan ile hükmederse; ziyâde olan, kadının rızası olmadıkça noksan olan da, kocanın rızası ol­madıkça, caiz olmaz. Bedâi´de de böyledir.

Bir kadın, kocasından, kocanın babasını azâd eylemek üze­re hulâlaşsa; oda öyle yapsa, ıtk kadın tarafından olur. Baba da hür ve kadının azadlisı olur.

Şayet, kocanın babasını, kadının azâd etmesi, üzerine hulûlaş-salar; kadın da öyle }!apsa; jtk koca tarafından olmuş olur.

Sonra, önceki bölümde, koca karısına verdiğini isteyebilir nü Alimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bazıları : «îster.» demişler­dir. Esahh olan kavle göre, hiç bir şey isteyemez. Tatarhâniyye´de de böyledir. [13]

3- Mal Karşılığı Talâk

Bir kimse, karısını, mal karşılığı boşar; kadın da, bunu ka­bul ederse; talâk vâki olur. Kadının, mal vermesi gerekir. Bu, bâin talâk olur. Hidâye´de de böyledir.

Bir kimse, dâhil olmadığı kadını; kadının, kendisinde olan, bin dirhemine karşılık boşasa; halbuki, kadının olacağı üçbin dirhem olsa; bu paranın binbeşyüz dirhemi, duhûlden önceki talâk sebebiyle, sakıt olur. Kocanın üzeıinde, binbeşyüz dirhem, bakî ka­lır. Kadın, beşyüz dirhem için kocasına baş vuramaz. Bu, İmâm Belhî´ye göre böyledir.

Başkalarına göre ise : «Başvurur." ve alır. Fetva, da buna gö­redir. Kerderî´nin VecM´nde de böyledir.

Eğer, koca, mehri üç parça eder; bir talâkını, üçte bire kar­şılık boşar; ikinci ve üçüncüyü de, böyle boşarsa; üç talâk vâki olur. Ve mehir, tamamen düşmez; ancak, üçte biri düşer. Geride kalan üçte iki, kadının olur. Fetâvâyi Kübrâ´da da böyledir.

Şayet, kadın : «Beni, bin ile üç talâk boşa.» der; kocası da, onu, bir talâk jboşarsa; kadına, üç bin dirhem vermek gerekir.

Şayet, kadın : «Bin üzerine, beni üç talâk boşa.» der; kocası da, onu bîr talâk boşarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, kadı­na bir şey gerekmez; koca da ric´at hakkına sahip olur.

Eğer koca : «Nefsini bin ile, üç talâk boşa.» veya «Bin üzerine boşa.» der; kadın da, bir talâk boşarsa; bir şey vâki olmaz. Hîdâ-i ye´de de böyledir.

A Bir kadın, kocasına : «Beni, bin dirhemle, üç- talâk boşa.» der; kocası da, onu, iki talâk ve bir talâk boşarsa; bin dirhem va­cip olur. Zahîrîyye´de de böyledir.

Bir kadın, kocasına : «Beni, bin dirheme, bir talâk bu^a.» der; kocası da, ona : «Sen, bir lalâk boşsun; bir talâk; bir talâÜçL»

derse; kadın, üç talâk boş olur. Bir talâk, bin dirhem karşihğıda-Diğer iki ta´âka ise; bütün âlimlere göre, bir şey gerekmez. Fetâ vâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse; karısına : «Sen, bin dirheme, dört talâk boş­sun.» der; kadın da, kabul eylese, bin dirheme, üç talâk vâki olur.

Şayet kadın, üç talâk´ı, bin dirheme kabul ederse, talâk vâki olmaz.

Eğer kadın : «Beni, bin dirheme, dört talâk boşa.» der; koca­sı da, onu üç talâk boşarsa; bu da bin dirheme olur.

Eğer, bir talâk boşarsa; binin, üçte birini alır. Fethul - Kadir­de de böyledir.

Bir kadın, kocasına : «Beni, bin dirheme, bir talâk boşa.» veya «Bin dirhem üzerine, boşa.» der; kocası da «Sen, üç talâk boş­sun.» der, fakat «bin»i söylemezse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye gö­re, kadın, meccânen boşanmış olur. İmânıeyn´e göre bir talâk, bin dirhem olmak üzere, üç talâk boş olur.

Bir kadın, kocasına : «Beni, bin dirheme, bir talâk boşa.» der, kocası da : «Sen, bin dirheme, üç talâk boşsun.» derse; kadın kabul etmedikçe, bir şey vâki olmaz. Tamamını kabûİ eylediği za­man, üç talâk vâki olur.

îmâmeyn´e göre kadın, kabul etmeyince, bir talâk boş olur; diğer iki talâk, vâki olmaz.

Eğer kabul ederse; üç talâk boş olar; birine mukabil, bin dir­hem verir; ikisi için, bir şey gerekmez. Kâfî´de de böyledir.

Ebû Hasan´ın haber verdiğine göre : Gerçekten, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) da, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´nin görüşüne, dönmüş­tür.

İbiî-i Semâa; «İmâm Muhammed (R.A.)in de, İmâm Ebû Ha­nîfe (R.A.)´nm görüşüne döndüğünü haber vermiştir. Gâyetü´s-Sü-rûcî´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bin dirhem üzerine boşsun.» der; kadın da, kabû! ederse, bin dirhem vermesi gerekir. Bu, «sen, bin dirhemle boşsun.» demek gibidir. Kabulde ise iki vecih vardır. Hidâye´de de böyledir.

Koca, eğer : «Sen, boşsun ve senin üzerine, bin dirhem vardır.» der; kadın.da, kabul ederse; \eya kadın: «Beni boşa; sa­na bin dirhem vardır.» der; kocası da onu boşarsa; İmâm Ebû Ha-trfe (R.A.)´ye göıv, malsız İmâmeyn´o göre, malla boşanmış olur. Serahsî´nin MuhryU´nde de böyledir.

Şayet, koca, cevabına ilâve eder ve «Seni, bin dirheme, üç talâk boşadım.» derse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre kabûu üzerinde durulur. Eğer, kadın kabul eylerse., üç talâk vâki olur ve bin dirhem gerekir. Eğer, kabul etmezse; talâk bâtıl olur.

İmâmeyn´in kavline göre kadın kabul etsin veya etmesin, bin dirhemle, üç talâk vâki olur. Fetâvâyî Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kadın, kocasına ; «Beni, boşa; sana, bin dirhem var.» der; kocası da: «Senin isimlediğim bin dirhem üzerine, seni boşa­dım.» der ve bunu, kadın kabul ederse; hem talâk, vaki olur hem de, bin dirhem gerekir. Eğer, kabul etme/sc; talâk vâki olmadığı gibi, malda îcabetmez. Bu, İmâm Ebû Hanile (R.A.Vye göre, böyle­dir. İmâmeyıVe göre, hem talâk vâki olur; hem de mal gerekir. Se­rahsî´nin Mahıytinde de böyledir.

Kadın : «Beni, bin dirheme boşa.» der; kocası da «Sen boşsun.» ve bin dirhem üzeresin.> derse; kadın bin dirhemle, boş ulur.

Şayet, koca : «Sen, bin dirheme, üç talâk boşsun» der; kadın dil : «Kabul etlim, bir talâkı, bin dirheme» derse; üç talak, bin dir­hemde, vâki olur. Eğer : «İki bin dirheme, kabul eyledim» derse, Ki hık vâki olur; bir dirhem lâzım gelmez.

Eğer, koca, karısına.: «Bana, bin dirhem verirsen; artık, sen boşsun.» der; kadında, İkibin dirhem verirse; talâk vaki olur. Eğer, ikibin ile, kabul ederse öyle olur. Gâyetü´s Süriıcî´dc de böyledir.

Bir kinişe, yabancı bir kadına : «Eğer, seni nikahlarsam, bin dirhem üzerine, sen boşsun.» der; kadın, kabul ettikten sonra da, o kadını nikahlarsa; önceki kabulüne itibâr edilmez. Ancak, nikâhtan sonra, kabul etmesi gerekir. Nehru´İ-Fâîk´ta da böyledir. Bir kadın; kocasına : «Bin dirheme, beni üç talâk boşa; beni, yüz dinara, üç talâk boşa.» der; kocası da onu, üç talâk boşarsa; kadın, yüz dinara, boşanmış olur. Eğer, koca. o malların ikistnide, islerse, ikiside, kocanın olur. Zahirlyye´de de böyledir.

Bir kadın, kocasına : «Beni ve kumamı, bin dirhem üzerine, boşa.» der; kocasıda, kumasını veya kendisini boşarsa; rnehr-i misil­leri müsavi ise, bin dirhemin yansım, vermesi gerekir, şunun gibi-ki «Beni ve kumam , bin dirheme boşa.» dest; eğer mehr-i misil­leri değişik olursa, bin dirhemden, boşanana hissesi nisbetinde ve-r´lmesi gerekli´. Bazı alimlerimiz. Bu, İmâmeyn´in kavlidir, demiş­lerdir. İmam Ebü Hanife (R.A.)´nin kavline göre, bir şey lâzım gel­mez. Esahh olan kavil, Öncekidir denilmiştir.

Bir kimsenin, iki karısı: Bin dirheme (veya bin dirhem üzerine) boşa. deseler kocaları da onlardan birisini, boşasa; boşa­nan kadın, hissesine düşeni verir. Diğerini de, aynı mecliste boşar­sa; o da hissesini Öder. Zehiyre´de de böyledir.

Eğer, onlardan birisini boşamadan, önce meclisten ayn-lırlarsa; bu ayrılışları sebebiyle, icapları batıl olur. Bundan sonra, ikisini de, boşarsa; talâk bedelsiz, olarak vâki olur. Memsîit´ta da böyledir.

Bir kimse, karışma : «Sen, bin dirheme boşsun.» der; ka­rısı da : «Ben, bîr talâkın yansını, kabûî eyledim. derse; hilafsız elarak, bu kadın, bin dirheme, bir talâk boşanmış olur.

Şayet, kadın : «Onun yarısını, beşyüz dirheme kabul eyledim.» derse, bâtıl olur.

Eğer, kadın, kocasına : «Beni, bin dirheme boşa» der; kocası da : «Sen, yarım talâk boşsun.» derse; bin dirheme, bir talâk boş olur. Koca ; «Sen, beşyüz dirheme, yarım talâk boşsun.» dese; ka­dın, beşyüz dirheme, bir talâk boş olur. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, sünnet üzre, bin dirheme üç ta­lâk boşsun.» dese; kadın temiz ise, bin dirhemin üçte biri ile, bir talâk vâki oîur. Sonra, ikinci temizliğinde, diger talâk, bir şey ge­rekmeden vâki olur. Ancak, kocası yeniden nikâh ederse; o müs­tesnadır. Scnra da, üçüncü talâk vâki olur.

Eğer koca ; «Sünnet üzre, onlardan birisi, bin dirheme.» derse; bin dirhem, üçüncü talâk için olur. Eğer bu, kadıncı dâhil olmadan olursa; bir şeysiz, bir talâk vâki olur. Sonra, cntı tekrar nikahlar­sa; talâk vâki olmaz.

Bir kimse, karısına : »Sen, yarından sonra, bin dirheme, bir talâk boşsun, yarın da, bin dirheme, bir talâk boşsun, bu gün­de, bin dirheme, bir talâk boşsun.» der; kadın da, bunu kabul eder­se; o anda,-bin dirhemle, bir talâk vâki olur. Yarın olunca, bir şey vâki olmaz; daha önce, nikâh eylemesi müstesnadır. O zaman, bin dirhemle, bir talâk daha vâki olur. Yarından sonra da, böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, iki talâk boşsun; bunlardan bi­risi, bin dirhemedir.» derse; o anda, bir talâk vâki olur; ikincisi, ka­bule tealluk eder.

Bir kadın kocasına : «Eğer, beni beşarsan; sana, bin dir­hem vardır.» veya kocası, ona : «Eğer, bana bin dirhem geürirsen; (veya bin dirhem verirsen, veya bin dirhem ödersen) sen söylesin.» derse, o mecliste, denildiği gibi olur. Itabiyye´de de böyledir.

Bir şahıs, karısına : «Bana, bin dirhem verdiğin zaman, (veya ne zaman verirse, o zaman) sen, üç talâk boşsun» derse; ka­dın, kendi hali üzerinedir. İsteneni, o mecliste veya ondan sonra verirse, talâk vâki olur. Kocası, onu men edemez, kendi de kabul için cebredilmez.

Kocanın istemiş olduğu, yanma bırakılınca, kadın; üç talâk boş olur. Bu istihsâlidir. Mebsût´ta da böyledir.

Asıl olan : Koca, ne zaman, iki talâktan, arkasından da maldan bahsederse; o mal, o, iki talâka mukabil olur. Ancak, önce­kini kemâlin vücûbuna, münafi vasfederse; bu takdirde, mal ikinci ta´âka mukabil olur. Eğer, malın vücûbu, kadın üzerine şart kıh-nırsa; ayrılık hâsıl olur.

Bir kimse, karısına : «Sen. bu saat, bir talâk boşsun; yarın da, bin dirheme (veya bin dirhem üzerine) boşsun.» veya «Bu gün, bir talâk yarın da, bin dirheme bir ricî talâk boşsun.» der; kadın da, kabû! ederse, o anda, beşyüz dirheme, bir talâk; yarın ise, birşey-iiz, bir talâk vâki olur. Ancak yarından önce, mülküne dönerse, o müstesnadır. Fethu´I-Kadîr´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bu saat, bir talâk boşsun.» der­se; ric´ata mâlik olur.

Yarında bin dirheme boşsun» dese; kadın da bunu kabul eyle-se; o anda, bir talâk vaki olur. Bir şey de, gerekmez. Yarın olunca, kadın, bir talâk daha boş olur. Bu durumda bin dirhem de gerekir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bu gün, bâinen bir talak boş­sun; yarın da, bin dirhem üzerine, bir talâk boşsun.» dese; o anda, bir talâk vâki olur; bir şey gerekmez; yarın olunca da, bir şeysiz, bir talâk vaki okır. Eğer, yarın olmadan, o kadım nikâhlar, sonra da yarın gelirse; bin dirheme, kadın bir talâk daha boş olur.

Bir kimse, karısına : «Sen, bir talâk boşsun; bir talâk da bin dirheme, boşsun.» der; kadın da, kabul ederse; bin dirheme, iki talâk vâki olur. O bedel, ikisine döndürülür.

Keza, koca, karışma : «Sen, bu gün, bir talâk boşsun; ya­rın da, bin dirheme, bir talâk daha boşsun.» der; kadın da, kabul ederse; bugün, bin dirhemin yarısı ile, bir talâk vâki olur. Yarın olunca da, bin dirhemin yansı ile bir talâk daha vâki olur. Eğer, ni­kah boş kalırsa, böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bu saat bir talâk boşsun; ben, ric´at hakkına sahibim. Yarm da, bir talâk bin dirheme boşsun; ben ric´at hakkına sahibim.» veya : «Sen, bu saat, bâin bir talâk boş­sun; yarın da, bin dirheme bâin bir talâk boşsun.» veya : «Sen, bu saat, bir şeysiz, boşsun ve yann da, bir şeysiz bin dirheme boşsun.» dtse; o bedel, iki talâka sarf edilip; bir talâk, binin yansı bir talâk da, o anda, binin yarısı ile vâki olur. Yarınki talâk meccani olur. Daha Önce, nikahlaması müstesna. Eğer, yarından önce, kadım tek­rar nikahlarsa; yarın olunca, binin yarısı ile bir talâk daha vâki olur.

Bir kimse, karısına : «Sen, bu saat; bir talâk boşsun, ben ric´al hakkına sahibim.» veya : «Sen bâinesin» veya bir şeysiz boş­sun; yarın bin dirheme bir talâk daha boşsun.» dese,, bedel ikinci ıaTâka sarf edilir.

Eğer : «Sen, bu gün bir talâk boşsun; ve yann bin dirhemle başka bir talâk daha boşsun; ben de, ric´at hakkına mâlikim.» de­se; bedel, iki talâka sarf edilir. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, iki karışma : «Biriniz, bin dirheme; biriniz ise, besyüz dirheme boşsunuz.» der; onlar da, bunu kabul ederse; her ikisi de, beş yüz dirheme boş olurlar. Çünkü, diğeri her birinde meşkûkdur. Şâyct : «Diğeriniz, yüz dinara...» demiş olsaydı; her ikisine de, mevcut şüpheden dolayı, "bir şey gerekmezdi. İtâbiyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısını, filanın nefsi kefaletinden beraat üze­rine boşasa, talâk ric´î olur. Şayet, karısını, filândan dolayı, karısı­nın kefil olduğu, bin dirhemden beraatı için, boşarsa; laJâk bâin olur. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kadm, kocasına : «Beni, malımı sana tehir etmek üze­re boşa» der; kocası da, onu boşarsa; eğer te´hir için, malum bir gaye varsa, te´hir sahih olur; yoksa sahih olmaz. Talâk ise, her hal­de ric´î olur. Hulâsa´da da böyledir.

Hulû´ bedelinde, te´cii sahih olur. Cehaletle beraber olursa; halde olan, malı te´cii sahih olmaz.

Yerinin ziraatına, hayvanına binmeye, veya kadının hizmetine karşılık muhâlea etmek caiz olur. Fethu´l - Kadîr´dc de böyledir.

Erkek tarafından, hulû´a itibar olunur. Talâka, talik edeni, kadının kabûîıı şarttır. Kocanın, bundan dönmesi, sahih olmadığı gibi; bu, meclisten kalkması ile de, bâtıl olmaz.

Kadına ulaştığı takdirde, kadınm hazır olmadığı zamanda, sa­hih olur. Bu durumda kadın, bulunduğu mecliste muhayyerdir.

Hulû´un şarta bağlanması ve bir vakta izafe edilmesi sahihtir. Bizim : «Yarm olduğu zaman, veya filân geldiği vakit, gerçekten, ben, seni bin dirhem üzerine, hulû´ eyledim.» dememiz gibi...

Kabul ise, o vaktin veya o adamın geldiğinde, kadına aittir.

Satış gibi, karşılığın temlikine de, itibar olunur. Bu sebeple, kabulden önce, dönmek de, sahih olur. Meclisten kalkması sebe­biyle ,de bâtıl olur. Gaybûbiyeti halinde, beklenmez. Şarta taalluku, vakta izafesi de, caiz olmaz. Serahsî´nin Muhıytı´nde de böyledir.

Hulû´da muhayyerlik şartı, kadm için sahihtir; erkek için sahih değildir. KeSızü´d - Dekâik´te de böyledir.

Mal üzerine boşamak, ahkâmda, hulû´ gibidir. Ancak, bedel bâ­tıl olursa, talâk bâin olarak, baki kalır. Talâkın karşılığı bâtıl olun­ca, talâk, ric´î olarak, baki kalır. Gerektiği zamanda, bâin olarak vâki olur. Serahsî´riin Muhiytı´nde de böyledir.

(Bir adam) karısına «Bin dirhem üzerine, sen boşsun; üç gü­ne kadar, ben muhayyer olmak üzere.» dese, kadm, bunu kabul etse bile eylese, muhayyerlik bâtıî; talâk vâki olur.

Bir kimse, karısına : «Bin dirhem üzerine, sen üç gün mu­hayyer olmakla, boşsun.» der; kadın da : «Kabul eyledim.» dediği halde.kadın, üç gün içinde talâkı reddederse; iaiâk bâtıl olur. Eğer talâkı, üç gün içinde ihtiyar ederse; talâk vaki o kır ve kocasına bin dirhem vermesi gerekir. Kâfi´de de böyledir,

Karı-koca; nrüdükleri halde, hulû´laşsalar; eğer, her bi­rinin sözü, diğerinin sözüne muttasıl (—bitişik) ise, huhV sahih oiur. Bitişik olmazsa, hulû´ sahih olmaz. Taiâk da, vâki olmaz. Hu-lâsa´da da böyledir.

Bir kadın, kocasına : «Senden, beni bin dirheme, üç talâk boşamanı istedim; sen, beni, bir talâk boşadm.» der; kocası da ona: «Bir talâk boşamamı istedin.» derse; kadının sözü muteberdir. Bey yine getirmek kocaya aittir,

Bir kimse, karışma : «Seni, bin dirhem üzerine, dün bo­şadım. Sen de, kabuİ e3r!emedin» der; kadın da ; «Kabul eyledim.» derse; yeminli olarak kocanın sözüne inanılır. GâyeHi´s - Sürûcî´-de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Dün, senin talâkını, bin dirheme sat­tım; s~" ´1-7\ kabul eylemedin.» der; kadın da : «Kabul eyledim.» derse; sözü geçerlidir. Çünkü, satışta ikrar, kabul edenin

ikrarıdır. Zira, o, ouuu varışıdır. Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kadın : «Senden, yû/ dirheme, beni boşamanı istedim.» der; kocası, da; «Hayır sen bin dirheme istedin» der e; kadının sö­zü geçerlidir. Beyyine getirmek ise kocaya aittir.

Keza, kadın ; «Sen, beni, bir şey olmaksızın, huiû´ eyledin.» der; kccası da : «Hayır, bin dirheme hulû´ eyledim.» derse; kadının sözü geçerlidir. Eğer, beyyineleri varsa; kocanın beyyinesi geçerli­dir. Mebsût´ta da böyledir.

Bir kadın, kocasına : «Beni, bin dirheme, üç talâk boşa­manı istedim, sen de, h´jai, bir talâk boşadın.» der; kocası da : «Hayır, seni, üç talâk boşadım.» der ve aynı mecliste bulunmakta olurlarsa, kocanın sözü geçerlidir. Eğer, meclisten ayrılmışlarsa; kadının sözü geçerli olur. Kadın iddet içinde ise. Kocanın, kadın­da; alacağı üç bin dirhem ve üç talâk vâki oîur.

Keza, bir kadın, kocasına : «Ben, senden bin dirheme, be­ni ve arkadaşımı boşamanı istedim; sen ise, birimizi boşadın.» der; kocası da : «Hayır, ben ikinizi de,, boşadım.» derse; bu esnada aynı mecliste iseler; kocanın sözü muteberdir. O meclisten ayrılmışlar-sa; kadının sözü geçerlidir. Kadının,, itirafından dolayı, beşyüz dir­hem vermesi lâzımdır. Sirâcü´l - VehJıâc´da da böyledir.

Eğer kadın : «Beni de, arkadaşımı da hoşamadım.» der, bunu da, aynı mecliste söylerse; yeminli olarak, kadının sözüne inanılır. Kocanın, mal için beyyinesi gerekir. Fakat, talâk, kocanın ikrarı üzerine vâki olur. Mebsût´ta da böyledir.

Bir kadın, kocasıyla bir mal üzerine muhâlea ettikten sonra; kocasına karşı, hulû´dan önce. kocasının kendini üç talâk bo-şadığını, beyyineîese, sözü kabul edilir ve kocasının aldığı, hulû´ bedelini geri alır. Buradaki tenakuz, bey yinenin kabulüne rhâni ol­maz. Hulâsa´da da böyledir.

Şayet kadın, mecnun olan kocasının, kendisini sıhhatli iken hulıV eylediğini beyyineîese; kocanın velisi veya kendisi i fakat bulunca, kadını mecnun iken, hulû´ ettiğini beyyineîese; kadının beyyinesi, daha üstün olur.

Bir koca, karısına, «üç talâki, bin dirheme yaptığım,» söy­ler; kansıda : «Bu, senden, geçmiş zamanın ikrarıdır; ben, bunu kabul eylemiştim.» der; kocası da : Bu, benden, gelecek zaman İçin ikrardır; kabul eyleme.» derse; kocanın sözü geçerlidir. Eğer, ikisi de, beyyine ibraz ederlerse; İcadının beyyinesi kabul edilir. Tatarlîâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Şu kölene karşılık, sen yann boş ol» der; kadın da, o anda kabul eâer; fakat köleyi satarsa; yann olunca, kadının, o kölenin kıymetini, ödemesi gerekir. Eğer, ya­rın olmadan, kocası, bu kadını, üç talâk boşarsa; mal bâtıl olur.

Şeyhü´I - İslâm Ali bin Muhammed İsbîcâbî´den soruldu :

Muhâlea etmiş bir kan - kocadan kocaya : «Aranızda kaç defa hulû´ vardır denilince, o : «Aramızda, iki defa hulû´ vardır." de­se; karısı ise : «Hayır, bclkide, aramızda üç defa hulû´ vardır.» de­se, durum ne olur

İmanı yuyurduki :

Söz, kocanın sözüdür.

Necmü´d - Dîn en - Nesefî şöyle buyurmuştur :

Bu mes´eleyi benden sordular. Ben,: şöyle dedim: Bu, eğer aralarında nikâhın cereyanından sonra oldu ve kadın da : Nikâh, sahih değildir. Çünk<:, nikâh hulû´dan sonra oldu.» der; kocası ise: «Bu, sahihtir. Çünkü, o, iki hulû´dan sonra idi.» derse; bu durum­da, söz kocanın sözüdür. Fakat ihtilâf nikâhtan önceki iddetin bi­timinden sonra ise, aralarındaki nikâh caiz olmaz. İnsanlarm on­ların nikâhlarını akdetmeleri de helal olmaz. Zahîrîyye´dc de böy­ledir.

Bir kadın, kocasından, mal üzerine huhV etmesini talep etse; adam da, iki şahit tutsa; gerçekten karısı : «Ben nefsimi senden kap karşılığı satın aldım» derse; bu lafız, mühmeldir. Sonra da, hulû´laşmak için, kadı efendinin yanında toplamalar; bunları kadının yanında söyleseler; kadı efendi de, bunları böy­lece duyduktan sonra, koca : «Gerçekten, ben sattım demedim. Ancak, fürüftenı dedim.» dese, iki şahit de, öyle söyleseler; kadı da bunları duysa hulû´un şahinliğine hüküm verir. Şahitlerin şe-hâdetine itibar ve iltifat eylemez.

Fakat, kadı efendi : «Ben anlayamadım; o, hâ harfi ilerni söy­ledi, yoksa fâ harfi ile mi söyledi » der; şahitlerde : «Gerçekten, o, fâ harfi ile söyledi.» derler ve kadı efendi de böylece duyarsa; hulû´u ibtâl eyler. Şahitlerden, bazıları «füruhtem dedi» diye şa­hitlik yaparlarsa, o zaman kadı efendi, hulû´un sıhhatine hüküm verir. Füsûlü´I - İmâdiyye´de de böyledir.

Hulû´ belirli bir bedel karşılığı vâki olduğu zaman, kadın, onu mehri misil miktarı verir. Ve : «Bu, hulû´ bedelidir.» der; kocası da : «Ben, bunu hulû´a karşılık değil, başka şey için aldım.» derse, kocanın sözü geçerlidir, denilmiştir. Zahîrü´d-Dîn el - Mürğînânî bununla fetva vermiştir. Bazıları da : «Kadının sözü geçerlidir.» dediler. Çür.;;ü, temlik kadından olur. Asıl olan da, budur. Mu-hryt´te de böyledir.

Eğer, hulû´un, vâki olduğu şeyin cinsinde veya nevinde yahut mikdannda veyahut da sıfatında ihtilâf ederlerse; kadının sözü geçerli olur. Kocanın beyyine getirmesi gerekir. Bedâi´de de böyledir.

Keza; kadın : «Ben bir şeysiz hulû´ oldum» der; yine ka-dınm sözü geçerlidir. Kocanın beyyine getirmesi gerekir. (Fethü´I-kadir)

Eğer, karı- koca arasında ihtilâf çıkar; kadın : «Hulû´ ara­mızda, sahihtir.» der, koca ise : «Kalktım, sonra hulû´ eyledim.» derse; kocanın sözü geçerlidir. Ve bu hâî, hulû´u inkârdır. Hulâ-sa´da da böyledir.

Bu kimse, karısını, farşça hulû´ edip • «Satın aldın ve sat­tım.» dedikten sonra : «Benim kalbimde, gerçekten sattım dedi­ğim, koyun başı idi.» veya «Füruhtem minol iykad; dedim.v> Kadın ise; «fâ harfi ile fürüftenı dedin» dese; bu durumda kocanın, yemin­le söylediği söz, geçerlidir; denilmiştir.

Yalnız, hulû´ bedeli alınmışsa, bu durumda, onun sözüne iti­bâr edilmez ve bu sözü kabul edilmez. Çünkü, açık olan, onun ya­lan söylediğidir. Onun sözü, hükmen de her ne kadar, hulû´ bede­lini almış olmasa bile, kabûi edilmez. Çünkü, onun sözü, cevap olmaktan çıkmıştır. Cevap ise, suâli takyid eder. Sual (= istemek) nefsin temlikinden olur. Cevap ise, ona sarf olur. Buna göre «Kalbimde, gerçekten ben paltomun kuşağını, sattım» demesi ka­bul edilmez. Fetvada buna göredir.

Koca konuştuğu zaman, fürûhtem derken, eğer koyun başına veya paltosunun kuşağına işaret eder ve bunun üzerine hulû´ yaparsa; hulû´ sahih olur. Bir şey gerekmez. Ancak, açıkla­ma yapar da : «Palto kuşağı sattım.» derse; bu durumda, hulû1 sahih olmaz.

Şayet koca, beyyine getirir; koyun başı sattığına şahit tutar ve t «Ben, koyun başı sattım.» derse; beyyinesi kabul olunur.

Şayet kadın, itiraz eder ve nefsini sattığına beyyine getirirse; onun beyyinesi daha evlâ olur.

Buna göre, kocanın beyyinesi daha evlâdır. Muhıyt´te de böy­ledir.

Bir kimse, diğerine : «Karımı, hulû´ eyle.» dese; onun, o kadım, malsız hulû´ eylemesi caiz olmaz. Mal ile olursa, bu sahih olur.

Bir kadın, bir adamı bin dirheme kocasından huiû´ eyle-rrjcye vekil etse; eğer vekil olan zat, hulû´ bedelini, gönderir de : «Bin dirhem üzerine kan m hulû´ eyle» veya «Şu bin dirhem üze­rine» der veya bedeli nefsine izafe ederse (ister mülk, ister zımân izafesi olsun) şöyieki : «Benim malımdan, bin dirhem üzerine, karını hulû´ eyle.» veya «Sana tazmin etmem üzerine, bin dirhe­me, karım hulû´ eyle.» derse; vekilin kabulü üzerine, hulû´ tamam; kadın, bâine olur. Bedel, gönderilmiş ise, o kadının üzerinedir; Onu, talep edebilir.

Eğer, bedel, vekile muzâf kıhnmişsa, izâfet-i mülk ve izâfet-İ /.imândır. Artık o, kadından değil, vekilden istenilir. Vekil ise, ver­diğini, kadından ister.

Eğer kadın, kocasından, kendisini hulû´ etmeleri için, iki ki­şiyi vekil etmişse; o vekillerden biri, kendisine arz edilen şey üzerine, kadını hulû´ eder; o mal da, kocaya teslim edilmeden ve­kilin elinde helak olursa; gerçekten vekil, onun kıymetini kocaya tazmin eder. (= öder.) Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse; diğerine : «Karımı boşa» der; o da, kadım mal mu kâh i i hulû´ eder veya mala karşılık boşarsa; işte bu, sahihtir. Ancak kadın kendisine dahil olunmuş bir kadınsa; caiz değildir. Frkat, dâhi! olunmayan kadınsa, caizdir. Buna göre, vekil, hulû´ etmekle; vazifeli de, mutlak şekilde boşamışsa, münâsip elan, bu­nun caiz olmasıdır. «Sahih olan budur.» denilmiştir. Çünkü, huîû´ karşılıksız yapıldığı gibi, karşılıkla olarak da yapılır. Bu iki hâle de, vekil tayin edilebilir. Zahîriyye´de de böyledir.

Bir kimse, hulû´a vekil edildikten sonra, kadın dönse; vekil bunu bilmiyorsa, bu dönüşle amel edilmez.

Eğer kadın, kocasına, huiû´ için bir elçi gönderdikten sonra; lakat elçi, tebliğ etmeden önce, bu kadın dönse; dönüşü, —elçi kadının, döndüğünü bilmese bile— sahih olur.

Bir kimse, iki kişiye : «Karımı, mal olmaksızın hulû´ edi­niz» dese de, onlardan birisi hulû´ yapsa, talâk vâki olmaz..

Eğer, koca, iki adama : <´Bin dirhemle, karımı hulû´ yapınız." diye emrelse; onlardan biri : «Ben, bin dirheme hulû´ yaptım» di­ğeri de : «Ben de, buna izin verdim» dese, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göre bu caiz olmaz.

Şayet, onlardan birisi : «Ben, onu bin dirheme hulû´ yaptım.»; diğeri de : «Ben de, onu bin dirheme hulû´ yaptım.» derse; işte, bu caizdir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir şahıs ve karısı, başka birini, bir şey üzerine, hulû,´ yapmaya vekil etseler; vekil de : «Ben f t İaneyi, şunun üzerine, ko­casından hulû´ eyledim.» dese; kadın huzurda olmasa bile, bu caiz olur. Bazıları ise, «buna caiz oîmaz.» demişlerdir. Yani, bir vekilin her iki taraftan olması caiz olmaz. Şu mesele ise, caiz ol­duğunun delilidir. Hâkim Ebû´l-Fadl : «Bu, Aslin rivayetine mu­vafıktır ve sahihtir.» demiştir. Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kimse, diğer bir şahsı; karısını, hulû´ yapması için, vekil tayin etse, kadm da, vekile bir kaftan (= elbise) verse ve aralarında hulû´laşma cereyan etse; sonra da, vekil kaftanda bir arıza göres hulû´ sahih olmaz. Eğer, kaftanın iki kolu yoksa, hulû´ sahih olmaz. Fakat, bir kolu yoksa, sahih ahır. Hulâsa´da da böy­ledir.

Bir takım adamlar, bir kişinin yanına gelseler, o şahıs da, on­ları, karısının hulû´ için vekil olarak gönderdiğini zanneylese; on­larla İki bin dirheme karısını hulû1 eylese, kadın ise, onları vekil gönderdiğini inkâr etse, eğer, onlar, malı kocaya vermişlerse, ta­lâk vâki olur; bedeli, onlara aittir. Eğer onlar, vermediler ve ko­ca, da, onların vekil olduklarını iddia etmediyse, talâk vâki ol­maz. Ancak, bunu iddia ederse; talâk vâki olur. Lâkin, mal gerek­mez. Bu, koca, karısını, hulû´ eylediği zamandır. Eğer onlara, iki bin dirheme, bir talâk satarsa; Ebü Bekir el İska! : «Bu da, hulû´ da müsavidir.» denmiştir, fetvada bunun üzerinedir.

Asıl Kitabi´nda :

Bir kimse, başkasına : «Karımı, hulû´ eyle eğer ona razı ol­mazsa; onu, boşa.» der; kadın hulû´a razı olmaz, vekil ise onu bo-şar; sonrada, kadm : «Ben hulû´laşmak istiyorum.» der; adam da, onu hulû´ ederse, bu —önceki talâk ric´î ise— caiz oİur. Mııhıyît´te de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsa : «Şu köleye karşılık, karım hulû´ eyle.» veya «Şu eve karşılık, hıüû´ eyle.» veya «Bin dirheme hulû´ eyle» der; o, da, Öyle yaparsa; kabul etmek kadına aittir. Eğer, kadın, hulû´u kabul ederse; boşanır. Ve belirlenen bedeli, ödemesi gerekir. Eğer, bedele müslehâk olunursa, kadın onu taz­min eder.

Bir şahıs, başka bir şahsa : «Karım, benim, şu köleme karşılık, hulû´ eyle,» veya «...evime karşılık...» veya «İki bin dir­heme karşılık, hulû´ eyle.» der; o adam da, öyle yaparsa; hulû´ vâ­ki olur. Kadının kabulüne, ihtiyaç kalmaz. Kocasının : «Huiû´ ey­ledim.» demesiyle, hulû1 tamam olur. Yabancının : «Kabul eyle­dim.» demesine, ihtiyaç yoktur.

Bir kadın, kocasına : Filanın evine karşılık, beni hulû* eyle» veya «Filânın kölesine karşılık, beni hulû´ eyle» dese; hulû´ vâki olur. O evin veya kölenin sahibinin kabulüne ihtiyaç olmaz. Kadının, o evi veya o köleyi kocasına teslim etmesi lâzım gelir. Eğer, mazereti varsa; onların kıymetini öder.

Koca önce başlamışsa şöyleki : «Gerçekten, seni filanın evine karşılık, hulû* ettim veya boşadım.» dese; kabul etmek kadına dü­şer; ev sahibine değil.

Eğer, kadının hazır olduğu yerde, kocası, kölenin sahibi ile konuşur ve : "Karımı, senin kölene karşılık, hulû´ eyledim.» der; onun sahibi kabul etmeden önce kadın kabul ederse, hulû´ vâki olmaz.

Eğer, başlangıç yabancıdan; bedel de, muhatabın gayrı-sından olursa; şöyieki : «Karını, filânın kölesine karşılık hulû´ ey­le» veya «evine» veya «bin dirhemine... hulû´ eyle.» derse; kabul, evin veya kölenin yahut bin dirhemin sahibine âiı olur. Yabancı-: nın, karısına âit olmaz.

«Karını, filân adam tazmin . etmek üzere, bin dirheme hulû´ eyle.» der; o adam da, Öyle yaparsa; kabul, tazmin eyleyiciye ait olur; muhataba veya kadına âit olmaz.

Şayet, muhatap, kadın ise; şöyle ki : bir, kadın : «Filân ada­mın, benim onda olan, bin dirhem tazminatım üzerine, beni hulû´ eyle.» der; o da, hulû´ ederse, —o bin dirhemle— hulû´ vâki olur. Eğer, filan adam tazminatı kabul ederse; koca, istediğinden alır. Şayet, o adam, kabul etmezse; koca, bin dirhemi kadından alır.

Bir kimse, diğerine : «Karım, şu köleye karşılık, hulû´ ey­le,» der; adam da : «Hulû´ eyledim.» der; o köle ise, başka bir adaram olursa; o kölenin efendisine, iltifat olunmaz; kabul kadına aittir. Câmu´l - Kebir´de de böyledir.

Karı ve kocanın vekili bir çocuk veya bunak birisi veya köle olsa, bunlar hulû´laşmada kendilerini vekil edenlerin yerin­de bulunsalar, caiz olur. Mebsût´ta da böyledir.

Bir koca karısına : «Nefsini hulû´ eyle. (Veya hulû´laş) » dese bu mes´elede üç görüş vardır :

Birincisi : «Nefsini bir mal karşılığı hıüû´ eyle» desede bir miktar tayin eylemese, kadında : «Ben, nefsimi, bin dirheme senden hulû´ eyledim» dese; bu durumda, koca : «Razı oldum.» de­medikçe talâk vâki olmaz. Fetâvâyi Kâdîhftn´da da böyledir.

Bu,-zahir-i rivâyedir. İbn-i Semâa´nın bir rivayetine göre, bu hulû´ sahih olur. Bazı âlimler de, bunu kabul etmişlerdir. Fü-sûlü´l - İmâdiyye´de de böyledir.

İkincisi : «Nefsini, bin dirheme hulû´ eyle.» der; kadın da «Hulû´ eyledim.» derse; bin dirheme, huîû´ tamam olur, her ne kadar, kocası : «Razı oldum» demese bile... Sahih olan da, budur.

Üçüncüsü : «Nefsini hulû´ eyle» der; başka bir şey ilâve etmez; kadın da : «Hulû´llaştım.» derse; Müntekâ´da : İmânı Ebû Yûsuf (R.A.) ´un : «Gerçekten bu, hulû1 olmaz.» buyurduğu rivayet olunmuştur.

İbn-i Semâa, İmâm Muhammed (R.A.)´in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir.

Bir kimse, karısına : «Nefsini, hulû1 eyle» der; kadın da : «Hulû´ eyledim.» derse; bedelsiz, bir bâin talâk vâki olur. Sanki o, karışma : «Nefsini, bana bâin eyle.» demiş gibidir. Ekseri âlim­ler, bunu kabul etmişlerdir.

Eğer, hitap kadın taralından olur ve kadın : «Beni hulû´ eyle (veya bâin eyle) » der; kocası da «Öyle yaptım» derse; denildiği gibi olur.

Eğer, hitap, koca tarafından olursa, bu vecihler de müsavi­dir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «Nefsini, malsız lıulû´ eyle.» der; kadın da : «Eyledim» derse; onun, bu sözü ile, hulû´ tamam olur.

Kadın, kocasına : «Beni, malsız hulû´ eyle.» der; kocası da : «Hulû´ eyledim.» derse; talâk vâki olur.

Bir kimse, karısına : ´«Nefsini, şuna karşılık hulû´ eyle» dedikten sonra, ona, arabça telkin eder ve kadın : «Hulû´ ettim.» dediği halde, sözünün mânâsını bilmezse; bu durumda, —sahih c´r.n kavle göre— kadın sözünün mânâsını bilmediği müddetçe, muhâlea tamam olmaz. Serahsî´nin Muhıyti´nde de böyledir.

Yabancı bir şahsa, bir başkası ; «Bin dirhemle, karımı boşa» der; adam da : «Boşadım.» derse; durulur : Eğer, kadın ra­zı olursa; talâk vaki olur; değilse, olmaz. Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kimse, kızını, mal mukabili, kocasına boşattirsa; kız büyükse; baba, boşama bedeli olan malı öder; boşanma tamam dur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, büyük kızını, onun rızasıyla, mehri üzerine bo-şatsa; boşama caiz olur. Eğer, izni olmaksızın boşatırsa; bu caiz cima.

Şayet baba, mehri ödemezse, boşama vâki olmaz. Öderse, bo­şama vâki olur.

Bu, haber kıza ulaştığı zaman, kız razı olursa; boşama geçerli olur ve kocası mehirden kurtulur. Bu durumda kız razı olmazsa, mehrini, kocasından ister.,Kerderfnİn Vecîzi´nde de böyledir.

Bir kimse, küçük kızını, mal mukabili boşatsa; kız da, buna razı olmasa; mehir sakıt olmaz, (—düşmez.)

Bu durumda, talâk vâki olur mu Burada iki rivayet vardır. Esahh olan ise, talâkın vâki olacağıdır. Hidâye´de de böyledir.

Bir baba, bin dirheme, küçük kızını» boşatsa, bu baba, bin dirhemi tazmin eder (= öder.) Boşama sahih olur. Bin dir­hem babaya aittir.

Küçük kız, mal mukabili boşansa, o malda, kendisine öden-meşe, eğer kız kabul ederse; talâk vâki olur. Mehîr sakıt olmaz (— düşmez). Eğer onun nâmına, baba kabul ederse, burda da iki rivayet vardır : Şayet baba, mehri öderse; —o da, bin dirhemse— talâk vâki olur. fslihsanen baba, beşyüz . dirhem öder. Hidâye´de de böyledir.

Bu hal, kıza cima´ yapılmamış ise böyledir. Eğer kıza, cima yapılmışsa, o zaman baba, kocaya mehriıı tamamını Öder. Füsûlü´l - İmâdiyye´de de böyledir.

Eğer mal mukabili boşama, koca ile, küçük kızın anası arasında olur ve şayet boşama bedelini ana kendi malından öder­se; boşanma tamam olur. Bu, yabancı ile yapılan gibidir. Eğer, kendi malından ödemezse, talâk babada vaki olduğu gibi, vâki olur mu Burada, rivayet yoktur. Sahih olan, talâk vâki olmaz.

Eğer sözleşme yabancı ile yapılır, o, da bedeli ödemezse; bo­şama hali durdurulur mu

Bazıları : «Kızın, sözleşmeye aklı eriyorsa; boşama, kızın ka­bul etmesine kadar durdurulur!» Bazıları da : «Durdurulmaz.» de­mişlerdir.

Şayet, mal mukabili boşanan kız küçükse, talâk vaki olur; mehir düşmez.

Eğer bu işi, küçük kızın tayin eylediği vekil yaparsa; burda iki rivayet vardır :

Birincisi : Vekil sahih ve boşama tamam olur. Vekilin kabu­lü, kızın kabulüdür.

İkinci rivayet : Şayet, vekil boşama bedelini ödemezse, boşa­ma vâki olmaz. Bu boşamanın yabancı tarafından yapılması gibi­dir.

Bir baba, küçük oğlu adına, mal mukabili boşama yapsa, bu sahih olmaz ve oğlununda izni beklenmez. Fetâvâyi Kâdîhân´­da da böyledir.

Bize göre, sarhoşun ve ikrah olunanın mal mukabili bo­şama yapması caizdir.

Sâbîninki batıldır (—geçersizdir.) Bunağın ve baygının hâli de sabinin hâli gibidir. Mebsût´ta da böyledir.

Câriye, mal mukabili boşandırılsa veya kocası bir şey karşılı­ğında boşasa; talâk vâki olur. O halde, cariye, o şey için muâhaze edilmez. Ancak, azad edildikten sonra muâhaze edilir.

Bir kadın, kocasında olan mehri mukabili, hastalığı ha­linde hulû´ edilse; iddeti içinde iken de ölse; onun mirasında ve mehrinde kocasının hakkı vardır. Mebsût´ta da böyledir.

Eğer kocası, kadının amcasının oğlu olur; kadın da kendisine cima´ yapılmış bulunur; akrabalık sebebiyle kadına varis olamaz­sa, (başka bir arabası olmak gibi) iddeti bilmeden de kadın Ölür­se; işte, o, zaman muhâlea bedeline ve yakınlık sebebiyle mirasın­daki hakkına bakılır. Eğer, boşama bedeli, mirası kadar veya on­dan a/, ise; kocaya muhâiea bedeli teslim edilir. Fakat, mîras his­sesi, muhâlea bedelinden fazla ise, diğer varislerin izni olmaksızın teslim edilmez.

Eğer kadm, kendine, cima´ yapılmayan bir kadınsa; nıehrin yansı duhûlden önceki boşama sebebiyle, kocasına teslim edilir.

Bir kadının, malına vâris durumunda bulunan iki amca oğlu olsa; onlardan birisi, bu kadım nikâhlasa ve ona cima´ yap­sa; sonra da, o kadını, mehri mukabili ölüm hastalığında boşasa; kadının da, o mehrinden başka hiç bir malı bulunmasa; iddeti bitmeden de bu kadın Ölse; mehre, her iki kardeş ortak olurlar.

Şayet kocası, o kadını, talâkı ric´i ile boşasa kadında iddeti bitmeden ölse; kadının mehrinin yarısj, —kocası olması münâse­betiyle— kocasına; geri kalan yarısı ise veraseti yönünden, kocası ile onun kardeşine —ortaklasa— ait olur. [14]

9- ZIHÂR

Zıhâr


Zıhâr : Bir kimsenin, kendi karısını veya onun rakabe-sini (—boynunu, ensesini) yahut nısf (= yarım), sülüs (= üçte bir) sibi, belirli bir uzvunu; kendisine, nikâhı nıüebbeden haram bulunan, bir kadına´ veya onun bakılması caiz olmayan bir uzvu­na teşbih etmesi (= benzetmesi) demektir.

Buradaki haramhğm, sıhriyet veya süt yönünden olması da müsavidir.

Benzeten şahsın i— müzahirin) karısının; hür, câriye, mükâtebe, müdebbcre, ümm-ü veled veya ehl-i kitap olması hal-leıi de müsavidir. Sirâcü´I - Velıhâc´da da böyledir. [15]

Zıhârın Şartı

Zihann meydana gelmesi için :

Kadının, zevce (—nikâhlı aile) olması gerekir.

Erkeğin ise : Keffâret ehli olması gerekir.

Zimmînin, sâbî C— çocuk) ve mecnûn 1= deli) gibi zıhâr´ı sahih olmaz. Fethu´I - Kadîr´de de böyledir.

Bir kadın, kendisinin emri olmadan, nikahlandıktan son­ra, ona zıhâr yapılsa; sonra da, kadın nikâha rıza gösterse; bu zı-hâr bâtıl (= geçersiz) olur.

Şayet, bir köle; müdebber veya mükâteb karısını zıhâr eylese, tu zıhârı sahih olur. Sîrâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, cima´ eylediği veya eylemediği cariyesini zıhâr tylese bu, zıhâr, sahih olmaz. Fethu´I-Kadîr´de de böyledir.

Keza, bir kimse; karısına, muvakkat haram olan, üç ta-<âk boşadığı karısına teşbih etse (= benzetse.) bu zıhâr, sahih olmaz. Muluyt´te de böyledir. [16]

Zıhârın Rüknü

Zıhânn Rüknü : Bir kimsenin, kendi karısına : «Sen, ba­na anamın sırtı gibisin.» demesi veya o makamda bir söz söyleme­sidir. Nihâye´de de böyledir.

Bir kimse karısına : «Senin başın bana anamın, sırtı gi­bidir; veya yüzün veya omuzun veya fercin fanamın sırtı gibidir) derse, bu zıhâr olur.

Keza, kansına : «Senin bedenin, bana anamın sırtı gibidir; veya dörtte birin veya yarın...» demesi veya buna benzer bir söz söylemesi, zıhâr olur. Bedâi´de de böyledir.

Bedenin tamamından sayılmayan, el ve ayak gibi bir par­ça söylendiği zaman, zıhâr sabit olmaz. Serahsî´nin Muhıytı´nde de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Senin sırt m anamın sırtı gibidir, vtya anamın karnı yibidir, veya anamın ferci gibidir, dese; bu zı-. hâi- olmaz. Cevhereîü´n - Niyyire´de de böyledir.

Şayet : ´(Sen, bana anamın dizkapağı gibisin.» derse, bu kıyasda, zıhâr olur. Ve şâ3´C( : «Uyluğun, anamın uyluğu gibidir." derse; bu da zıhâr olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karısının bir uzvunu, anasının, bakılması caiz olmayan bir uzvuna benzetse; bu durumda, yırtma benzetmiş gibi olur.

Keza, bir kimse, böyle, nikâhı ebediyyen haram olan bir kadına benzetse, (bacısı, amesi, (= halası) süt anası, süt bacısı gibi mahremlerine teşbih etse) zıhâr vaki olur. Cevheretü´n - Ney-yire´de de böyledir.

Bakılması helal olan şeye benzetirse (saç, yüz, baş, el ay­ak gibi) zıhâr olmaz Fetâvâyi Kadihân´da da böyledir.

Şayet, koca, karısına: Sen bana ananın sırtı gibisin, dese: zehretmiş dur. Bu kadına cima´ etmiş olması veya olmaması da müevidir.

Şayet, koca karısına: Kızın gibisin, demiş olsa; eğer kadına cima´ yapmışsa müzahir olur ve eğer cima´ yapmcmışsa müzahir elmaz. Sirâcü´I- Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse eğer karısını, babasının karısına veya oğlunun karısına benzetirse; babası veya oğlu karısına cima´ etsin veya et­mesin zıhâr olur.

Bir kimse, karısını, babasının veya oğlunun zina eylediği bir kadına benzetirse; İmam Ebû Yûsuf (R.A.). Bu zıhâr olur,» buyurmuştur sahih olan budur.

Bir kimse, karısını; zina etmiş bulunduğu, -karısının kı­zma veya anasına benzetse bu zıhâr olur. Zahiriyye´de de böy­ledir.

Bir kimse, şehvetle, yabancı bir kadını Öpsc veya şehvet­le cnun fercine baksa, sonrada, karısını o kadınm kızma benzet-se müzahir olmaz. Bu imam Ebü Hanife (R.A.)´ ya göre böyle­dir. Muhiyt´te de böyledir. [17]

Zıhâr´ın Hükmü :

Zıhâr´dan dolayı, cima´ haram olur ve keffâretin en yükse­ği lâzım gelir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, keffâretini vermeden, zıhâr eylediği karısına cima´ etse, keffâretten başka, istiğfar gerekir; başka bir şey lâzım gelmez.

Zıhâr yapan, keffâretini verene kadar, karışma dönemez, t ya­ni cima´ edemez.) Siçâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse karısını zıhâr ettikten sonra, onu talâkı bâin ile boşasa; sonra, bu kadım yeniden nikâhlasa zıhar keffâretini vermedikçe cima helâl olmaz. İstimta´ (= faydalanmak) da helâl olmaz.

Keza, bir kimse, câriye olan karısını zıhâr ettikten sonra, onu satın alsa ve ona sahip olduğu için nikâhı batıl olsa; keffâretsiz, cima´ caiz olmaz.

Keza, karısı hür olsa ve İslâm´dan irtidâd edip dâr-i harbe git­se ve orada esir edilse; biîâhare de kocası onu satın alsa; zıhar keffâretini vermedikçe, dma´ edemez.

Keza, bir kirnse, karısını zıhâr ettikten sonra, kendisi irtidâd eylese, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) Ve göre, keffâretsiz dönüş yapamaz.

Keza, bir kimse karısını üç talâk boşasa; onu bir başkası ni­kahladıktan sonra, önceki kocasına dönse; zıhâr keffâretini ver­meden, o kadına cima* helâl olmaz, Bedâi´de de böyledir.

Karı - koca, birlikte irtidat edip, sonra, tekrar İsâlm´a dön­seler, İmâm Bbû Hanîfe (R.A.)´ya göre, önceki zıhâr f zıhârdır. (Keffâret) verilmedikçe cima´ helâl olmaz.

Bunların tamam, ebedî ve mutlak zıhâr hakkındadır. Fa­kat, zıhâr muvakkat olur, (bir gün, bir ay, bir sene gibi beîli bir müddetle zıhar yapmak gibi...) ve koca, bu müddet içinde karısı na, yakın olursa, keffâret gerekir. Yakın olmaz ve o müddetde ta­mam olursa; keffâret düşer ve zıhâr bâtıl (—geçersiz) olur. Cev-heretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Karısını zıhar eden ( — müzahir), karısına cima etmek is­terse; kadın, kocasını kendisinden faydalanmaktan —keffâret ve­rinceye kadar— men edebilir. Fethu´I - Kadîr´de de böyledir.

Zıhâr yapan kimse keffâretini vermezse; durumu hâkime bildirilir. O, da, onu keffâreti verinceye veya kadını boşayıncaya kadar, hapseder. Zahîriyye´de de böyledir^

Koca, eğer : «Keffâreti yaptım.» derse, sözüne inanılır, ya­lanı bilinmediği müddetçe, bu böyledir. Nehrtıl - Fâık´ta da böyle­dir.

Şayet, bir koca, karısına : «Sen, bana anamın sırtı gibi­sin.» derse; zıhâr yapmış olur. îster niyyeti olsun; isterse, asla niy-yeti olmasın, müsavidir.

Ancak bu durumda, şerefine, makamına, talâkına veya yemine niyyet ederse; zıhâr olmaz.

Şayet koca : «Ben, geçmiş zamandan, haber vermek diledim.» demiş olsa; hükümde sözü tasdik edilmez. Diyanetçe ise kendisi ile Alîahu Teâlâ arasındadır.

Keza, koca : «Ben, senden müzahirim.» veya «Seni, zıhâr yap­tım.» derse, bu durumda, zûıava niyyet etsin veya etmesin, müzahir olur. Niyyeti ne olursa olsun, bu söz ancak zıhâr olur. Eğer : «Ma­ziden haber murad eyledim.» derse, bu sözü de yalan olur; hük­men doğrulanmaz. Diyânetençe, tasdik olunur. Ve yine :

Bir kimse, karısına : «Sen, bana anamın karnı, (veya uyluğu, veya terci) gibisin.» dese; bunların hepsi, «sen bana anamın sırtı »ibişin." demek gibidir. Bedâi´de ele böyledir.

Bir kimse, eğer ; «Sen, benden anamın sırtı gibisin,» veya «bynim yanımda, anamın sırtı gibisin.» Yahut benimle beraber, anamın sırtı gibisin.» dese; işte bunlar zıhâr; böyle diyen de mü­zahirdir. Cevheretü´n- Neyyire´de de böyledir.

Bir kimse; karısına : «Sen, anamsm.» dese; müzahir olmaz. Ancak, olan bu söz, has değildir; mekruhdur. «Kızmışın, bacımsın»" gibi... sözler de böyledir.

Şayet karısına : «Sen, bana anamın inişlisin veya anam gibi­sin.» der ve bununla, talaka niyyet ederse; karısı, hâin olur. Zıhâra niyyet etmişse, öyle olur; yâni zıhâr olur. Fethu´I - Kadîr´de de böy­ledir.

Eğer, bir niyyeti yoksa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, o sö­zü onun kerametine hamlederek bir şey lâzım olmaz. Câmiu´s Sa-ğîr´de de böyledir.

Sahih olan da, budur :

Eğer, haramlığa niyyet etmişse, bu durum hakkında, rivayetler değişiktir. Sahih olan, ekser indinde, zıhâr olduğudur

Bir kimse, karısına : «Sen, anam gibisin.» dese de; «Sen, bana anam gibisin.» demese, bir niyyetide olmasa, bu sözünden doîa}´i bir şey gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «Eğer, sana cima´ edersem; anamı cima´ etmiş olayım.» dese, ona bir şey lâzım olmaz. Gâyetü´s-Sü-rûcî´dc de böyledir.

Bir kimse, karısına ; «Sen, bana anam gibi haramsın.» de­se ve talâka veya zıhâra yahut îlâya (= yemine) niyyet etse, işte o, her neye niyyet etmişse, öyledir. Hiç bir şeye niyyeti yoksa, İmâm -Muhammed (R.AJ ´e göre zıhâr olur. Hassâf : «Ebû Hanîfe´nin mez­hebinde, sahih olan budur» buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bana anamın sırtı gibi, haram­sın.» dese ve talâka veya yemine niyyet eylese, onlar olmaz; ancak, zıhâr olur. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)ye göre böyledir. Diğer iki imâma göre ise, talâk vâki olur.

Eğer, bu şahıs haramlığa niyyet etmiş veya hiç niyyet etmemiş­se; bil-icma zıhâr olur.

Bir kimse, karısına : «Sen, bana babamın sırtı gibisin.» veya «bir yakîni» veya ch´ yabancının sırtı gibisin.» dese müzahir olmaz. Serahsî´nin Muhıya´nde de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, bana babamın veya oğlumun ferci gibisin.» dese, müzahir olur. İmâm Muhammed (R.A.)´e göre ise, bu kadın, kocasından müzâhare olmaz. Fetvada buna göredir. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.[18]

Zıhârın Şartı


Zıhârm şar,tı : Kocanın, keffâret ehli olmasıdır. Zımmînin, sabinin (= çocuğun), delinin zihân sahih değildir.

Bir kimse, zıhar eyler; sonra da delirir ve iyüeşirse; işte bu, zıhâr hükmündedir. Fethu´l - Kadîr´de de böyledir.

Zıhârm şartlarından birisi de, bunak, baygın, zehirlenmiş veya, uyuyan bir kimse olmamaktır. Bu gibi şahısların zıhârı sahih olmaz.

Latife ile yapılan zıhar da sahih olur. Kasden, isteyerek söylenirse, zıhâr sahih olur.

Zoraki söyleyenin, hatâ ile söyleyenin de —talâkı sahih oldu­ğu gibi— zıhârı da sahih olur.

Muhayyer bırakılanın da zihân sahih olur. Bedâi´de de böyle­dir.

Sarhoşun zihârı da, zihârdır.

Ahrazın (= dilsizin) yazı ile veya anlaşılır şekildeki işareti ile yaptığı zıhâr da, /ıhârdır. Talâkı da geçerlidir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

İslâm olmadan önce, bir mecûsî zıhâr yapmış olsa, zihân sahilidir. Çünkü, keffâret ehlidir. Bahm´r - Râık´ta da böyledir.

Zıhar, beynûneti C= ayrı durmayı) gerektirmez. Sayıda da noksanlık gerektirmez. Zaman uzasa bile böyledir. Tatarhâniy­ye´de de böyledir.

Küçük bir kızın; retkâ, karna olan kadınların; hayız ve ni-fash olanların mecnûne ve kendisine henüz cima´ yapılmamış olan kadınların zıhârı da sahih olur, Gâyetü´s - Sürûcî´de de böyledir.

Bir kimse, karısını, ric´i talâkla boşadıktaıı sonra, o kadı­nı, iddeti içinde zıhâr eylese;" zıhar sahih olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Üç talâk boşanmış kadın, zıhâr yapılmaz. Her ne kadar id-derinin içinde yapılsa bile sahih olmaz.

Hulû´ edilmiş kadın da zıhâr edilmez. Bedâi´de de böyledir.

Karısına zıhar yapmış olan bir kimse, zıhârm peşinden karısını, boşasa ona keffâret yoktur. Gıyâsiyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, yarın, veya o bir gün bana ana­mın sırtı gibisin.» dese; bu şahıs; bir defa zıhâr yapmış olur. Eğer : «Sen, bana, yarın ve yarından sonraki gün gelince anamın sırtı gi­bisin.» derse; bu iki zuhur olur. Şayet, bu gün yarından sonraki günün zıhârı için, keffâret yapsa, bu caiz olmaz! Muhiyt´te de böy­ledir.

Eğer «Senrbana, her gün anamın sırtı gibisin.» derse; işle o, bir zıharcbr; bir keffâretle iş biter.

Bir kimse, karısına : «Sen, bana her yeni günde anamın sırtı gibisin.» dese; her gün yenilendikçe, zıhâr da yenilenir. Bu gün geçince, o günün zıhârı da, bâtıl olur. Ve o adam, gelen gün için müzahir olur. Bu şahıs karısına, geceleyin yaklaşabilir; eğer o gün keffâret yapmışsa; o günün zıhârı bâtıl olur.

Bir kimse, karısına : »Her gün geldikçe, sen, bana anamın sırtı gibisin.» dese, o, gün gelince karısından müzahir olur. O gü­nün geçmesiyle, zıhârı sona ermez. Her yeni gün geldikçe, yeniden müzahir olur. O zıhâr ancak keffâretle, bâtıl olur. Camiu´I-Kebîr-dc de böyledir.

Müntekâ´da şöyle zikredilmiştir :

Bir kimse, karısına : «Ramazanın tamamında, Recebin tama mmda, sen bana anamın sırtı gibisin.» dese ve Recebfde keffâret yerine getirse; ondan Receb ayının zıharı düşer, tstihsanen, rama­zanında zıharı düşer. Eğer şaban ayında keffâreti yerine getirse, bu caiz olmaz.

Şayet bir kimse karısına : «Ebediyen, cuma günü, sen bana anamın sırtı gibisin» dedikten sonra, cumanın dışında, bir gün de keffâret eylese, caiz olmaz. Eğer cuma günü ederse, —bütün cu­malar jçin— caiz olur.

Bir adam karısından müzahir olduktan sonra, bir başka adam, kendi karışma : «Sen, bana, filan adamın karısı gibisin,» dese; işle o adam da, karısından müzahir olur. Muhıyt´te de böyle­dir.

Bir kimse, karısından müzahir olduktan sonra, başkası ona ortak olsa; veya karısına : «Sen, bana, bunun gibisin» dese ve zıhâra niyyet eylese, zıhâr sahih olur.

Sonraki koca, ilk kadın öldükten veya keffâreti yerine getiril­dikten sonra söylese, yine zıhâr zıhardir. Itâbiyye´de de böyledir.

Bir kimse, üçüncü katısına : «Seni şu ikinin zihârlarma or­tak eyledim.» dese, bu şahıs, üçüncü karısından, iki defa müzahir olur. Tezhîb´de de böyledir.

Bir kimse, karılarına : «Siz, bana, anamın sırtı gibisiniz.» dese, hepsinden de müzahir olur, Her biri için, ayrı ayrı keffâret gerekir. Kâfî´de de böyledir.

Bir kimse, karısını, bir mecliste defalarca zıhâr eylese ve­ya birçok mecliste ayrı ayn zıhâr eylese, her bir zıhâr için ayrı ayrı keffâret gerekir. Ancak, ilk zıharı ile niyyeti birse, o zaman tek keffâret kâfi olur, İsbîcâbî ve başkaları böyle söylemişlerdir.

«Bir meclisle, birçok meclis arasında fark var." denildi ise de, önceki söz mûtemeddir. Bahru´r - Râık´ta da böyledir.

Bir kimsenin karısını, şartlı zıhâr eylemesi sahih olur. Şöy­le ki :

«Eğer, sen eve girersen; (veya filanla konuşursanWink artık, sen bana anamın sırtı gibisin» dese; bu zıhar, zıhar olur. Bedâi´de de böyledir.

Bir kimse, yabancı bir kadına : «Seni, nikahlarsam; sen bana anamın sırlı gibisin.» dedikten sonra, o kadını nikâhÜasa, mü­zahir olur.

Şayet : «Seni nikahlarsam, ratık, sen boşsun ve seni ben nikah­larsam; sen bana anamın sırtı gibisin.» dedikten sonra, o kadını ni­kahlarsa, talâk ve zıhâr ikisi de vâki olur. Çünkü onların ikisi de, hil haidc vâki olmuşlardır.

Bir kimse, bir kadına : «Seni nikahlarsam,» sen, bana ana­mın sırtı gibisin ve boşsun." eledikten sonra, o kadını nikahlarsa; her ikiside lâzım olur : Yâni, hem zıhâr, hem de, talâk vâki olur.

Bir kimse, bir kadına : «Eğer, sene nikahlarsam; sen, boşsun ve sen bana anamın sırtı gibisin.» dedikten sonra, o kadım nikâh-lasa; talâk vâki oiur, /ıhar vâki olmaz. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, böyledir. Fetâvâyi Kâdihân´da da böyledir.

Bir kimse, yabancı bir kadına : «Sen eve girersen, bana, Lfnamın sırı gibisin.» dese; bu sahih olmaz. Hatta, o adam, aynı kadını nikâhlasa; o kadın da o eve girse; zıhâr olmaz. Bil icmâ, bu

beyledir.

Zıhar şarta bağlanır, sonra kadın bâin talâkla boşanır, sonra zıhar şartı yerini bulur; bu da, iddet içinde olursa, zıhâr, zı-hardır. Bedâi´de de böyledir.

Bir kimse karısına : «Aliah dilerse, sen bana anamın sırtı gibisin.» dese, bu zıhâr olmaz.

Fakat bu şahıs : «Sen, bana; Filân adam dilerse, anamın sırtı gibisin.» veya "Eğer, sen dilersen...» dese işte o, o mecliste, o şah­sın dilemesine bağlıdır. Eğer dilerse zıhâr, zıhâr olur. Fetâvâyi Kâ cîîhân´da da böyledir.

Bir kimse, karışma : «Eğer sana cima edersem; artık, sen bana anamın sırtı gibisin.» dese ; bu durumda, bu şahıs, yemin et­miş sayılır. Eğer, dört ay karışma yaklaşmazsa, kadın bâinen boş olur. Dört ay içinde, karısına yaklaşırsa, zıhâr lâzım gelir.

Eğer, yemin sebebiyle, kadın bâin olduktan sonra, yeniden nikârlarsa ve kadına yaklaşırsa, yine bu şahıs, müzahirdir, Zıhâr keffareti gerekir. Mebsût´ta da böyledir. [19]

10- KEFFÂRET-İ ZIHÂR

Keffâret : Zıhâr yapan kimsenin, zıhârdan sonra, aynı ka­rısına cima yapmak istediğinde, üzerine îâzım olan şeydir.

Bu şahıs, zıhâr sebebiyle, karısının haram olmasına razı olur ve ona yaklaşmak istemezse., keffâret lâzım, olmaz. Fakat, yaklaş­mak isterse, keffâret vacip olur. Bunun yerine getirmeye cebr olu­nur.

Şayet, bundan sonra, cima´ etmek istemezse, keffâret sakıt olur (— düşer).

Bu azimden sonra, kan kocadan birisi ölürse, keffâret yine dü­şer. Yenâbî´de de böyledir.

Zıhar Keffâreti : Tam bir köle azâd etmek ve bunu keffâ­ret niyyetiyle yapmaktır. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Köle hususunda, kölenin müslüman, kâfir, erkek, kadın, küçük ve büyük olması müsavidir. Nikâye´de de böyledir.

Bir kimse, keffâret için, önce yarım köle azâd edip, cima´ etmeden Önce yarım köle daha azâd etse; bu caiz olur.

Eğer, bunu cima´dan sonra yaparsa; İmâm Ebû Hanife (R.A.)´ ye göre, caiz olmaz.

İki kişi arasında ortak olan bir kölenin, sahiplerinden bi­risi, keffareti için, kendi hissesini azâd etse, İmâm Ebû Hanîfe (R. A.) ye göre, bu caiz olmaz. İster zengin, ister fakir olsun, bu böy­ledir.

Bir kimse, keffârete niyyet etmeksizin, kölesini azâd etse; veya köleyi azâd ettikten sonra keffârete niyet etse; bu caiz olmaz. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, başka birisiyle orak olduğu, iki köledeki yarım hisselerini; â^âd eylese, bu da caiz oîmaz. Mebsût´ta da böyledir.

Sağır olan bir köleyi, zıhâr, keffâreti için, azâd etmek caiz­dir. Ancak, bu .kölenin az bir şey duyabilmesi gerekir. Şayet, hiç duymuyorsa, bu caiz olmaz. Muhtar olan görüş, budur. Gâyetül -Beyân´da da böyledir.

Keffâret için, ahras´(= dilsiz) köleyi azâd etmek caiz de­ğildir.

Menfaata mâni olmadığı vakit, bir gözü kör veya bir eli yok veya bir eli ile ayağı çaprazvâri kesik, olan köleleri kefaret için azf.d eylemek caizdir. Fakat çaprama/Jama olmayan, her ikiside bir tarafta bir eli ve ayağı kesik olan, köleyi azâd etmek, caiz değildir.

Hidâye, de de böyledir.

Menfaat ölmüş olduğu için elleri, çolak köleyide, keffâret için azâd etmek caiz değildir. Mebsüf ta da böyledir.

Zekeri kesik olan köleyi; azâd caiz olur.

İki gözü kör olanı, iki eli kesik olanı, iki ayağı kesik bulunanı, azâd, keffâret için caiz olmaz

Müdebberi, ümm-i veledi, (çünkü, bunun ikisi bir yönden hürdürler) mükâtep olanı, (eğer bedelinden bir kısmını ödemişse) caiz olmaz. Hiç; bir şey Ödemcmişse olur. Kâfî´dc de böyledir.

Eğer köle, kitabet ebedelini ödemeden âciz olur; sonrada adam onu azâd ederse; gerçekten, o caiz olur. İsterse, daha Ünce bedelliden, bir kısmım ödemiş olsun, isterse hiç bir şey ödememiş clsun müsavidir. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.

Enenmiş köleyi ve kulakları kesilmiş köleyi, bize göre, keffâret için azâd etmek caiz olur.

Her iki elinin başparmaklanda kesik olan köleyi, veya her elinden üç parmağı kesik olan köleyi, azâd etmek caiz olmaz. Nihâ-ye´de de böyledir,

Her elden, başparmak hariç, iki parmağı kesik olanı, ye­mekten aciz oİan dişsizleri, azâd eylemek caiz, olur. Fethu´I-Ka-dîr´dc de böyledir.

Ratkâ, karna, amsâ, bersâ, remdâ, hünsâ ve burnu kesik köleyi azâd —eylemek keffâret için— caizdir.

Aşvâ, mahrûme ve anîn planlan da azâd etmek caizdir.

(Ratkâ — Fercinin ağzında cima´ya mâni bir bez bulunan ka­dındır. Karna = Fercinde boynuza benzer kemik bulunan kadındır. Amşâ = gözleri zayıf gören kadın; Bersâ = Alaca hastalığı olan ka­dın; Remdâ = gözü ağrılı kadın. Hünsâ = Erkekliği dişiliği biline­meyen; Aşvâ = Gece gözü görmeyen kadın, Mahrûme — Burun de-" likîeri bitişmiş olan. Anîn = cima´ yapmaktan âciz olandır.)

Kaşları dökülmüş, sakal kılları olmayan ve yine yemek yi­yebilecek kadar dudakları kesilmiş olan köleleri keffâret için azâd etmek caizdir.

Deli ve bunak olanları azad etmek caiz değildir. Cinnet getir­miş sonra da iyileşmiş olan köleyi azâd etmede caizdir. Bu, ifakat . halinde olursa böyledir.

Ölecek kadar, hasta olanı azâd eimek ´caiz değildir. Eğer iyi­leşmesi ümid ediliyorsa caizdir.

Mürted olan köleyi azâd, bazılarına göre caiz; bazılarına göre ise, caiz değildir, mürtedde (= dininden dönmüş kadın) ihtilafsız caizdir. Muhıyjt´te de böyledir.

İbrahim´in, İmâm Muhammed (R.A.) den rivayet ettiğine göre, O, şöyle buyurmuş :

Bir kimse, kanı helâl olan, bir köleyi azâd etse ve sonra da, o köle affedilse, bu caiz olmaz. Nihâye´de de böyledir.

İmâm Kerhî, Muhtasar´da şöyle zikredmiştir :

Bir kimse, zıhardan bedel kanı helâl olan bir köleyi azad eyîese caizdir. Mebsût´ta da böyledir.

Sağ olduğu biliniyorsa, kaçan köleyi azâd etmek caizdir. Muhiyt´te de bö3´ledir.

Aciz yaşlıyı, haber alınamayan gaibi azâd etmek caiz ol­maz. Gâyetü´s - Sürûcî´de de böyledir.

Keffâret´den bedel, süt emen çocuğu azâd etmek caizdir. Şâj´ct cariyenin, karnında olan çocuğu azâd ederse; bu keffâret ola­rak caiz olmaz. Sirâcü´l - Vehhâc´de de böyledir.

Felçliyi azâd etmek caiz olmaz. (Çünkü, onun yarısı kurumuş­tur.)

Oturak köleyi de azad etmek caiz olmaz.

Bir kimse, keffâretinden dolayı, hasta olan kölesini azâd ey leşe; eğer, köle o hastahkdaıı ölürse, caiz olmaz; iyileşirse, caiz olur. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Dâr-i harb´de, harbî olan bir köleyi zıhâr keffâreti olarak azâd eylese caiz olmaz. Eğer dâr-i İslâm´da azâd ederse, bu caiz olur. Mebsût Şerhinde de böyledir.

Bir kimse, gasp olunan bir köleyi, keffaret-i zıhâr için, azâd eylese, bu, ona vâsıl olduğu zaman, bu caiz o!ur. Şayet, gasbeden adanı, onun, o köleyi kendisine bağışladığını iddia ederse, o vakit, keffâreti için onu azâd etmesi caiz olmaz. Baîıru´Y - Râik´la da böy­ledir.

Bir kimse başkasının keffâreti için, onun emri olmadan, kendi kölesini azâd eylese; bu caiz olmaz. Bil - ittifak böyledi´r. Azâd edenin, azadı vâki olur. Eğer, o şahıs, emreder : «Benim yeri­me, köleni azâd eyle." der; fakat, bedel söylemez ve o da azâd eder­se; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, itk vâki olur.

Eğer : «Bin dirhem karşılığı, benim için azâd eyle.» der ve o da, azâd ederse; emreden ıtk etmiş olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, birini vekil tâyin etse ve ona babasını satın alıp; bir ay sonra, onu keffâreti zihârı için azâd eylemesini söyle­se; o da öyle yapsa, emredenin zıhâr keffâreti câtz olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimseye, iki zıhâr keffâreti, vacip olsa; o şahıs da iki köle azâd etse, fakat onlardan birisini, bizzat niyyet etmese; ikisi de, caiz olur.

Keza, dört ay, oruç tutar veya yüzyirmi fakire yemek yedirirse, caiz oh.tr.

Şayet, iki keffâıvt için, bir köle azâd eyler, veya iki ay oruç tu I arsa işte bu o iki kcfl´aretten hangisi için isterse; öyle olur.

Eğer bunu zıhar ve kati keffâreti olduğu zaman yaparsa ca­iz olmaz. Hidâye´de de böyledir.

Bu, köle mü´min olduğu takdirdedir. Eğer, köle kâfir ise zıhâr keffâreti sahih olur. Fethu´I - Kadîr´de de böyledir.

Bir kimse, dört karısını da, zıhâr eylese, sonra da, bir kö­le azâd eylese başka kölesi de olmasa sonra, dört ay oruç tutsa ar­ka arkaya, sonra hastaîansa da, altmış fakiri doyursa ve hiç birisi­ni de bizzat niyyet eylemese; istihsânen dördü içinde caiz olur.

Müzahirden, karısı bâin olarak boş olsa; sonra da adam, ondan bedel keffâret yapsa; o kadın da ya bir adamın nikâhı al­tında olsa veya irtidâd edip; dâr-ı harbe gitse keffâret caiz olur.

Allah´a sığınırız, eğer adam irtidat etse; sonra da zıhâr keffâ-retinden dolayı, bir köle azâd etse, bilâhare nıüslüman olsa, keffâ­reti caiz olur. Esahh olan da, budur. Mebsût Şerhî´nde de böyle­dir.

Bir kimse, bir köleye : «Eğer seni satın alırsam; sen hür­sün.» dedikten sonra, onu satm alsa ve zıhâr keffâretine de niyyet eylese; keffâret-i zıhâr, caiz olmaz. Şayet, daha önce niyyet etmiş olsaydı, caiz olurdu.

Eğer, bir köleye : «Seni satın alırsam; keffâreti yeminim için, s^n hürsün.» dedikten sonra, o köleyi, keffâret-i zıhâr niyyetiiT-satın alsa; bu zıharı için caiz olmaz. Keza, eğer : «Seni satın alır­sam; hürsün.» dedikten sonra, «Seni satın alırsam; zihârımdan do­layı hürsün.» dese ve sonra da, onu satm alsa, ıtk vâki olur. Buna göre, «Eğer şu köleyi satm alırsam; işte o, zıhâr keffâretim için hürdür.» sonra da «Eğer satm alırsam, keffâret-i yeminim için hür­dür.» sonra da, o köleyi satın alsa, işte o, zıhar keffâreti için hür olur.

Keza : «Eğer, onu satın alırsam; filâne karımın zıhârı için hürdür.» dedikten sonra, diğer karısı için, öyle söylerse, ve bilâhare o köleyi satm alsa, önceki kadının zıhârı için, hür olur. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, zıhâr eylediğini sandığı karısından dolayı, kef­fâret yapsa; sonra da zihânn başka karısı için olduğu anlaşılsa kef­fâret caiz olmuş olmaz. Itâbiyye´de de böyledir.

Zıhar yapan adam, azâd edecek köle bulamazsa bu durum­da, onun keffâreti, iki ay arka arkaya oruç tutmakdır. O, iki ayın içine, Ramazan, Ramazan bayramı, Kurban bayramı ve teşrik gün­leri girmez. Gâyetü´I-Beyân´da da böyledir.

Bir kimse, kendisinden zıhâr eylediği karısına, unutarak gündüz; kasden, gece cima´ ederse; bu şahıs, İmâm Ebû Hanîfe (R. A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, orucuna yeniden başlar.

Eğer, gündüz, kasden cima´ ederse, o takdirde, bil-icm-a orcu-na yeniden başlar. Tahâvî Şerhî´nde de böyledir .

Bir kimse, zıhâr eylediği kadından maada, karısı ile cima´ eylese, eğer o cima´sı, tuttuğu orcünu ifsâd ederse (= bozarsa) bil-ittifak, keffâret orcuna yeniden başlamak lâzım olur. Eğer, orcunu ifsad eylemezse, (Şöyle ki : Cima´ unutularak gündüz veya gece ya­pılmış olsa.) o zaman bil-ittifak, oruca yeniden başlamak gerek­mez; oiucuna devanı eyler. Gâyetü´I-Beyân´da da böyledir.

Zıhar için, oruç keffâreti yapan kimse, hastalık veya yol­culuk sebebiyle bir gün iftar eylese; o şahıs, oruca, yeniden başlar.

Keza, bir kimse keffâret orucu (tutarken fıtır bayramı veya kur­ban bayramı, veya teşrik günleri gelse, o şahıs; oruca yeniden baş­lar. Şayet, o günlerde, iftar etmez; oruç tutarsa, yine, de keffâretini yeniler. Oruca, yeniden başlar Cevheretü´n - Meyyire´de de böyle­dir.

Zıhâr yapan kimsenin hilâl ile iki ay oruç utması her ne kadar, aylar yirmi dokuzar gün olsa bile, caizdir. Eğer, hilâ´siz ola­rak başlar, sonra da, elli dokuz gün tamam olunca iftar ederse, kef-fereti yeni baştan tutar. Eğer, onbeş gün tutar; sonra da, hilâlle bir ay tutar ve o ayda yirmi dokuz gün olur ve sonra onbeş gün da­ha tutarsa; bu İmâmeyn´in kavline göre, caiz olur. Fakat, İmâm Ebû Hanife (R.A.)´ye göre, caiz olmaz. Mebsût´ta da böyledir.

Şa´ban ayı ile birlikte Ramazan ayını, yolculukta tutan bir kimse zıhâr keffâretine niyyetle, böyle yapsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´nin kavline göre, caiz olur. Taltarhâniyye de de böyledir.

Keffâret orucu tutan kimse, unutarak iftar eylese; bir şey gerekmez. Nihâye´de de böyledir.

Bir kimse, arka arkaya iki ay oruç tuttuktan sonra, köle azâd etmeye gücü hâsıl olsa; bu güçde keffâret, orucunun son günü, güneş batmadan önce meydana gelse, oruçları tatavvu (= nafile) olur. Köle azâd etmesi gerekir. Efdal olanı, o gününün orucunu da tamamlamasıdir. Şayet tamamlamaz da iftar ederse; bize göre, ka­zası gerekmez.

Eğer köle azâd etmeye, gücü, orucun son günü güneş battıktan sonra, hâsıl olursa keffâreti sahih olur. Tahâvî Şerhî´nde de böy­ledir.

Keffâret yapanın, zengin veya fakirliğine itibar, keffârei zamamnadir. Yoksa, zıhâr vaktine değildir. Hatta, bir kimse, zen­gin olduğu halde, müzahir; keffâret vaktinde ise fakir olsa; keffâreti için, oruç tutması caiz olur.

Eğer bunun aksine olur; meselâ : Zıhâr vakti fakir, keffâret vakti zengin olursa, oruç (tutması caiz olmaz. Köle azadı gerekir. Siracü´I - Vehhâc´da da böyledir.

Bir köleye sahib olan kimsenin —keffâret olarak— onu azâd etmesi lâzımdır. Ona ihtiyacı olsa bile, yine böyledir, Nakid para ile köle satın, almaya gücü varsa, alıp azâd eder. Eve, ev eşyasına . itibar yoktur.

Şayet, setr-i avret yapacak kadar elbisesi yoksa; o zaman önce, elbise alır. Şu halde, itibar zaruri ihtiyaçtan fazla olanıdır. Muhıyt´ te de böyledir.

Hak üzerinde, alacağı olan fakir, bir kimsenin, borçlular­dan alacağını almaya,- gücü yetmezse; keffârel için oruç tutar. Eğer gücü yeterse, oruç tutması caiz olmaz.

Malı olduğu halde, —karşılığında— borcu da bulunan kimse­nin de keffâret için, oruç tutması caiz olur. Bahru´r - Râık´ta da böyledir.

Mukâfebe olsa bile, köle için, oruç tutmak vardır. Şayet, o kö­lenin eiendisi, onun keffareti için, köle azâd etse veya altmış fakire yemek yedirse; —kölenin isteğiyle bile olsa— bu caiz olmaz. Neh-ru´l - Fâık´ta da böyledir.

Fakir bunun hilaf madır. Onun için, bir başkasının köle azâd etmesi veya yemek yedirmesi caizdir. Bedâi´dc tle böyledir.

Bir kimse, keffâretten önce bir köle azâd eylese; sonra da, mal sahibi olsa, keffareti için, köle âzâdı gerekir. Mebsût´ta da böyledir.

Bir köleyi, efendisinin, zıhâr keffâretinden men etme hak­kı yoktur. Nehrıı´l - Fâık´ta da böyledir .

Nezir orucu ve keffâret-i yemin orucu, bunun hilâfınadır. Efendisi, kölesini, bu oruçları tutmaktan —isterse— men edebi­lir. Bedâide de böyledir.

Kölenin keffâret orucu da arka arkaya iki ay olarak tak­dir edilmiştir. Tebyin´de de böyledir.

Serahsî´nin Mebsût Şerhi´nde şöyle zikredilmiştir :

îki ay, oruç tutmaya gücü yetmeyen müzahir, altmış fakiri do­yurur. Sİrâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Yemek yeme, hususunda fakir ile miskin müsavidir. Bah­ru´r - Râık´ta da böyedir.

Bu Keffâret bedelini, zekât malının verilmesi caiz olmayan kimselere vermek, caiz olmaz.

Yalnız, bundan, zimmet ehlinin fakirlerine de verilebilir. Bu İmâmeyıi´e göre böyledir. Bize göre, İslâm fakirleri daha üstündür. Harp ehlinin fakirlerine, her ne kadar bizim yurdumuzda güvence nKında olsalar bile verilmez. Mebsût Şerhi´nde de böyledir.

Bir kimse, araştırma neticesi, keffâret bedelini, bir şahsa verse ve sonradan onun ehil olmadığı anlaşılsa, İmâm Ebû Hanife (R.A) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre bu caizdir. Bahru´r - Râ-

ık´ta da böyledir.

Bir kimse, zıhâr keffâreti için, bîr başkasını yemek yedir­mekle görevlendirse, o da Öyle yapsa, caizdir. Bu takdirde, memur, âmire müracaat edemez. Zâhir-i Rivâye de bu böyledir. Hibe, borç uhna ihtimali olmasından şüphe etmemek için, müracâat etmez. Kâfide de böyledir.

Eğer âmir : «Bana müracaat eyle.» derse; memur da mü­racâat eder. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Eğer memur, âmirin emri olmadan, sadaka verse, bu caiz olmaz. Mebsût Şerhi´nde de böyledir.

Her Fakire buğdaydan yarım sa´ arpa ve hurmadan bir sa´ veya bunların kıymetleri verilir. Kâfî´de de böyledir.

Buğdayın unu da, kavrulmuşu da, aynıdır. İtibar, yarım sa´ olmasıdır. (Yani, beşyüz yirmi dirhemİik bir ölçekdir.) Arpa unu ve kavrulmuşu da bir sa´ dır. Cevhereitü´n - Neyyire´de de böyledir.

Bir kimse, taze hurmadan, yarım Ölçek verse, onun kıyme­ti de, yarı it ölçek buğdaya müsavi olsa, bu caiz olmaz.

Keza, buğdaydan yarım sa1 dan noksan buğday verse de, cnun kıymeti, bir sa´ hurmaya bedel oîsa, yine caiz olmaz.

Bunda aslolan : Her cins, kendisine has kılınan halde olmalı­dır. İtibar, kıymetine değildir.

Bir kimse, kıymeti iki batman buğday yerine, üç batman darı verse caiz olur. Fakat buğdayı, darı yerine verse, bu caiz ol­maz. Muhiyt´te de böyledir.

Bir kimse, zıhâr keffâreti için, bir fakire altmış gün, —her gün yarım sa1— buğday verse; bu caiz olur. Sirâciyye´de de böyle­dir.

Bir kimse, bir fakire, keffâret bedelinin tamamını bir gün­de verse; bu caiz olmaz. Ancak, bu bir günlük iş için caiz olur. Bu, verdiğini, bir defada verirse böyledir.

«Aynı, günde ayrı ayrı defalarda verirse, caiz olur.» diyenler de olmuştur. «Olmaz.» diyenlerde olmuştur. Sahih olan olmaması­dır. Tebyîn´de de böyledir.

Bir kimse, otuz fukaraya, her birine birer sa´ buğday ver­se; bu caiz olmaz. Ancak, otuz fukaraya, vermiş olur : otuz fukara­ya daha vermesi gerekir.

Her fakire, yarım sa´ buğday verilir. Sircü´I - Vehhâc´da da böy­ledir.

Bir kimse, altmış fakirin her birine, buğdaydan bir müd = (ölçeğin dörtte biri) verse; bu caiz olmaz. Ancak, ayni fakirlere, birer müd buğday daha verirse, caiz olur. Şayet, aynı fakirleri bu-lamasa ve başka altmış fakire birer müd buğday daha verse, kef­fâreti caiz olmaz. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, mükâteblere, birer müd buğday verse; sonra da onlar, o buğdayı kendi bedelleri için zengin olan efendilerine verseler; onlar da, tekrar onlara geri verseler, bu caiz olmaz. Bah-ru´r - Râık´ta da böyledir.

Bir kimse, iki kadın, zıhârına keffâret olsun diye, altmış fakire birer ölçek buğday verse; İmâm Ebû Hanife ve Ebû Vûsuf (R.A.)´a göre bu caiz olmaz. Ancak, bir zıhâr keffâreti olarak caiz olur. Kâfî´de de böyledir.

Şayet, yanm ölçek, bir keffâret için verir; arkasından ya­rım ö;çek de, diğer keffâret için verirse; bil-ifctifâk caiz olur. Gâyetü´l - Beyân´da da böyledir.

Bir kimsenin üzerinde, ayrı cinsten iki keffâret bulunsa yukardaki şekilde vermesi, her iki keffâret için ide, bil-iemâ caiz clur

Bir kimse, yarını köle azâd eylese; bir ay da, oruç tutsa veya otuz fakir doyursa, keffâreti caiz olmaz. Tahâvî Şerhi´nde de , böyledir.

Eğer, fakirleri, sabah ve akşam doyurursa; az ile de doysa-lar, çok ile de doysalar, keffâret caiz olur. Nİhâye´de de böyledir.

Fakirleri, iki sabah veya iki akşam yedirse bu da caizdir.

Keza, onlara, bir sabah, bir sahur veya ayrı ayrı iki sahur ye­meği yedirse, caizdir. Bahru´r - Râık´ta da böyledir.

En muvafık ve en âdil olanı, sabah ve akşam yedirmekdir. Gâyetül - Beyân´da da böyledir.

Bir kimse, altmış fukarayı, sabah doyursa; başka altmış fukarayı da, akşam doyursa, bu caiz olmaz. Ancak, onlardan her hangi bir takımı, hem sabah, hem de akşam, doyurursa, bu caiz olur. Tebyîn´de de böyledir.

Müstehap olan ; Sabah ve akşam ekmek ve katık bulun­masıdır. Nİkâye Şerhi´nde de böyledir.

Buğday ekmeği hariç, arpa ve mısır ekmeğinin yanında elbette bir katık bulunması, doymanın temini için behemehal lâ­zımdır.

Şayet yemek yiyenlerin arasında sabî (=-çocuk) varsa, bu caiz olmaz. Karnı tok olanlar olursa, yine caiz olmaz. Tebyîn´de de böy­ledir.

Emsalleri işçilik yapan, gençlerin bulunması caizdir. Mu-hıyt´te de böyledir.

Şayet, bir fakire, altmış gün, sabah-akşam yemek yedirir-se, keffâreti caiz olur.

Fakat, yüzyirmi fakiri, bir defa, doyurursa; onlardan altmışı­nı, ayrı bir defa daha doyurması lâzımdır. Sürcâcül - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, sabah yedirse; akşamın da, bedelini verse; ve­ya, akşam yedirse de; sabah yemeğinin bedelini verse; keffâreti caiz olur.

Bakkâü´de şöyle zikredilmiştir :

Bir kimse, sabah yedirse ve bir müddet buğday verse; bunda iki rivayet vardır. fOlur veya olmaz) Muluyt´te de böyledir.

Keffâret yemeğini, zıhâr edilen kadına yaklaşmadan,-yedir­melidir. Eğer, bu arada yaklaşırsa; yemeği yenilemek de gerekmez. (Meselâ : Bir kimse, müzahir olup; zıhâr keffâreti için de, altmış fakire akşam yemeğini yedirse ve o gece, karısına cima´ eylese; ye­dirdiği akşam yemeğini yeniden yedirmesi gerekmez. Ayni fakirleri, sabah yemeğinde de doyurursa, keffâreti yerine gelmiş olur. Bu meyanda da istiğfar yapması icabeder. [20]

11- LİÂN

Liân


Bize göre Hân : İki taraf dan, koca hakkında hadd-i kazf makamına (= yerine) kadın hakkında ise, hadd-i zina makamına (eyerine) geçecek, lanete, Öfkeye yakın olan yeminlerle kuvvet­lenmiş şehâdettir. Kâfî´de de böyledir,

Bir kimse, karısına : «zina eyledi.» diye, def´larca iftira eylediği /aman, ona bir defa liân gerekir. MebsûL´ta da böyledir.

Umumun görüşü, kan-koca aıasında lânetleşme, gerçek­len bir defa yapılır. Câmiu´l - Kebîr Şerhi´nde de böyledir.

Bu hususda, affetmek, vazgeçmek, sulh olmak yoktur.

Eğer, kadın, kocasını, murafaadan önce affeder veya onunla mal mukabili sulh olup anlaşırsa; bu sahih olmaz. Kadın, sulh be­delini kocasına iade eder. Kadının, bundan sonra, liân talebinde bulunma hakkı vardır, Bu hakka dâir, niyabet caiz olmaz. Hatta karı-kocadan birisi, liân için, bir vekil tâyin eylese, bu vekillik sa­hih olmaz. Fakat; isbat için vekil tâyini, İmâm Ebû Hanife (R.AJ ve İmâm Muhammed (R.A.) göre caizdir. Bedâi´de de böyledir. [21]

Liânın Sebebi :


Liân´ın sebebi : Kocanın, karışma, başkaları ile haddi gerek­tiren şekilde, zina eyledi; diye iftira eylemesidir. Bu takdirde, ka-rı-koca arasında lânetleşme gerekir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böy­ledir.

Bir adam, karısına : «Ey zina eyleyen t» veya «Sen, zina ey-ledin.» yahut «Ben, senin zina yaptığını gördüm.» dediği zaman, ena liân vâcib olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse karısına, zina ile iftira ederse; kadın da bu, if­tira sebebiyle had olunmayan bir kadınsa, aralarında liân cereyan etmez.

Şöyle ki : Kadın şüphe ile cima olunmuş, veya bundan Önce zina eylediği insanlar arasında açığa çıkmış, veya babası bilinmeyen bir çocuğu olan bir kadın olur. Gâyetü´l - Beyân´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, haram olan cima´ ile cima olun­dun.» veya «Ben, seni haram oîarak cima´ eyledim.» dese; l*ân ve hadd gerekmez.

Eğer, iftira lut kavminin ameli ile, olursa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre: Karı-koca arasında üân ve hadd gerekmez, İmâ-meyn´e göre gerekir. Bedâi´de de böyledir. [22]

Liânın Şartı :


Liâmn şart/: Liân yapacakların, karı-koca olmalarıdır. Ayrıca aralarındaki nikâhın sahih olması gerekir. İster, cima´olsun; ister, olmasın, fark etmez.

Hatta, Önce iftira edip, sonra da boşasa, (üç talâk olsun veya hâin talâk olsun) hadde, liân da, gerekmez. Kczâ, eğer nikâh fâsid-sc, liân gerekmez. Çünkü, o mutlak karısı değildir. Gâyetü´l - Beyân1 da da böyledir.

Bir kimse, boşadığı kadını tekrar nikâhlasa, kadın da ön­ceki iftiranın cezasını istese; artık, onun için hadd ve Jiân yoktur. Sirâcül´ - Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, karısını, ric´î talâkla boşasa; Hân´ı düşürmez. Zahîriyye´de de böyledir.

Bir kimse karısını, bâin talâkla veya üç talâkla boşadıktan sonra, ona iftira etse; aralarında, zevciyet olmadığı için, liân gerek­mez,

Şayet, rıc´î talâkla boşar; sonra da, kazfederse; Hân lâzım olur. Karısı öldükten sonra, iftira eden kimseye de, bize göre lânetleşme yoktur. Bedâi´de de böyledir. [23]

Liânın Ehli


Liân´in ehli : Bize göre, şehâdete ehil olmaktır. Hatta; liân, karr-koca arasında, daha önce iftiradan dolayı hadd yapilmışlarsa veya birisine hadd yapılmışsa, yahut her ikisi de köle iseler, veya birisi köleyse; yahut ildsi de kâfir iseler; veya birisi kâfir ise; veya birisi kâfir ise; veya ikiside ahras iseler; veya birisi ahras ise, veya ikiside sabî iseler, veya birisi sabi ise veya ikiside deli iseler, veya birisi deli,ise, bu durumda olanlara hadd ve ilân yoktur. Bunlar­dan başkaları için, hadd ve lian vardır. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, bir adama, iftira eylesede kendisine hadd yapıl­sa, sonra da karısına iftirada bulunsa, onun üzerine liân yoktur, Mebsût´ta da böyledir.

Karı-koca ikisi de fasık veya gözleri kör olsalar, liân lâzım olur. Çünkü, bu halde şehâdete ehildirler.

Sağır bir adam, karısına iftira ederse; liân gerekir Itâbiy-ye´de de böyledir.

Şehâdet mânâsı için, liân ne zaman düşer Bakılır : Eğer, koca tarafından ise, ona hadd lâzım olur. Eğer, karısı tarafından ise, ona hadde liân da yoktur. Tahâvî Şerh*´de de böyledir.

Şayet, karı koca, ikisi de, kazf haddi görmüşlerse; işte o /.aman, hadd, erkeğe yapılır. Hidâye´de de böyledir.

Koca köle; kadın da, hadd yapılmış birisi olduğu zaman, kocası, karısına zina iftirası yaparsa; kazf haddi yapılır. Eğer, ka­dın, zina yaptığım ikrar ederse, o zaman liâna ehil olmaktan çıkar. Mebsûl´la da böyledir. [24]

Liânın Hükmü :


Liân´ın hükmü : Cima´nın ve öpmek sıkmak gibi, kadından faydalanmanın haram olmasıdır.

Fakat, Hân sebebiyle, bizzat ayrılık hâsıl olmaz.

Hatta, bir kimse karışım o halde iken, bâin talâkla boşasa, ta­lâk vâki olur.

Keza, şayet erkek kendisini yalanlarsa; nikâhı lâ/.ciemcdcn, cima1 helâl olur. NUıâye´de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhamıned IR.A), şöyle buyurmuşlardır :

«Liân sebebiyle, nâinen boşanma gibi, ayrılık vâki olur. Nikâh mülkiyeti gider ve birleşme hürmeti sabit olur. Liân halinde, zevci­yet devam etmez». Bedâi´de de böyledir.

Liânm istenilmesi şarttır. Eğer, erkek ondan kaçınırsa, hâ­kim onu \ü\n yapana kadar veya kendini yalancı tanıtana kadar habseder. Hidâye´de de böyledir.

Lâ netleşirken, kadına da liân gerekir. Eğer, kadın razı ol­mazsa hâkim onu, lânetleşene veya kocasını doğrulayana kadar hab-seder. Hidâye´de de böyledir.

Kadın için, efdâl olan, husûmeti (— düşmanlığı) ve liân isteğini terk etmesidir. Eğer terketmezse, hakime dava açması gü­zel olur. Hakim de, Önce ona, vazgeçmesini söyler ve ona : «Bırak bu işi, vazgeç bundan» der. Eğer, kadın terkeder vaz geçerse; ne âlâ... Bundan sonra kadın yeniden dava ederse; buna da hakkı var´ dır. Bedâi´de de böyledir. [25]

Liân Nasıl Yapılır :


Liânın sıfatı : Hâkim önce, kocaya, dört defa şehâdet yaptınr.

Koca, her defasında : Eşhedü billah... ( = Âllaha şahadet ede­rim ki, hakîkaten ben, doğru söyleyenlerdenim. Kadına zina eyledi diye söz atmamda sadıkıın.» der. Ve beşincide : «Kanma, zina et­ti; diye, söz alttığımda eğer, o adam (koca, kendisi) yalancılardan-sa, Allah´ın laneti onun üzerine olsun» der. Bu sözlerinin hepsinde de, karısına işaret eder.

Sonra, kadın da dört sefer Eşhedü billâh (== Allah´a şehâdet ederim ki, kocam buna zina ile (söz) atmasında, yalancıdır.» der-Beşincide : «Allah´ın gazabı, onun (kadının kendisinin) üzerine olsun. Eğer, kocam, bana, zina sözünü atmasında doğru söyleyen­lerden ise.» der. Ve, kadın da, şehadetlerin hepsinde, kocasına işa­ret eder. Hidâye´de de böyledir.

Liân esnasında, ayağa kalkmak şart değildir. Ancak, böy­le yapmak mensup olur. Bedâi´de. de böyledir.

Bize göre liân, şehâdet lafzı üzerine yapılır. Hatta, bir kimse : «Ben, Allah´a yemin ediyorum ki, gerçekden doğru söyleyen­lerdenim.» dese liân sahih olmaz. Sirficü´j - Vehhâc´da da böyledir.

Karı - koca, lânetieştikleri zaman, hâkim aralarını açsa, ay­rılık, kocası onu talâk ile boşayana kadar vâki olmaz. Eğer, koca boşamaktan kaçınırsa; kadı aralarını tefrik edip ayırır. Bu durum­da, hâkim, aralarını tefrik edip ayırmadan önce, ayrılık vâki ol­maz; 2evciyet yerinde durur. Kocanın, kadını, boşaması, zihâr i]âsıf aralarında olan mirâsda cereyan eder.

Onlardan birisi öldüğü zaman, sübûtundan sonra, Handen im­tina etseler biîe veya birisi imtina etse bile hâkim onları cebreder.

Şayet kocası lanetledikten sonra, kadın cinnet getirirse, liân sakıt olur. t = düşer). Had de, yapılmaz.

Şayet, kan-koca lânetleşmeden fariğ olduktan sonra, kadı efendiden aralarını ayırmamasını isterlerse, kadı bunu kabul et­meyip, aralarını ayırır Cevher&lü´n - Neyyİre´de de böyledir.

Hâkim aralarını Hândan sonra ayırdığı zaman, çocuk ana­ya verilir. Bişr, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´un şöyle buyurduğunu ri-Vâyet etmiştir : Hakimin behemehal : «Aranızı ayırdım ve şu ço­cuğun nesebini ondan (kadının kocasından) kesdim.» demesi lâ­zımdır. Şayet böyle söylemezse çocuğun nesebi ondan» kesilmiş ol­maz. Mebsût´ta da böyledir.

Eğer, hâkim hata eder ve liân tamamlanmadan önce, ara­larım ayırırsa; bakılır : Eğer, her iki taraf da liânm ekserisini yap­mışlarsa; ayrılık geçerli olur. Eğer, iiânın fazlası yapılmamış veya biri yapmışda diğeri yapmamışsa; ayrılık geçerli olm";:. jiedai´de de böyledir.

Şayet, kadının ilânından önce, kocanın Hânından sonra, araları açılmışsa; hüküm geçerli olur. Hâkim müetehid olduğu için, bu böyledir. Zahîriyye´de de böyledir.

Eğer, hâkim, hata eder ve Önce, kadından başlarsa; bu du­rumda, kadına Hânı yeniden yaptırır. Eğer, yaptırmaz ye aralarını ayırırsa; ayrılık vâki olur. Ancak, gerçekten bu, kötü bir şey olur. Yenâbî´de de böyledir.

Karı koca, bir hâkimin yanında lânetleşseler, hakim ise, onların aralarını ayırmadan azledilse veya ölse, artık ikinci hakim aralarındaki Hânı yeni baştan yaptırır. İmâm Ebû Hanife (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´un görüşleri budur. Fetâvâyi Kerhî´de de böyledir.

Hakim, karı kocanın aralarını ayırmadan önce, liânı bâtıl edecek, bir hâdise zuhur etse; şöyle ki: lânetleşmeden ayrılmadan önce ikisininde, dili tutulsa veya birisi ahras olsa, yahut irlidâd eylese; kendisini yalanlasa; bir başkasına zina iftirası yapmışta cezalanmış olsa; koca karısını haranı olarak cima´ eylemiş olsa Hân ba­tıl (:- geçersiz) olur. Had yapılmaz; ve araları da açılmaz.

Şayet, liândan ayrılmadan önce bilisi cinnet getirirse; hâkim ara´arım tefrik edip ayırır. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.

Kan-koca lânetle.şseler; hâkim de, aralarını ayırmasa; bunlardan birisi de bunasa, hâkim, her ne kadar, bunaklık liân ehliyetini ihlâl ederse de, aralarını ayırır.

Eğer, erkek, liân yapar ve kadın yapmadan Önce aklını oyna­tır veya lânelleşmeden ayrılmadan önce aklım kaybeder veya er­kek, karısı lânetleşme yapmadan önce, akimi kaybederse; araları tefrik edilmez. Kadına da liân yapması emredilmez.

Şayet îânetleşirler sonra da gaip olurlar ve bilâhare de ayrıl­maları için, vekil tutarlarsa, araları tefrik edilir.

BU- şahıs; başka bir şahsın karısına, zina iftirası yapar, o adanı da «Doğru söyledin. Karım, senin dediğin gibidir.» derse; ikisi´ de, icadına iftira etmiş olurlar. Şayet, yalnız : Doğru söyle­din.» der; fazla bir şey söy´cmezse; kazf etmiş olmaz, Zâhiriyye´-de de böyledir.

Bir kimse, karısına : «Sen, üç taiâk boşsun. Ey zâniye» dese; erkeğe liân değil hadd gerekir.

Şayet : «Ey zâniye, sen üç talâk boşsun." demiş olursa; had de liân da gerekmem. Gâyetü´s - Sürûci´de de böyledir.

İmâm Ebû Hanife (R.A.), şö}de buyurmuştur: Bir kimse, cima´ etmemiş olduğu karısına :

«Sen boşsun; ey zâniye, üç talâk." dese, işte bu üç talâk olur. hadd ve liân olmaz. Bedâi´de de böyledir.

Eğer koca: «Ey zâniye!» der; karısı da: «Sen, benden daha zânîsin.» derse, erkeğe liân lâzım olur. Çünkü, kadının sözü ora kazf değildir. Gerçekten, onun mânâsı: «Sen, benden zinaya daha güçlüsün.» demektir. İşte bunun için, bu şekilde yabancı bi­risi söylese o´na hadd gerekmez.

Keza, bir koca, ´karışma: «Sen, fi İane kadından daha zâniye-sûı.» veya «Sen, insanların. e*ı zâmyesisin» dese, had de liân da gerekmez. Mebsut´ta da böyledir.

Şayet karışma: «Ey zâni!» derse, işte o kazf ( = zinâ if­tirası) olur. Zira, zâniye´nin sonundaki te harfi terbim için, hazf edilmiştir. Kadının kocasına ; «Ey zârıiyehî» demesi bunun hüâ-fı nadir; sahih olmaz.

Eğer : «Ey zâniye kızı zâniye!» demiş olursa; işte bu hem karısına hem de, onun anasına iftira olur. Itâhiyye´de de böyledir.

Eğer had isteğiyle, hepsi toplanırsa; önce karının anası için hadd yapılır. Bu durumda liân sakıt olur ( = düşer.)

Eğer, ana istekde bulunmaz da, kadın istek yaparsa; arala­rında lânetleşme yapılır; ana için de, hadd gerekir.

Eğer, ana liândan sonra istek yaparsa; zâhir-i rivâye´de bu böyledir.

Keza, şayet ana ölü olur ve koca, karısına : «Ey zâniye kı­zı zâniye!» derse; karısının, ceza talebi hakkı vardır.

Eğer, her iki kazf için de istek yaparsa, anası için hadd yapı­lınca; aralarındaki liân sakıt olup ( — düşer.)

Şayet, kadın; anası için, ceza talebinde bulunmaz, fakat ken­di nefsi için dava açarsa, liân îcabeder. Talıâvî -Şerhi´nde de böy­ledir.

Bir kimse, yabancı bir kadına zina iftirası yapsa; sun-ra da onu nikâhlasa ve kazfeylese, kadın da îiâıı ve hadd isteğin­de bulunsa; lânetleşme yapılmaz.

Şayet, hadsiz ıliân isteğinde bulunursa: aralarında lânetleş­me yapılır. Bundan sonra hadd talebinde bulunursa; hadd yapılır. Çünkü, hadd ile ilânı cem etmek meşrudur. Scrahsî´nin Muhiytı´nde de böyledir.

Dört karısı olan, bir şahıs, bir söz´e, hepsine birden kaz-feyler veya her birine ayıı ayrı kazfeylerse; eğer koca ve karılan liân ehli iseler, her kazf için, onlardan her biriyle ayrı ayrı lâ-netleşirler.

Eğer, koca Hân´a ehil değilse, o zaman, kazt haddi yapılır. Hepsinden bedel olarak bir hadd kâfi gelir.

Eğer koca, liân ehli olur da, kanlarından bir kısmı liân ehli olmazsa; onlardan liân ehli olanlarla lânelleşir; olmayan ar kalır­lar. Bedâi´de de böyledir.

Hür olan bir adam, zimmîye veya câriye olan karısına zi­na iftirası yapsa; kadın da müslüman olsa veya azâd edilse, ada­ma hadde yapılmaz, liân da yapılmaz.

Câriye olan karısı, azâd edildikten sonra, kocası ona zina if­tirası yapsa; aralarında nikâh baki olduğundan, kocaya liân yap­ması gerekir. Eğer, kadın kendi nefsini ihtiyar ederse, liân batıl olur. Kocanın mehir A/ermesi eğer o kadına cirna´ yapmamişsa, icabetmez.

Eğer kadın, nefsini ihtiyar eylemezde, aralarında lânetleşme yapılır ve araları tefrik edilip açılırsa; o zaman kocanın nısıf (—yarım) mehir vermesi icâbeder.

Keza eğer, o kadına cima´ eylemiş sonra da, liân sebebiyle, araları ayırt edilmişse, iddeti içinde, o kadına nafaka vermesi ve eve oturtması lâzımdır. Mebsûfc´ta da böyledir.

Kâfir olan kan - kocadan, kadın, İslâm olsa, kocası ise olmasa, hâkim de, kocası ona zina iftirası yapana veya çocuğunun nesebini nefyedene kadar, İslâm´ı arzetmese, işte o zaman, koca­ya hadd lâzım olur. Eğer, bir kısmı yapılır; sonra da, müslüman dur; ikinci defa karısına zina iftirası yaparsa; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre baki kalan hadd yapılır; sonra da lânetleşirler. Ye-nâbî´de de böyledir.

Kazfi bir şarta bağlıyan kimseye, hadd ve Hân gerekmez.

Keza bir kimse : «Seni nikahlarsam; sen, zâniyesin.» veya «Eğer ,filân dilerse; sen zâniyesin.» dese; bıuüar boş sözlerdir.

Bir kimse, karısına : «Sen, ben seni nikahlamadan Önce, mu­hakkak zina eyledin.» veya: «Ben seni nikahlamadan önce, senin zina eylediğini gördüm.» dese, işte o adam, o gün iftira eylemiş olduğundan, ona liân gerekir. Eğer: «Ben sana, seni nikahlama­dan önce zina iftirası yaptım.» derse, bu durumda, ona hadd yapı­lır. Çünkü, o, bu sözüyle, nikahlanmadan önce söylediği sözü ik­rar etmiş ölüyor. Bu şahıs, eğer karısına: «Fercin zina edicidir.» veya «Cesedin zina edicidir.» veya «Bedenin zina edicidir.» derse işte bu, zina iftirası olur. «Elin zina etti.» «Ayağın zina etti.» ´de­mek bunun hilâfmadır. Yâni; bunlar zina iftirası sayılmaz. Hangi lugatla zina söylenirse söylensin; bu iftiradır.

Bir kimse, dokuz yaşındaki bir kıza, zina iftirası yapsa; ona hadd gerekir. Kız bulûğa erişince, falepde bulunabilir. Eğer kız dokuz yaşından aşağı olursa, bu durumda ta´zir gerekir. Ay-´ m"de de böyledir.

Bir kimse, karışma: «Seni bakire bulmadım. > dese dört İmâma ve onların ashabına göre, had´de gerekmez liân da gerek­mez. Gâyetü´s-Sürûcî´de de böyledir.

Koca : «Onu, bir adamla cima"´ ederken gördüm.» dese; zina iftirası yapmış olmaz. Ve eğer: «Son, zoraki zina yaptın ve­ya «seninle, bir sabi zina eyledi.» dese, zina iftirası yapmış olma/,. Mebsût´ta da böyledir.

Bir kimse, karısına: «Sen, sabiyye iken ( — küçükken) zina eyledin.» dese, had ve liân gerekmez. Bu halde iftira edici sayılmaz, Gâyetü´s-Sürûcî´de de böyledir.

Ve eğer, karısına: «Sen zina eyledin; karnında taşıdığın, zinadandır.» dese, apaçık zina sözünü söylediği cihetten ve iftira yaptığı için lânetleşme olur. Hâkim ise, çocuğun nesebini reddey-İçmez. Hidâye´de de böyledir.

Bir koca, karısına: «Hamlin benden değildir.» dediği za­man, liân yoktur. Bu, İmâm Ebû Hanîfe .(R.A.) ve İmâm Züfer (R.A.)´in kavlidir. İmâmeyn ise: «Eğer, kadın d çocuğu altı ay­dan önce doğurursa, liân vardır. Altı aydan fazla bir zamanda doğurursa liân yoktur.» demişlerdir. Doğrusu da budur, Muzma-rât´ia da böyledir.

Metinlerde olduğu gibi, koca, karısına çocuğunu redde­der, kabul eylemez ve bunu, doğum anında veya hemen doğumun arkasında, yaparsa; reddi sahih olur. Ve bu yüzen, liân yapılır. Bundan sonra; yaparsa, yine liân yapılır; fakat neseb sabit olur. Şayet, karısının yanında değildiyse, doğumdan da haberi yoksa; İmâm Ebû* Hanîfe (R.A.)´ye göre daha önce de reddedebilir. İmâ meyn´e göre nifas müddeti içinde reddeder. Çünkü neseb bilgi­den sonra lâzım olur. Kâfî´de de böyledir.

Bir kadının kocası, çocuğu sarahaten veya uclâleten ik­rar ederse; bundan sonraki reddi sahih olmaz. Bu durumda, do­ğum zamanı veya daha sonra reddetmesi müsavidir.

Sarahaten ikrar : «Çocuk bendendir.» veya «bu, benim ço cuğumdur.» demekti r.

Delâleten ikrar ise : Doğum zamanı stısmasıdir. Gâyetü´1-Be-yân´da da böyledir.

Bii" kimsenin karısı, bir çocuk doğursa, koca da, onu ka­bul etmese ve: «Bu çocuk, benden değildir.» veya: «Bu çocuk zi­nadandır.» dese; bir takım yünlerden liân düşer. Gerçekten, onun nesebi redd olmaz. Hadd gereksin veya gerekmesin müsavidir. Ke­za, liân ehlinden ise, lânetleşme olmaz. Çünkü, o nesebi reddeyle-memiştir. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.

Bir kimse, hür olan karısının çocuğunu, reddeylese; ka­in, da, onu doğru!asa; had de liân da yapılmaz. O çocuk, ikisinin çocuğudur. Redlcri tasdik olunmaz. İhtiyarda da böyledir.

Bir koca, karısının cocueuğuna, her ikisi bir arada olduğu halde, kabul etmese aralarında innetleşme olmaz. Çocuk da red­dedilmez. Yine böyle,

Kadın, câriye veya mükârebe olsa ve azâd edilse; veya kâ­fir iken müslüman olsa, bu dunumla da lânetieşme yoktur; ne-seb do rtddedi´mez. Serâhsî´nin Mtiluyti´ndc de böyledir.

Bir şahsın, karısı, bir çocuk gctir.se, o da ölse, sonra da kocası onu reddeylese; çocuk unun çocuğudur; linn lâzım. olur.

Keza, kadın Ölü olarak iki çocuk doğursa; kocası da onları reddeylese; liân gerekir. Çocuklar onun çocuğu sayılır.

Keza, karısı bir çocuk getirse, koca da onu reddeylese, üân´-dan Önce de, çocuk ölse; kocaya Mân gerekir. Çocuk, onun çocu­ğu sayılır. Bedâi´de de böyledir.

Kadın, bir doğumda, iki çocuk doğursa; kocası da önce­kini kabul, sonrakini reddelse; çocuklar onun çocuğudur; liân gerekir.

Eğer önceki çocuğu red; ikinciyi kabul ederse; çocuklar, onun çocuğudur ve ona iftira cezası verilir, ve eğer.

Eğer, her ikisini de kabul etmez, reddeder; sonra da, onlar- . dan birisi liândan önce ölürse; sağ olandan dolayı liân yapılır; çocuklar, onun çocuğu sayılırlar. Bedâi´de de böyledir.

Kadın, bir çocuk doğursa; kocası da onu reddeylese; bu yüzen liân yapılır. Sonra yarın, bir çocuk daha doğursa. bu çocuk­lar, adamın çocuklarıdır, liân geçmişdir. Eğer : Bunlar, benim ço-cuklarınıdır.» derse; sözü doğrudur. Hadd yapılmaz. Ve eğer : «İkisi de, benim değildir.» derse, yine ikisi de onun çocuğu sayı­lır ve hadd yapılmaz.

«Liân sebebiyle, yalan söyledim." dese hadd yapılır. Mebsût´-ta da böyledir.

Nikâhın mubah olması için kadını dört1 d e la doğrulamak .şarttır. Fakat, hadd ve Hânın düşmesi için bir defa doğrulama´ yetişir. Sirâcül-Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, karısını, ric´î talâk ile boşasa; karısı da iki se­neden bir gün noksan olmak üzere, bir çocuk doğursa; koca onu reddeylese, sonra, kadın iki seneden fazla müddetli bir çocuk da­ha doğursa; kocasıda onu kabul eylese; kadın bâin talâkla boş olur. Liân ve hadd gerekmez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A. ve Ebû Yusuf (R.A.)´un kavlidir. Şayet talâk bâin olsaydı; mesele hâli üzereydi.

Çocukların nesebi sabittir. İmâm Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yusuf (R.A.) böyle söylemişlerdir. İzâh´da da böyledir.

Hasan, İmânı Ebû Hanîfe (R.A.)´nin şöyle buyurduğunu

rivayet etmiştir.

Bir batında, üç çocuk doğuran bir kadının kocası; bi­rinci çecuğu kabul, İkinciyi red ve üçüncüyü yine kabul ederse; Jiân yapılır. Çocukların, hepsi de onun sayılır.

Eğer, birinciyi red, ikinciyi kabul, ve üçüncüyü reddederse; hadd yapılır. Çocuklar, onun sayılır.

Keza, tek doğan çocuğu, Önce kabul, sonra red, daha sonra yine kâ´.rjî ederse, çocuk kendinin sayılır; liân yapılır. Önce red sonra kâbül ederse; çocuk kendinin sayılır ve hadd yapılır. Serahsİ´nin

Mııhıytı´nde de böyledir.

kimsenin nikahladığı fakat cima´ etmediği ve kendi­sini görmediği bir kadın bir çocuk doğursa; ve kocası onu reddetse bu çocuk, kadına mal edilir ve liân yapılır. Koca, lam mehir verir. Telhıys şerhi´nde do böyledir.

Bir kimse, iki karısından birine cima´ ettikten sonra, «üç lalâk boşdur.» dese ve açıklama yapmasa; onlardan birisi ise talâk vaktinden sonra, iki seneden fazla bir müddetle bir çocuk doğursa; değimi yapmıyanın boşandığı doğum yapanın nikâhlı olduğu mey­dana çıkmış olur.

Eğer koca çocuğu reddederse; hâkim, aralarında lanetlen­me yaptırır. Çocuğun nesebi, mevcut sebepten dolayı kesilmez.

Kocası yok olduğu halde, doğum yapıp, emme müddetinden sonra, çocuğu memeden kesse ve hâkime müracaatla isbatîa birlik­te kendinin ve çocuğun nafakasına hüküm verdirse, sonra da koca­sı, gelerek çocuğu reddetse; hâkim, aralarında lânetleşme yaptırır Ve çocuğun nesebini keser; her ne kadar, daha önce hüküm veril­miş olsa bile, durum böyledir. Câmiul-Kebîr´de de böyledir.

Bir kimse, bir kadın nikâhlar, nikâh vaktinden altı ay sonra da, kadın, bir çocuk doğurursa; bu durumda hâkim, çocuğun adamdan olduğuna; kocanın bu kadına cima´ yaptığına; tam mehre ve iddet nafakasına hüküm verir.

Şayet, kocası o çocuğu reddederse; aralarında lânetleşme ya­pılır ve neseb kesilir. Her ne kadar, ona ait olduğuna hükmedilmiş olsa ve tam mehir, iddet nafakası oisa da bu böyledir.

Keza, ric´i talâkla boşanmış bir kadın, iki seneden fazla müd­dette, bir çocuk doğursa; bu ric´at sayılır. Eğer, kocası çocuğu red­dederse; hâkim, aralarında lânetîeşme yaptırır. Ve çocuk, anasına mal edilir. Câmiu´I - Kebîr´de de bö}´lcdîr.

Eğer zina iftirası, çocuk yüzünden olursa; hâkim, çocuğun nesebini reddeder ve onu anasına nisbet eder.

Bu lânetleşnıenin şekli : Hâkim, önce; koca olan adama emre­der; o da : «Eşhedü biUâh... çocuğu reddetmekle, ona (karısına) söylediğim sözümde elbette doğru söylenenlerdenim.» der.

Kadın da : «Eşhedü bülah... Bu adam, çocuğu kabul etmemek hususunda, söylediği sözde elbette yalancılardandır.» der.

Şayet, koca, zina iftirası yapmışsa; lânetîeşme şekli daha ön­ce beyan edilmişti. Kâfî´dc de böyledir.

Liân´dan sonra, hâkim, karı-kocanın arasını ayırırsa; ço cuk, anasına ilzam olunur.

Bişr, İmâm Ebû Yûsuf (R.AJ´un şöyle buyurduğunu rivayet e l mistir :

Hâkimin : «Elbette, aranızı tefrik ettim (= ayırdım) ve bu çocuğun nesebini bu adamdan kestim.» demesi gerekir. Şayet, böy­le söytemezse; nesep o adamdan kesilmiş olmaz.» Doğrusu da bu­dur. Mebsut´ta da böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre; Hâkim, sonra da, çocuğun nesebini keserek; anasına ilhak eder ve : «Çocuğu nesebden çıka­rarak; anasına ilzam eyledim» der. Eğer, böyle söyiemezse neseb kesilmiş olmaz. Kâfî´de de böyledir.

Mebsût´la : «Doğru olan budur.» denilmiş; İbn-i Melek´iıı Mecmâu´I - Bahreyn Şerlıî´ndc de, böyle söylenmiştir.

Liandan sonra, onların ikisi veya onlardan sadece birisi bu­lunduğu zaman artık lânetleşmczler. Ve, kendi nefsini, yalanlayın­ca da, nikâhları helâl olur.

Veya, onlardan birisine her hangi bir insan zina iftirası yapmış­la, ona hadd yapılmışsa; yahut onlardan biri ahras olursa; veya kadının aklî muvâzenesi zayi olursa veya haram olarak cima´ yapıl­mış olursa-, veya onlardan birisi irtidâd eder sonra da İslâm olur­sa; (gerçekten o ne zaman bu söylediklerimizden birisi olursa) İmâm Ebû Hanife (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, o ada­mın, o kadını tezevvüc edip alması, helâl olur. Sirâcül - Vehhâc´da da böyledir.

Karı-kocamn araları ayrıldıktan sonra, kadın bunasa; bu­naklık hakkında, liâna ehliyet bulunduğu için, o kadını, p adamın nikahlaması caiz olmaz. Tahrîr´dc de böyledir.

Tenasül uzvu kesik olan adamın, çocuğu reddetmesi sebe­biyle, Hân meşru olmaz. Husyeleri olmayan da, böyledir.

Mülâanc çocuğu hakkında, bâzı hükümler vardır. Şöyle ki :

Alimler : «Miilâane çocuğunun, babası hakkındaki şehâdeti ka­bul edilme/. Keza, o adamın da, o çocuk hakkındaki şehâdeti, ka-hû! edilmez.

Keza, şayet babası, o mülâanc çocuğuna, zekât verse veya bu­nun üksi olsa caiz olmaz. Keza, mülâanc çocuğu, erkek olsa babasımnda onun anasından başka, bir karısından kızı olsa; veya mü-Jâane çocuğu kız olsa, adamın da, başka bir karısından, oğlu olsa, bunların birbirleriyle nikanlanmaları caiz olmaz.

Keza, bir başka adam, «bu benimdir.» diye iddia eylese, bu sa­hih olmaz. Eğer, o adamın sözünü, bu çocuk, bazı hükümlerde tasdik ederse; çocuk, yabancı adama iîhâk edilir. Ve yine denildik!

Mülâane çocuk, s \ibine, sahibi de, ona vâris olamazlar. Bir­birinin nafakası ile dt., yükümlü bulunmazlar. Zehiyre´de de böy­ledir.

Bir kadm, dava ederek buna zina iftirası yaptı diye, koca­sını şikâyet edip, dava açar; kocası da, bunu inkâr ederse; kadının iki âdil şahidi olmadıkça, sözüne itabâr edilmez. Bu hususta kadın­ların yaptıkları şahitlik de kabul edilmez. Şahitlik üzerine, şehâ-det de, kabul edilmez. Bir hakimin, diğerine yazdığı mektup da kabul ediimez. Bedâi´de de böyledir.

Şayet, kadm iki şahit dinlettikten sonra, kocası da, iki —erkek— şahit, veya bir erkek iki kadın şahit dinletir; bunlar da, kendisinin doğruiluğu üzerine şahitlik yaparlarsa; adama karşı, liân ve had düşer. Eğer kadının beyyinesi yoksa; kocasının yemin etme­sini istemeye hakkı olmaz. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.

Koca, karısının, kendisini doğruladığını iddia eder ve onun yemin etmesini isterse; buna da hakkı olmaz. Kadının, yemin et­mesi de, lâzım değildir. Mebsût´ta da böyledir.

Bir kinişe, karısının zina ettiğine dâir, kendisi ile birlikte, dört şahit getirirse; bu kadına, liân da zina haddi de gerekmez.

Eğer, bundan önce, kocadan zina iftirası vâki olmamışsa; o za-man* şahitlikleri kabul oiunur. Ve bize göre, kadına hadd cezası ve­rilir. Eğer koca, daha önce, zina iftirası yapmış ve sonra da, ken­dinden başka üç şahit getirmişse; işte, o üç şahit, kadına iftira et7 tikleri için hadd olunurlar. Kocaya da liân gerekir. Eğer, kendisiyle îirlikte üç şahit : «Bu kadın zina eyledi.» deseler ve şahitler âdil İrişiler olmasalar; kadına hadd yoktur. Şahitlere de hadd gerekmez. Kocaya da liân yaptırılma. Bedâi´de de böyledir.

Şayet koca ile birlikte, üç kor adam, kadına zina eyledi» diye Şahitlik yapsalar, Körlere hadd yapılır ve kocaya da, liân yaptırılır. Mebsût´ta da böyledir.

Bu kadının, iki oğlu; kadının kocası üzerine, onun zina if­tirası yaptığına şchâdette bulunsalar; ikisinin de, şahitliği kabul edilmez.

Keza, bu kadının babası ile bir oğlu şahitlik yapsalar; şahitlik­leri kabul edilmez.

Eğer, iki şahitten birisi, «İşte, bu adam zina iftirası yaptı.» di­ğeri de «bu çocuk, zinadandır.» dedi diye şahitlik yapsa; şahitlikle­ri caiz olmaz.»

İki şahitten birisi; «Arabca kelimeyle iftira eyledi.»; diğeri de: «Farsça kelimeyle, iftira eyledi.» dese,, şahitlikleri kabul edilmez.

Şayet, iki şahitten birisi : «Gerçekten, o : Karısına «sana filân zina eyledi» dedi; diğeri de : «Ona : »Sana başka bir adam zina eyledi.» dedi» dese, kocaya, liân yaptırılır.

Eğer, ona, «bir kişi ile zina yaptı» diye iftira etse, o adam da, gelerek; hadd talebinde bulunsa; sopa haddi yapılır. Liândan men edilir .

İki şahit, kocanın aleyhinde, «zina iftirası yaptı,» diye şa­hitlik yaparlarsa; koca, hapsedilir.

Şahitlerden sorulur: Şayet şahitler : «Biz şahitlik yaparız ki : gerçekten, bu adam karısına ve cariyesine zina iftirası yaptı; bunu da, bir kelime ile yaptı.» derlerse, şahitlikleri caiz olmaz.

Eğer, bu adamın başka kadından olan iki oğlu, babalarının aleyhine, «hem analarına, hem de, diğer kadına, babalarının zina iftirası yaptığına» dair şahitlik yapsalar; şahitlikleri caiz olmaz. An­cak, baba, köle olur ve daha önce de zina iftirasından hadd cezası görmüş bulunursa şahitlikleri caiz olur.

Şayet, bu şahsın aleyhine, iki şahit, «zina iftirası» ile şahitlik yaptıktan sonra, ikisi de ölür veya gaip olurlar; hakim de henüz hüküm vermemiş bulunursa, işte o zaman, hâkim, liân ile hükme­der. Aslında, ölüm ve gaip olmak, onların adaletini kaldırmaz. Kör elmaları; irtidâd etmeleri veya fâsık olmaları, bunun hilâfınadır. Mebsût´ta da böyledir.

Kadın´m dinlettiği dört şahitten ikisi : «Bu adam, karısı­na, perşembe günü kazfeyledi. (= zina iftirası yaptı)» der; diğer ikisi de : «Cuma günü kazfeyledi.» derse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)

göre lânetü esirler. İmâmeyn ise, buna muhaliftir. Tatarfıâııiyye´de böyledir.

Eğer koca, karısının câriye veya zirnmîye olduğunu, kazf günü iddia ederse; liân icâbetmez. Ancak, karısının hür ve islâm ol­duğu, hâkim tarafından biliniyorsa; o zaman, liân yaptırılır.

Eğer koca, karısının câriye veya kâfir olduğunu belgeler; kadın da, islâm old >unu hürriyetini isbat ederse; kadının şahit­lerine göre hükmedilir. Ancak, kocanın şahidi ile, kadının İslâm-dan sonra irtidad ettiği sübût bulursa; hüküm, ona göredir. Hâbiy-ye´de de böyledir.

Kazf eden şahıs, iki kâhit dinletir ve onlar kadının zinayı kabul eylediğine şehâdette bulunurlarsa; kocadan liân düşer. Zina haddi de gerekmez. Bir defa, ikrar edip kabul ettiği zaman olduğu gibi...

Şayet, kadının üzerine, bir erkek, iki kadın, böylece şahitlik ederlerse; istihsanen, liân sakıt olur. (= düşer.)

Eğer, kocası, onun zina eylediğini iddia eyler veya ona haram cima´ yaptığını söylerse; kocaya liân yaptırılır. Eğer kocası: «Ben, ona, o küçükken kazfeyledim.» der; kadın da: «Bülüğâ eriştikten sonra eyledi.» derse; kocanın sözü geçerlidir.

Kadın, beyyine getirirse, beyyinesi kabul edilir. Kadın, daha Önce kazfeylediğini söyler ve şahit dinletirse; bu caizdir. Eğer, ko­ca beyyine getirirde, bundan sonra, onun ric´î talâkla boşandığını; bilâhare de onu nişanlayıp nikahladığını isbat ederse, aralarında lânetleşme olmaz. Hade de yoktur. Mebsût´ta da böyledir. [26]

12- INNET

Innet [27]


Innîn : Tenasül uzvu olduğu halde, kadınlara cima´ edeme­yen kimsedir.

Bakirelerin dışında— dul kadınlara veya kadınlardan bazı­larına; hastalığı, zayıflığı, yaşlılığı sebebiyle cima´ edebilen kimse, lıiç cima´ edemeyene göre innîn´dir. Nihâye´de de böyledir.

Tenasül uzvunun haşefesi, ferce dahil olan kimse, mnîn sayılmaz. Başı kesik olan zekerin, kalan yeri giriyorsa yine, bu şahıs ınnîn sayılmaz. Bahru´r-Râik´ta da böyledir.

Bir kadın, kocasını hâkime çıkarıp, onun ınnîn olduğunu iddia ve ayrılmasını talep ederse; artık, hâkim erkeğe, kadına vasıl olabilip, olamadığım sorar. Eğer, kocası vâsıl olamadığını (yâni ci­ma´ yapamadığını) kabul ederse; hâkim, bir sene müddet tehir eder. Kadının kız, veya dul olması müsavidir. Eğer, kocası bunu in­kar ve kadına cima´ yaptığım iddia ederse; kadın dul ise yemini ile birlikte, kocanın sözü geçerlidir. Kocası, yemin edince; kadının hak­kı bâtıl olur. Eğer, yeminden kaçınırsa; bir sene tehir edilir, Kâfî´de de böyledir.

Eğer, kadın : «Ben, bakireyim.» derse; kadınlar, ona ba­karlar. Bir kadının bakması yeter. îki olurlarsa, daha uygun olur. Eğer, onlar : «Bu kadın, duldur.» derlerse; yeminle birlikte kocanın süzü geçerlidir. Sirâcu´l-Vehhâc´da da böyledir.

Eğer, koca yemin ederse; artık, kadının hakkı yoktur. Eğer, yemin etmezse; bir sene, geriye bırakılır.

Eğer, kontrol eden kadınlar : «Bakiredir.» derlerse; yemin et­meksizin, kadının sözü geçerlidir.

Şâj^et, bu kadınlarda, şüphe hâsıl olursa; o zaman, kadın İmti­han edilir. Âlimlerin bazıları : «Duvar üzerine bevl etmesi emredilir. Eğer duvar üzerine atması mümkün olursa; işte o kızdır; değil­se duldur.»; bazıları ise : »Horoz yumurtası ile imtihan olunur. Eğer yumurta ferce girerse kadın duldur; değilse, kızdır.» demiş­lerdir. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.

Kadınların bir kısmı, «bakire,» bir kısmı da, «dul» diye şehâdette bulunurlarsa; onlardan başka kadınlara, gösterilir. Şayet, cima´ yapılmadığı sabit olursa; hâkim, bir sene geriye bırakır. Er­kek talep etsin veya etmesin, bu böyledir* Geriye bırakma gününün tarihi yazılır ve ona şahit tutulur. Fetâvâyi Kâdîhan´da da böyledir.

Te´cilîn (= geriye bırakmanın) başlangıcı, dâva tarihidir. Te´cil, yalnız, hâkimin bulunduğu şehirde olur.

Hâkimin haricinde, başkasının te´cüine itibar olunmaz. Zâbir-i rivâyetde, tecilde itibar, seneyi kameriye (= ay hesabı sene) ye­dir. Sahih olan da, budur. Hidâye´de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A)´den Hasan´m rivayetine göre :

Gerçekten İtibar, güneş senesinedir. Bu, ay senesinden, bir kaç gün fazladır. Şemsü´l - Eimme Serahsi ihtiyat olarak, bu görüşü al­mıştır. Çoğunluk bu görüştedir. Mdbsût´ta da böyledir.

Fetva bunun üzerinedir.

Şemsü´l - Eimme Helvânî´den rivayet edildiğine göre :

Şemsî Sene: 365 gün, bir de günün dörtte biri ile günün yüz-yirmide bir parçasıdır. Kameri Sene ise : 354 gündür. Kâffde de böyledir.

Müctebâ´da : «Şayet te´cil ay içine rastlarsa; itibar senenin günlerinin sayışmadır.» denilmiştir. Bahru´r - Râİk´ta da böyledir.

Senenin içine, Ramazan ayı ve kadının hayız günleride da­hildir.

Erkeğin ve kadının hasta oldukları günler, hesaba alınmazlar.

Eğer, aynı senede adam hasta olursa; o, hasta olduğu günlerin sayısı kadar, geriye bırakılır. Bu, İmâm Muhammed (R.A.)´e göre böyledir. Fetva da, bunun üzerinedir. Fetâvâyi* Kübrâ´da da böyle­dir.

Kocanın, hacca gitti veya gaip olduğu günler hesaba, kalılır.

Fakat, kadın hacca gider veya gaip olursa; bu günler hesaba dahil edilmez, Tebyîn´de de böyledir.

Dâva zamanı, kadın ihramlı olursa; hâkim, kadın haccı ta­mamlayana kadar, te´cili geri bırakır. Nihâye´de de böyledir.

İmâm Muhammed IR.A.)´şöyle buyurmuşun- :

Eğer kadın, kocası ihramlı iken dâva ederse; ihramdan çıktık­tan sonra, bir sene te´cil edilir.

Müzahir iken, dâva ederse; eğer kocanın köle azâd elmeye gü­cü varsa; o andan itibaren bir sene te´cil edilir. Buna gücü yoksa, o zaman, ondört ay geriye bırakılır.

Eğer, hâkim, bir sene, geri hırakdıklan sonra, adam müzahir olursa; o müddete, bir şey ilâve edilmez. Bedâî´de de böyledir.

Kadın, kocasını cima´ edemiyecek halde, hasta bulursa; —hastalık uzasa bile— adam iyileşmedikçe, te´cil yapılmaz.

Bunak bir kimseyi, velisi evlendirir; o da, kadına yaklasuuuı/. .sa, hâkim, dava tarihinden itibaren, bir sene te´cil eder. Fetâvâyi Kâdîhan´da da böyledir.

Koca habsedilir, kadının da oraya gelmesi yasaklanırsa; bu durumda geçen günler, hesaba alınmaz. Eğer, kadının oraya varma­sına izin verilir ve koca, hali yerde bulunursa; o takdirde, o günler hesaba dâhil olmazlar.

Koca kadının mehrine karşı hapsedilince de böyledir.

Şâyct, kadın hapsedilir, koca ise oraya girebilir ve halvet mümkün olup bir arada gecelerlerse; o günler müddete dâhil olur; değilse olmaz. Fetâvâyi Kâdîhan´da da böyledir.

Müddet Lamam olunca, kadın hâkime gelip, kocasının ken­disine yaklaşamadığını; kocası da yaklaştığını iddia ederse; kadın, aslında dul bir kadınsa, yeminle birlikte kocanın sözü geçerli olur. Koca, yemin ederse kadının hakkı bâtıl (= geçersiz) olur.

Koca, yeminden kaçınırsa, hâkim, kaduu muhayyer bırakıl. Eğer, kadın : "Ben kızım.» derse, kadınlara muayene ettirilir. Bîr kadının muayenesi kâfi ise de; iki olurlarsa, daha ihtiyatlı ve uyguıı olur.

Eğer, bu kadınlar : «Duldur...» derlerse, yeminle birlikte koca­nın sözü/geçerlidir. Eğer : «Bakiredir; kızdır.» derler ve kocası da, yaklaşamadığını kabul ederse; hâkim, kadını ayrılıp ayrılmamada serbest bırakır. Kâdîhân´m Cânılu´s-Sağîr Şerhinde de böyledir.

Kadın, kocasını serbest bıraksa; veya kadın, meclisten kalk­sa; yahut, onu hâkimin adamları kaldırsalar, veyahut da, kadın bir şey geçmeden önce, hâkim .kalksa, kadının muhayyerliği bâtıl olur. Muhiyt´te de böyledir,

Bu, İmâm Muhammed (R.A.)´den rivayet olunmuştur. Fet­vada, bunun üzerinedir. Vâkıât´ta da böyledir.

Eğer, kadın, ayrılığı ihtiyar ederse; hâkim, kocasına, onu bâin talâkla boşamasını emreder. Eğer, kocası, kaçınırsa; hâkim aralarını ayırır. Bu, İmâm Muhammed (R.A.)´in Asıl´da söylediği gi­bidir. Tebyîn´de de böyledir.

Bu ayrılık, bâin talâk olur. Kâfî´de de böyledir.

Kadına tam mehir verilir. Eğer kocası onunla halvette bulun­muşsa, kadının iddet beklemesi bil-icma´ lazım gelir. Eğer, halvet­te bülunmamişsa; kama iddet beklemek yoktur. Eğer mehir, mehr-i müsamma ise yarım mehir gerekir.

Eğer, mehir belirlenmemişse, mut´a ( = bir parça menfa­at) gerekir. Bedâî´de de böyledir.

Müddet, tam bir sene geçer ve kadın, zamanında dâva et­mezse; hakkı bâtıl olmaz. Her ne kadar, o sene içinde; Kadın koca­sına muvafakat yapmış olsa bile böyledir. Fetva da bunun üzerine­dir. Fetâvâyi Kübrâ´da da böyledir.

Koca, hâkimden bir sene veya bir ay yahut daha fazla te´-cil etmesini isterse; hâkimin bunu yapmaması uygun olur. Ancak, kadın, razı olursa yapabilir.

Kadın, önce razı olursa yapabilir.

Kadın, önce razı olur; sonra da vazgeçerse; geri bırakma işi bâ til olur. Kadının bunu yapmaya hakkı vardır ve bu durumda kadın muhayyer kalır Nihâye´de de böyledir

Bir sene geçer; kadın muhayyer bırakılmadan Önce hâkim ölür veya azledilirse, bu durumda kadın, ikinci hakime baş vurur; Önce­ki hakimin tecil eylediğini isbat eder ve senenin tamam olduğunu söyler. İkinci hâkim, iş birincinin üzerine bina eyler. Fetâvâyi Kâ-dîhân´da da böyledir.

Hâkim aralarını ayırdıktan sonra, iki şahit «kadının, ha­kim aralarını ayırmadan önce, kocasının kendisine yaklaştığım ka­bul edip ikrar eylediğine» şahitlik yapsalar; hâkimin ayırması, bâ­tıl olur. Eğer, «kadının, hâkim aralarını ayırdıktan sonra, ikrarına» şahitlik yapsalar; kadının sözüne inanılmaz. Zahîfiyye´de de böy­ledir.

Bir koca, karısına, tek bir defa yaklaştıktan sonra âciz ol­sa; kadına muhayyerlik hakkı yoktur. Tebyîn´de de böyledir.

Eğer kadın, nikâh zamanı, gerçekten, kocasının innîn ol­duğunu, kadınlara yaklaşamayacağını bilirse; dâva hakkı olmaz. Eğer, nikâh zamanı bilemez, fakat, bundan sonra öğrenirse; bu du­rumda, dâva hakkı olur.

Davayı (crkctmekle de dâva hakkı bâtıl (—geçersiz) olmaz. Zaman, ne kadar uzarsa uzasın, kendisi davaya razı olmazsa, bu böyledir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Hâkim, cima´dan âciz olan bir şahsı, karısından ayırdıktan sonra, bu adam, o kadını tekrar nikâhlasa; kadına, muhayyerlik hakkı yoktur. Bu şahıs, başka bir kadın nikâhlar, bu sırada, o ka­dın da, bu adamın hâlini bilirse; Asi Kitabi´nda : «Bu kadına da, muhayyerlik hakkı yoktur.» denilmiştir. Fetva da, bunun üzerine­dir. Serahsî´nin Muhıytı´ndc de böyledir.

Sahih olan, ikincinin dâva hakkının olmasıdır. Kocası, ona vasıl olamadığı (= cima´ edemediği) zaman, bu böyledir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, bir kadını alıp, ona, bir defa cima´ ettikten sonra, cima´dan âciz olsa ve ayrılsalar; o kadını tekrar nikâhlasa ve cima´ edemese; kadına muhayyerlik hakkı vardır. Serahsî´nin Mu­hıytı´ndc de böyledir.

Bir adam, bir kadın nikâhlar; ona fercinin haricinden mıı-karcııctte bulunur; her ikisinden de meni iner; fakat fercine vasıl olmaz ve beraber kalkarlar, böylece o zamanlar geçer; —sonra,— kız veya dul olan, bu kadın, hakime dâva ederse; hâkim, bir sene Ir´cil eder. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir erkek, kadının dübüründen idhal sebebiyle, ınnînliktcu çıkamaz. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Şayet, erkek, cima´ eder fakat suyu (= menisi) olma/, ve ineni inmezse, kadının dâva hakkı olmaz. Nihâye´de de böyledir.

Yaşı büyük bir kadın, kocasını cima´dan âciz olacak derece, de, küçük bulursa; onu buluğa ermesine kadar bekler.

Fğer kadın küçük olursa; velisi, onu ayırmaz.

Kadın, kocasını, cima´dan âciz, bunak olarak bulursa velisi dâ­va eder ve bir sene tecil olunur. Kâfi´de de böyledir.

Eğer bir cariyenin kocası mnîn ise Jmâın Ebû Hanîfe (R.A.) ye göre muhayyerlik efendisine âiddir. Fetvada bunun üzerine­dir. Fetvâyî Kiıbrâ´da da böyledir.

Eğeı: Karıma yaklaşmaya ümidim yoktur, derse; ınnîn, te-Vil olunur.

Hüıısâ, eğer erkekler gibi bevi edebiliyorsa; işte o erkektir. Ve onun, kadın nikahlaması caizdir. Eğer, bu şahıs kadma, yakla-samazsa, innîn gibi tecil.olunur. Mebsût´ta da böyledir.

Müşkil lıünsânin hükmü, innînin hükmü gibidir. Yâni karı­sı, kocasını hünsâ bulursa, dâva açar. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyle­dir.

Kadın, innîn, retkâ veya karna olursa te´cîl edilmez. Bedâi´-de de böyledir.

Bir kadın, kocasını zekeri kesik olarak bulmuş olsa; hâkim, onu, o halde muhayyer bırakır, te´cil eylemez. Fe´tâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimsenin zekeri, hakikaten küçük olur ve kadının fer-eiııe yirmesi mümkün olmazsa; bu kimse, zekeri kesik kimse, hük­münde olur. Bahru´r-Râık´ta da böyledir.

Eğer, kadın : «Ben, onu, zekeri kesik buldum.» der; ioca ise : «Ben, zekeri kesik değilim.» der ve karışma mukavemette bulunursa; hâkim, onu bir şahsa gösterir. Eğer, o şahı .s, onu, avret yerini açmak­sızın, elbisenin dışından dokunmak suretiyle onlarsa, Öyle yapar. De­ğilse, zaruretten dolayı, avret yerini açurarak bir erkeğe baktırır. Erer, önce mukareneite bulunmuş sonra da. zekeri kesHnıisse; .lik, kadına muhayycrMk hakkı yoktur. GâyeUi´s - Sürûcî´de de böyledir.

Eğer, zekeri kesik olan bir kimsenin karısı, nikâh zamanı, onun, bu durumunu biliyor idiyse; arhk. ona muhayyerlik yoktur. Tahâvi.Şerhi´nde ele böyledir.

Kocasının zekerinin kesik olduğunu önceden bilmeyen bir ka­dın, çocuk getirse; hâkim de, nesebini tesbit ettikten sonra; kadm, kocasının haiini öğrense ve ayrılık talebinde bulunsa; kadının, bum; hakkı vardır. Çünkü, çocuk ona cim asız ilzam edilmiş olur. Muhıyt´-te de böyledir. .

Hâkimi, haheti müteakip, kadın ile/.ekersiz kocasının ara­larını, ayırdık lan sonra; iki seneye kadar, kadın, bir çocuk doğurur­sa; bu çocuk, babaya nisbet olunur. Hâkimin ayırması bâtıl (— ge çei´siz) olmaz.

Eğer, koca,kadına vâsıl olduğunu iddia ederce; hu durumda, ha­kimin ayırması, batıl olur ve çocuk, o imikte nisbel edilir. Zalûriy-ye´de de böyledir.

Yaşı küçük olan kocasını, zekeri kesik bulan kadıma, dâva­sı sebebiyle, hâkim, aralarını tefrik eder; bulûğa erişmesini bekle­mezse; sabi talaka (= boşamaya) ehil olur. Bazıları da : Talâksız da, rîyn´ık okuv dedilerse de, Önceki kavil sahilidir.

Fakat, hakimin, sabinin babası veya velisi dâva etmeden, ayır­maması .-viâcar. Eğer, v^ıisi vl vasisi yoksa; dedesi dâva eder. O, da yoksa; hâkim, onun namına, bir davacı nasbeder. Eğer, o davacı, bir belge getirebilirse; kadının hakkı bâtıl olur. Nitekim, kadının, bu hâ­le razı olması veya nikâh sözleşmesi esnasında, bu durumu bilmesi haile rinde de böyledir.

Bu durumda, bu kat i - kocanın araşan teipk edilme/, t-- açıl­maz.)

Eğer, davacı, kadından yemin etmesini isterse; kadın yemin eder. Eğer, kadın, yeminden kaçınırsa; araları açılmaz. Yemin eder­se; aralan açılır. Gâyetü´s - Sürûcî´de de böyledir.

Şayet kadın, küçük olur; onu babası evlendirmiş bulunur ve bu kadında, kocasını, zekeri kesilmiş olarak bulursa; babanın davasıyla araları açılmaz. Kız, baÜğa olana kadar beklenir.

Eğer, kadın, bulûğa erişmiş olursa; mesele hâli üzeredir.

Kadın, bir adamı kocasıyla beraber dâva için, vekil tutar; ken­disi dâva da hazır oJmazsa; o zaman, vekilin davasıyla, araları tefrik edilir mi İmâm Muhammed (İR.A.) bu fash kitapda zikretmemiştîr. Bu hususta, âlimler ihtilâf eylediler : Bazıları : «Araları tefrik edil­mez (= ayrılmaz); kadının hazır olması beklenir.» demişler; bazıla­rı da : <´Araları ayrılır.» demişlerdir. Muhiyt´te de böyledir.

Cariyenin, kocasının zekeri kesik olduğu zaman; muhayyer­lik, efendisine aiddir. Bu, İmâm Ebû Hanîfe CR.AJ ve İmâm Züfer (R.A.)´egÖre böyledir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

SıhhaLı yerine gelme imkanı olmayan bunağı, velisi evlen­dirip, ona, yaşlı bir kadın alır; bu koca ise; zekeri kesik birisi olur­sa; hâkim, o halde, onların aralarını ayırır.

Zekeri kesik olmaz; fakat kadına yaklaşamaz halde bulunur; ve cnun velisi de olmazsa; hâkim, bir davacı nasbeder ve bir yıl tecil eyler. Eğer, yine vâsıl olamazsa; aralarını tefrik eder ( = ayırır) Zehıyre´de de böyledir.

Kadında, bir ayıp bulunursa; kocaya, muhayyerlik yoktur.

Kocada, cinnet, alacalık, cüzzam varsa, bu durumlarda, kadına muhayyerlik yoktur. Kâfî´de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.AJ şöyle buyurmuştur :

Eğer, cinnet yeni ise, ınnîn gibi, bir sene tecil edilir. Sonra, ka­dın muhayyer bırakılır. Eğer, bir seneye kadar iyilesmez.se; kadın, dilerse durur; dilerse, gider.

Devamlı cinnet halinde olan kimse, zekeri kesik kimse gibidir. Biz, bu görüşü alırız, Havî´de de böyledir. [28]

13- IDDET

Iddet


iddet, bilinen bir zamanı beklemekdir. Hakikî veya şüpheli nikâhın sona ermesinden sonra, kadına lâzımdır. Cima etmek veya ölüm sebebiyle te´kid edilmiştir. Nikâye Şerhi´ndc de böyledir.

Bir kimse, caiz olan bir nikâhla, bir kadın olsa ve ona dâhil olduktan ( = cima´ eyledikten) veya sahih halvetten sonra onu boşa-sa, kadına iddct gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Şayet, nikâh fasid olur ve hâkim aralarım, duhûlden (= ci-ma´dan) önce tefrik ederse; iddet lâzım olmaz.

Hâkim, aralarım, halvetten sonra, tefrik ederse; iddct lâzım el ur.

Duhûlden sonra tefrik ederse; aynhkdan itibaren, iddet gerekir. Ayrılık hükümle olmasa bile, bu şartlarda, iddet gerekir. Zahîriyye´de de böyledir.

Fuzûlînin nikâhında, cima´ sebebiyle iddet vaGİb olmaz. Se-rahsî´nin Muhıytı´nde de böyledir.

Zina eden kadına iddet gerekmez. Bu, İmâm Ebû Hanife (R. A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´in kavlidir. Tahâvî Şerhi´de de böy­ledir.

Bir kimse : «Nikahlayacağım her kadın; işte o, boştur.» de­yip ve böyle söylediğini de unuttuktan sonra, bir kadın nikâhlar ve ona cima´ ederse; hatırladığı zaman, kadın boş olur. Bir tam, bir de yarım mehir ve iddet gerekir. Nesep, kocadan sabit olur. CYânıdo-ğan çocuk, o babanın olur. Hulâsa´da da böyledir.

Bir kimse, bir kadını nikahlayıp, ona cima´ ettikten sonra : «Ben, yemin etmiştim; eğer, dul kadın alırsam; işte o, üç talâk boş olsun diye» der ve devamla: «Ben. onun dul olduğunu bilmedim.» derse; bu ikrarı sebebiyle, talâk vâki olur. .

Sonradan, kadın bunu doğralarsa, dühuîdan önce boşamış oldu­ğu için nısıf (~ yarunJ mehir, ve duhul sebebiyle de mehr-i misil lâ­zım olur. Kadına da, bu cima1 sebebiyle, iddet lâzım gelir.

Kadına, nafaka yoktur.

Eğer kadın, kocasını yalanlarsa; kadına, bir mehir gerekir ve nafaka ile oturacak ev lâzım olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Duhulden önce boşanmış olan, dört kadına da, iddet bekle­me yoktur.

Harbi olan bir kadın, bizini yurdumuza güvenceli olarak girip, kocasını dâr-i harpde bıraksa; bir sözleşme ile iki kız kardeş nikâh-tensa; aralan fesh edilir.

Dörtten fazla o.İan kadınların, cem´i feshedilir. Hîzâne´de de böy­ledir.

Kadınların iddetleri, icma´ ile de sabittir. Timurtâşî´de de böyledir.

Bir kimse, karısını, bâin veya nc´î yahut üç talâkla boşasa veya talâksız olarak, araları ayrılsa; bu kadın, hür ve hayız gören bir ka­dın ise, bunun iddeti üç kuru´dur. C= üç hayızdır.) İster, hür müs-lüman olsun; isterse kitabiye olsun, müsavidir. Sirâcül - Vehhâc´da da böyledir.

Küçüklüğünden veya büyüklüğünden dolayı hayız görme­yenler için, iddet üç aydır. Nlkâye´de de böyledir.

Keza, bir gün kan görüpde, sonra görmeyenin de iddeti, ay hesabı iledir. Sahih olan da budur.

Üç gün kan görüp, sonra kanı kesilenin iddeti hayız iledir, her ne kadar hâli iyâse kadar uzasada böyledir. Itâbiyye´de de böyledir.

Cevâmiu´l-Fıkih´da : «Üç günden aşağı kan görenin iddeti, sahih olan kavle göre, ay hesabı ile belirlenir. Üç gün, kan görenin iddeti ise, hayız ile belirlenir. Gâyetü´s - Sürûeî´de de böyledir.

Keza, eğer, kadın küçük yaşta olursa, aylarla iddet sayar. Hayız olmaya başlayınca, ayların hükmü bâtıl olur; hayızla iddet başlar. Sirâcül - Vehhâc´da da böyledir.

Ölüm veya talâktan dolayı, ay hesabı ile iddcl beklemek vâcib olduğu zaman, ay başından başlayacaksa; —ay, otuz günden noksan olsa bile,— hilâle itibar edilir.

Eğer, ay içinde başlayacaksa; İmâm Ebû Hanîfe CR.AJ ve İmâm Ebû Yûsuf (R,A.) ´un bir rivayetinde, günlerin adedinde talâkda dok­san gün, ölüm de ise, yüz otuz gün muteberdir. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, karısını, ayın ilk yünü ikindi zamanı boşasa; o kadın, iddetini, ay hesabı ile beklemekte ise, iddetinde hilâle itibar edilir. Günün bir bölümünün geçmesinden dolayı, —ikinci, üçüncü günün girme hâlinin hilâfına— başkagünîerlc, onu tamamlamak ge­rekmez. Fetâvâyi Süğrâ´da da böyledir.

Bir kimse, karısını hayız halinde boşadığı zaman, bu hayız, kadının idde tinden sayılmaz; tam üç hayız iddet beklemesi lâzımdır. Zahîriyye´de de böyledir.

Cariyenin, müdebbereııin, ümm-ii veledin ve mükâtebeınn talâkda ve fesih de iddeti, —eğer hayız görmüyorsa,— bir buçuk ay­dır. Kâfi´de de holledir.

Bir kimse, şüphe yönüyle veya fâsid nikâhla cima´ eylese; koca­ya mehir lâzım olur. Kadına, hür ise üç hayız. Câriye ise, iki ha­yız iddet gerekir. Adamm Ölmesi veya aralarının ayrılması hâlinde de böyledir.

Eğer, kadın küçüklüğünden veya büyüklüğünden dolayı hayız görmüyorsa, hür olanın iddeti üç ay, cariyenin iddeti bir buçuk ay­dır. Gayetü´l - Beyân´da da böyledir.

Bir kimse, câriye olan ve önceden dâhil olmuş bulundu­ğu karısını satın alsa; nikâhı bozulur. Bu kadına iddet gerekmez. Kocanın, bu kadına, cima´ etmesi haram olmaz.

kadın, başkaları hakkında iddetli kadın gibidir. Başkası, o kadım iki hayız görene kadar nikâhlayamaz. Serahsîmn Muhıytı´nde de böyledir.

Bir kimse, kendisinden bir çocuğu olan, cariye karısını sa-tm ahp azâd ederse; kadına, üç hayız müddeti, iddet gerekir. İki hay-zmda, nikâhlıların kaçındığı gibi kaçınır. Bir hayzmda ise, bu şekil­de kaçınmaz. (Yâni, son hay/ında, ziynetini takınabilir.) Zahîriyye´­de de böyledir.

Bir kimse, câriye olan ve hayız gören karısını, satın alıp, azâd etse; azâd edildikleri.sonra, kadın iki hayız daha görmekle, id-detini tamamlar ve hür kadınların kaçındığı şeylerden kaçımı-.

Şayet, koca, onu, bâin bir"´talâk boşadıktan sonra satın alsa; mülk-i yemininde olduğu için vat´ı (= ciro ası) kocasına helâl olur. İki bâin talâk boşaması hâli ise, bunun lıiîafinadır. Bu durumda, ko­cası, başkası nikâhla- -adan önce, onu nikâhlayamaz. Eğer, iki hayz gördükten sonıa onu azâd ederse; nikâhtan dolayı kadına iddet yok­tur. Fakat, azâd etme iddeti vardır. Adamın, ondan bîr çocuğu olsa adama hadd yoktur. îtâbiyye´dc de böyledir.

Mükâlep olan bir koca, nikâhlısı olan cariyeyi satın alsa; ni­kâhı lasid ulma/. Mükâtcp, kitabet badelini Ödcyemezsc; nikâhları baki kalır. Egcv, kitabet bedelini Öder ve sonra da, kansını azad ederse; nikâh fâsid olur. Kadına iddet gerekmez. Fefâvâyi Kâdîhân´-da da böyledir.

Mükâteb bir kimse, câriye olan karısını satın alsa ve sonra da Ölse; kitabe! bedelini terekesinden Ödeseîer; Ölümden Önceki ni­kâhı fâsid ölür.

Fâsid nikâh hakkında, iki havız iddet, kadına vacip olur. Bu hâl, kadının o adamdan, çocuk doğurmadığı ve adam kadına dâhil olduğu zamandadır. Eğer, kadın, adamdan çocuk doğunmuşsa, üç hayz iddet bekler. Adam, kitabet bedeli bırakmadan Ölmüş; kadın da, ondan cecuk doğurmamış ise, kadının iddeti, iki ay bes «ündür. Serahsî´nin Muîııytrnde de böyledir.

Hayızla iddet bekleyen, kadının hayız müddeti on günse; gus-1 e iliği gün, hayız gününden değildir. Eğer, on günden aşağı ise, gıir sü> günü. hayız giinündendir.

.Eğer, kadın, kâfir ise, iki halele de. hayız günü değildir. Cima-sı, kocasına helâl olur. Iddelin son gününde ise, başkasına nikâb-îanması helâl olur. Sirasü´I - Yehhac´da da böyledir.

Kadının iddeü hayız il.c, hayız günleri de, on gün ulur; guslii, de hayız gününden olma:´.- kan binefsihi kesilmiş bulunursa; üç İv vız sonra, ric´at bâtıl olur. Kadın, kocasına helâl olur.

Koca, boşamamışsa, bu böyledir. Eğer,, hoşamışs.ı, başka ko­caya nikâhlanmasrcaiz olur.

Eğer, hayız günü on günden aşağı olur. Gusül yapmamış veya kâmil bir namaz vakti geçmemiş bulunursa; ric´at bâtıl olmaz. Ve bir başkasına nikâh da caiz olmaz. Bu, kadının müslüman olduğu zamandadır. Fakat, kadın ehl-i kitabdansa kanın bizzat kesilmesiy­le, nc´at bâtıl olur. Kocasına ciması helâl olur. Başkasına da, nikâ­hı caiz olur. Hayız müddeti, ister on gün olsun; isterse, daha az ol­sun müsavidir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Hamilenin iddeti, hamlini doğurmaktır. Kâfî´de de böyle­dir.

Hâmile hakkındaki hüküm, —ister iddet gerektiği zaman hâmile olsun; ister, iddet gerektikten sonra hâmile olsun,— değiş­mez. Feâvâyİ Kâdîhân´da da böyledir.

Bu hususta, kadın, ister hür; ister, câriye ister, müdebbe-rc, mükâtebe, ümm-ü veled, müstesât, müslüme, kitâbiyye... ne olursa olsun, hamilenin iddeti hamlini vaz ile biter. Bedâi´de de böyledir.

İddet, ister boşamayla; ister ölümle; ister mütâreke ile; is­terse, şüpheli cima´ ile olsun, müsavidir. Nehru´l-Fâık´ta da böyle­dir.

Hamlin nesebinin sabit olup olmaması ,da müsavidir. Bu hâl, hamile olan, zina ehli kadını nikâhlayanda olur. Sirâcü´t Veh­hâc´da da böyledir.

Hamilelik, ölümden sonra, iddet içinde meydana gelirse; Kerhı : «Bu, iddetin bitmesine bağlanır.» demiştir. Sahih olan ise, Ölümden önceye bağlanır ve çocuğun nesebi Ölen adamdan sayılır. Itâbiyye´de de böyledir.

Hamilelik sebebiyle iddet bekleyene, belirli bir müddet yok­tur. Boşanmadan veya Ölümden sonra, —ister bir gün, ister daha az bir müddette, doğum yapsın— (müsavidir) İddeti tamam sayılır. Cevfceretü´ıı - Neyyire´de de böyledir.

Asıl Kitabında : «Ölü şerirde t^yatağnıda) yatarken ka­rısı doğum yapsa; iddet tamamlanmış sayılır.» denilmiştir.

Bu iddetin sonbuİrna şartı : Doğan çocuğun hilkatinin belli ol­masıdır. Eğer hilkati belli olmazsa, (kan parçası, et parçasının düş­mesi g;bi onunla idde t tamamlanmış olmaz. Bedâi´de de böyledir.

İddet bekleyen kadın hâmile olduğu zaman, iki çocuk do-ğursa; iddeti, son çocuğun doğumu ile sona erer. Muhıyt´te de böy­ledir.

Eğer çocuğun çoğu çıkarsa, bilginler dediler ki : Eğer talak ric´î ise ric´at hakkı sona erer. Kocası o kadını İhtiyatın nikâh ede­mez. Çünkü helal olmaz. {F. Kâdıhan)

Hişam, İmâm Muhammed (R.A.)´in şöyle buyurduğunu nakle im işiir :

Bir kimse, hâmile olan karısını boşadığı zaman, eğer çocuk ayak tarafından veya başı tarafından çıkarsa; hüküm şu hale göre­dir : Başsız ayaklarla, gövdenin yarısı veya başla birlikte gövdenin yarısı çıkarsa; iddet sona erer.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur :

« Beden, topuklardan, omuzlara kadar olan yerdir. Zehıyre´de de böyledir.

Eğer kadın, hayızdan kesilmiş,, bir kadınsa; iddeti üç aydır. Fetâvâyi, Kâdîhâıı´da da böyledir.

Hayızdan kesilmiş bir kadın, ay hesabı ile iddetini bekler­ken; kan görse; idetinden geçen günler sayılmaz. Yeniden üç ha­yız iddet bekler. Bunun mânâsı, «adet kanını görünce iyâseüği ba­tıl oldu.» demektir. Sahih olan da budur. Hidâye´de de böyledir.

Sadrü´ş - Şehîd : Eğer görünen kan, hâlis ise, hayız kanı­dır. Onunla iyâselik hükmü bâtıl olur. Görünen şey bulanık veya yeşil renkte bir şeyse, o hayız olmaz.» demiştir. Muhtar olan kavil budur. Fetva da bunun üzerinedir. Sirâcü´I-Vehhâc´da da böyledir.

Mecmuu n - Nev&riÜ´de : Hayızdan kesilen kadın, ay hesabı ile iddetini bitirdikten sonra, bir kocaya vanr; orda ise, hayız gö­rürse, bazılarına göre nikâh fâsid olur. Fakat hâkim, hüküm verir­se; nikâh caiz olur. Nikâhtan sonra, kan görürse; nikâh fâsid olma/. (= bozulmaz.) Esahh olan ise, nikâh caizdir; hâkimin, hükmü şart değildir. Hulasa´da da böyledir.

Hayızdan kesilmiş olan kadın, aylardan bazısını bekledik­ten sonra hamile kalırsa; hamlini vaz edene (= doğurana) kadar bekler. Fetâvâyi Kâdîhâıı´da da böyledir.

Hür kadının ölüm iddeti, dört ay on gündür. İster cima´ edilmiş olsun, ister olmasın; ister müslüman, ister kitabî, işer kü­çük, ister büyük olsun; ister hayız görsün; ister görmesin; kocası, ister hür olsun ister köle olsun müsavidir. Bu müddet içinde hayız görsün görmesin fark etmez. Hâmile olduğu anlaşılırsa; hamlinin vaz´mı bekler.

Bu şekilde iddet, yalnız sahih olan nikâhda olur. Sirâcül -Vehhâc´da da böyledir.

Cumhur indinde muteber olan, hayzm en uzun müddeti, on ge­ce on gündüzdür. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Nikâhlı kadın câriye olur ve kocası Ölürse; onun iddeti, iki ay, beş gündür.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, müdebbere, mükâtebe, ünı-m-ü veled ve müstes´ât´ın hükmü de böyledir. Gâyetü´l - Beyân´da da böyledir.

Kocası gaip olan kadına, bir adam kocasının öldüğünü ha­ber verir; iki adam da, sağ olduğunu söylerse; eğer, öldüğünü habcı: veren adam, onun ölümüne şahit olmuş; cenazesinde bulunmuş âdil bir kimse ise, kadın, o andan iibâren iddet beklemeye başlar. İd­deti bitince de, kocaya gidebilir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyleediv.

Bir kimse, kocası gaip olan kadına, gelerek, kocasının Öldü­ğünü haber verse; o kadın ve ev ehli iyâli musibet ehlinin yaptığı­nı yapsa ve taziyeye başlansa; kadın iddetin tamamlayıp başka bir kocaya gitse ve o "da kadına cima ettikten sonra, başka bir adam gelerek, kadının kocasının sağ olduğunu söyleyerek : «Ben onu fi­lan yerde gördüm.» dese, kadının ikinci kocasıyla nikâhı ne olur Onunla kalması helâl olur mu Kadın ne yapar ikinci koca ne yapar

İmâm şöyle buyurdu :

Eğer, kadın önceki haberciye inanmışsa; ikinci haberciye inan­ması mümkün olmaz. Ve ikinci kocası ile aralarında olan nikâh bo/ulmaz. Her ikisinin de nikâhlarım kabul etmeleri gerekir. Nese-fiyye´de rîc böyledir.

Bir kimse, hayız gören ve her ikisine de cima eylediği iki karısından bizzat birisini boşadiktan sonra, adam Ölse; boşananın kim olduğu ise bilinmese; her ikisine´de Ölüm iddeti gerekir. Ve bu müddet içinde de, üç hayzı tamamlarlar.

Keza, iki karısından birisini, tayin etmeden (belirtmeden) üç talâk boşar ve açıklama yapmadan ölürse; her ikisine´de ölüm id-deti beklemeleri ve üç hayzı tekmil etmeleri gerekir. Fetâvâyi Kâ-dîhan´da da böyledir.

Bir kimse, karısına : -
Evli olan bir sabi (=çocuk) ölür ve ölümünden sonra da karısının hâmile olduğu anlaşılırsa; bu kadın dört ay on gün iddet bekler.- Şayet koca, kadın hâmile iken ölürse; kadın istihsânen, doğum yapana kadar iddet bekler. Her iki halde de, çocuk ölen sa­biye nisbet edilmez. Nesebi sabit olmaz. Hidâye´de de böyledir.

Bu kadının, sabinin öldüğü gün hâmile olduğu, ancak sabinin öldüğü günden itibaren, altı aydan noksan bir zaman için­de doğum yapması hâlinde bilinir. Ölümünden sonra hâmile oldu­ğu da, ancak, Ölümden altı aydan fazla bir müddetten sonra doğum yapması hâlinde bilinir. CâmiuVSağîr´de de böyledir.

înnîn bir kimse, karısı hâmile olduğu halde ölür; veya kadinın hamileliği, bu kocanın ölümünden sonra, meydana çıkar­sa; bu kadının iddeti doğum yapana kadardır. Zekeri kesik kim­seye gelince; bu şahıs, karısı hamile iken ölür veya hamileliği ölü­münden sonra meydana çıkarsa; bu hususta iki rivayetten birisi: Bu şahıs, nesebin sübûtünde ve iddetin oğumla son bulmasında, normal kimse gibidir. İkinci rivayette ise, o şahıs, sabi gibidir. Ccvheretüjı-Neyyire´de ide böyledir.

Evli olan bir deli ölse; kadının iddet beklemesi ve çocu­ğun nesebi hükmünde sıhhatli olan adam gibidir. Bahru´r-Râik´fa da böyledir.

Bir kimse, karısını boşadıktan sonra ölse; eğer talâk: ric´i ise, iddet ölüm iddetine dönüşür... t s ter sağlam iken, ister hasta iken boşasın, müsavidir. Boşama iddeti, yıkılmış olur. Talâk bâin veya üç talâk olursa yine böyledir.

Kocanın sıhhati halinde yapmış olduğu boşama sebebiyle, eğer kadın vâris olamıyor ise; iddet ölüm iddetine çevrilmez.

Eğer hasta iken yaptığı boşama sebebiyle, kadın vâris olur; sonra da, iddet bitmeden adam ölürse; kadın, hem vâris olur, hem de dört ay on gün iddet bekler. Bu müdetin içine, üç hayız dahildir.

Eğer kadın Ölüm iddeti içinde, üç hay/.ı Lamanı edemezse; hur­dan sonra tamamlar. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Mu-hamnıed (R.A.)´in kavlidir. Bedâi´de de böyledir. Bir mürted, irti-dâdi halinde öldürülüp; karısı, ona vâris olsa; kadının iddeti, iki müddetten en uzunudur. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)´e göre böyledir.

Bir ÜTîim-ü veledin kocası Ölse, veya unu a/âd cLse; bu kadının, iddeti üçhayızdır.Bu, iddet bekleyen olmadığı ve nikâh altında bulunmadığı zamandır. Bu kadına, iddet müddetinde, na­faka da yoktur.

Eğer, hayız görmeyen biriyse iddeti üç aydır.

Eğer, Ölen adam, bir cariyenin veya müdebberenin kocası olursa, yahut kocası onu azâd etmiş olursa, kadına bir şey lâzım elmaz. CYâni iddet gerekmez). Sirâcül-Vehhâc´da da böyledir.

Bir kimse, üram-ü veledini nikahladıktan sonra ölse; o kadın kocasının nikâhı altında veya kocasından talâk iddeti bek­liyor olsa; efendisinin ölümü sebebiyle, Ölüm iddeti "yokdur. Eğer efendisi, önce azâd eder; sonra boşarsa; bu kadın hür kadınlar gibi iddet bekler.

Bir koca, câriye olan karısını önce boşar sonrada onu efendi­si azad ederse; eğer talâk ric´î olursa; bu kadının iddeti hür ka­dınların iddetine çevrilir. Eğer, ta1 âk bâin ise, çevrilmez.

Cariyenin iddeii son bulduktan sonra, efendisi ölürse kadına ölüm sebebiyle üç hayız iddet gerekir.

Eğer hem efendisi, hem de kocası ölür ve kocasının önce Öldü­ğünü bilir ve ikisinin ölümü arasında iki ay beş günden fazla müd­det olduğunu da bilirse; bu durumda, o kadın iki ay beş gün iddet bekler. Bu idet, cariyenin kocasının ölüm iddetidir.

Eğer efendisi ölürse; iddet üç hayızdır.

Şayet, ikisinin ölümü arasında iki ay beş günden az bir mütl-dei varsa; yine, câriye, iki ay beş gün iddel bekler. Bu, kocasının ölüm iddetidir. Efendisi Ölünce,üzerine bir şey terettüp eylemez. JBedâi´dc de böyledir.

Bir iimm-ii veledin kocası ve eieudisi ölür; hangisininde önce öldüğü bilinmez; ölümlerinin arasında da, iki ay beş günden az bir müddet olursa; ihtiyaten, bu kadın, dört ay on gün iddet bekler.

Bu durumda, hayza itibar edilmez. İkisinin ölümleri arasında, iki ay beş gün .veya daha fazla müddet bulunduğu, bilinirse oza­nın, kadının iddeti, dört ay on gündür. Bu, müddet içinde de, üc hayzi tekmil eder.

Şayet, hangisinin önce öldüğünü aralarında ne kadar müddet bulunduğunu bilemiyorsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre dön ay on gün iddet bekler. Bu müddet içinde, hayız iddeli yoktur;, İroâmeyn´e göre, bu müddet içinde üç hayzi tekmil eder.

Kocası, onu rie´î talâk ile boşamışsa; kocasından, ona miras yoklııi". Mebsût´ta da böyledir.

EdebuI-Kâdî Kitabından :

Bu- koca, hayız görmeyen,´küçük karısını boşarsa; daha Önce bü kadına cima´ etmiş olur; karısı ise, kendinin misli cima´ yapı­lan birisi olursa; bu kadının iddeti, üç aydır.

Ebû Ali en-Nesefî şöyle buyurmuştur :

´Bu, kadın, mürahika olmadığı zaman böyledir.´

Eğer mürâhıka olursa, Ebû´I-Fazl: «Bunun iddeti, üç ayla so­na ermez; belki de, yapjJan eima´dau hamile olup olmadığının mey­dana çıkması için, bir müddet beklenir.» demiştir. Timurtâşî´de de böyledir.

Bir kimse, küçük olan karısını, boşadıktan sonra; üç ay dolmaya bir gün kalınca, kadın hayız görse; üç hayız beklemedik­çe, iddeti tamamlanmış olmaz.

Bir kimse, karısını rie´ı talâkla boşar; kadın, üç havı/. müddeti iddet bekler ve iddeti bitmeye bir tek gün kalınca kocası ölürse; o kadın, yeniden dür ay on gün daha iddet bekler. Gâyetü´l-Beyân´da da böyledir.

Boşanan bir kadın, bir veya iki hayız gördükten soma, hay/ı kesilse; yeniden üç ay iddet bekler. Fetâvâyi Kâdîhâıı´da da böyledir.

Bir kimse, nikahı altında bulunan bir cariyeyi ricı talâk­la boşadığı zaman, onu efendiside azâd eylese; iddeti hür kadınla­rın iddetine çevrilir.

Eğer hayız görmeyen bir kadınsa; üç ay iddet bekler. Şâyel hiiyız görüyorsa; üç hayız iddet bekler.

Fakat, kocası onu, hâin talakla veya üç talakla boşar yahut koca ölür; sonra da o kadın iddeti içinde azâd edilirse; iddeti, hür­lerin iddetine çevrilmez. Ya iki hayız, veya birbuçuk ay iddet bek­ler. Öîüm için de, iki ay beş gün iddet bekler. Haline göre, iddet bekler. Gâyetü´l-Beyân´da da böyledir.

Yaşı küçük bir câriye, cima´dan sonra boşansa, onun id­deti, bir buçuk aydır. İddeti biteceği sırada, bulûğa erişip hayız göıse; iddeti hayız iddetine intikâl eder ve iki hayız iddet bekler. Bu İddeti biterken de azâd edilse iddeti üç bayı/, olur. Bu iddeti biterken ise, kocası ölse; dört ay on gün iddet lâzım olur. Itâbîyye´de de böyledir.

ffi Talâk ( = boşama) iddetiniıı başlangıcı, boşamanın hemen arkasından başlar.

Ölüm iddetinin başlangıcı da, ölümün akabiclir. Eğer kadın boşandığını veya kocasının öldüğünü bilmiyorsa ve iddet müddeti de geçmişse; bu kadının iddeti sona ermiş olur. Hidâye´dc de böy­ledir.

Fâsid nikâhda iddet, ayrılığın akabinde veya cima´ edicinin cimaVııu terk etmeye azmettiği /amanda başlar. Hidâye´de de böy­ledir.

Bir kimse, daha önce karısını boşadığını, ikrar eder; ka­dın da, onu doğrular veya yalanlar yahut: «Ben bilmiyorum» der­se; bu durumda, iddet, adamın ikrar eylediği zamandan itibaren başlar. Muhtar olan budur. Kitab´da İmâm Muhammed CR.A.) : «İddet, talâk vaktmdan itibarendir.» buyurmuşur.

Yalnız, müteahhirîn, iddetin ikrar vaktmdan iibâren olduğu­nu, ihiyar etmişlerdir. Hattâ, o adam için, boşadiğı kadının kız kar­deşini nikahlaması,—talâkını sakladığından dolayı—, helâl olmaz. Fakat, bu kadının nafakasını ve oturacağı evi temin, kocanın üze­rine vâcib olmaz. Fetâvâyi Sugra´da da böyledir.

Bir kimse, beraberinde duran karısını, üç talâk boşasa; eğer, talâkı ikrar etmişse iddet sona erer. İnkâr ederse, iddet, ikrar vaktinden itibar olunur. İkisini de böyle işten kaçındırmak için, bu böyle olur. Muhtar olan kavil de budur. İtabiyye´de de böyledir.

Bir kimse, karısını üç talâk boşayıp, bunu halktan sakla-sa; bunun üzerine kadında, iki defa hayız görse ve kocası kadına cima´ etse; kadın hâmile kaldıktan sonra; boşadığını ikrar edip söylese; hamileliği boyunca; nafakasını vermesi gerekir. Çünkü, onun iddeti, hamlini vaz edince sona erecektir, Fetâvâyi Kübrâ´da da böyledir.

Bir kimse cima´ eylediği karısına : «Her hayız olup ve icmizlendikçe, artık, sen boşsun.» dese, kadın da üç defa hayız ol­sa; iddet, önceki talâk vaktinden itibârendir. Fetâvâyi Kâdihftn´da da böyledir.

Bir kimse karısını boşadıktan sonra; bunu inkâr karısı da, taîâkı isbât eder; hâkim de, aralarının tefrikine hükmederse, gerçekten iddet, hüküm vaktinden değil, talâk vaktinden itibâren­dir. Hulâsa´da da böyledir.

Bir cinsten veya iki cinsten olan, iki iddet, bize göre, bir müdette sona erer.

Birincinin şekli: Boşanmış kadın, bir defa hayız olur; sonra başka bir kocaya varır; ikinci koca, ona cima´ yapar ve araları açılır; bu ayrılıktan sonra, iki hayız daha görürse; birinci kocasın­dan iddeti sona erdiği için, ikinci kocasına nikâhlanabilir; ayrılıklan itibaren üç hayız görene kadar, başka birine nikâhlc.namaz. Çünkü, başkaları hakkında, ikincinin iddeû duruyor demektir.

Eğer, önceki talâk ric´î talâk ise; birinci kocası, ikinciden ay­rıldıktan sonra iki hayız görmeden, tekrar o kadına müracaat ede­bilir.

Eğer ikinciden ayrıldıktan sonra, üç hayız görürse, iki iddette sona ermiş olur.

İkinci şekil: Kocası ölen kadın şüphe ile cima´ yapılırsa; birîn-. ci idd&t, dört ay on gün sonra sona erer. İkinci iddet ise, üç hayız görünce tamam olur. Fetâvâyi Kâdîhan´da da böyledir.

Bir kimse, karısını bâin bir talâk veya iki talâk boşadık­tan sonra, haram olduğunu ikrar ederek, o kadına cima´ ederse; kadına, yeniden iddet beklemek gerekir. Böylece iddetler birbiri­nin içine girerler. Birinci cima´nin iddeti sona erince ikincinin İd­deti vardır. İkincininki, sona erince de, üçüncünün iddeti bâkika-hr. Hattâ, bu hal üzre, kadını boşasa talâk vâki olmaz.

Artık, aslolan: Boşandıktan sonra, iddet bekleyen kadına, ta­lâk lâhık olur. ( = yetişir.) Cima´dan sonra iddet bekleyene talâk ulaşmaz.

Fakat, üç taîâk ile boşanan kadına kocası haramlığım bile bi­le iddeti içinde cima´ eder ve haram olduğunu da ikrar ederse; id­det yeniden başlamaz; devam eder. Fakat, erkekde, kadın da recm edilirler.

Keza, kadın : «Ben, haram olduğunu bildim.» der; kendinde de ihsan şartları bulunursa, recm olunurlar.

Şayet, şüphe iddia eder ve: «Ben, helâl olduğunu sandım.» derse; her cima´nin iddeti yeniden başlar ve bir birinin içine girer. Bu takdirde, kadın nafakaya hak sahibi olamaz. Bu söyleediğimiz, talâkı ikrar ederek, cima´ eden içindir.

Fakat, talâkı inkâr ederse; işte o, iddete yeniden başlar. Ze-hıyre´de de böyledir.

Bir kimse, karısını, üç talâk boşasa; bu kadını, obanda, bir başkası nikâhlasa ve cima´ yapsa; sonra bunların araları tefrik edilip ayrüsalar; kadın, her ikisi için de, üç hayız iddet bekler. Na­fakası da, oturacağı evde, önceki kocasına âiddir. Fetâvâyi Kâdî­han´da da böyledir.

Bir kadın, Ölüm iddetinde, kocaya gider; ikinci kocasıda ona cima´ ettikten sonra; araları ayırt edilirse; kadın, önceki ko­cadan geride kalan iddetini dört ay on güne tamamlar. Üç hayız da, ikinci kocasından bekler. İkinci kocadan ayrıldıktan sonraki hayız günleri, ölüm iddetinden sayılır Mî´râcü´d-Dirâye´de de böy­ledir.

Bir. kimse, mal veya başka bir şey karşılığı, karısını bo-şar; sonra da, iddeti içinde, aynı kadına cima´ eder; bunu da, ha­ram olduğunu bile bile yaparsa; her cima´nın iddeti yeniden baş­lar. Ve iddetîer iç içe girerler. Bu hususta kadına nafaka yoktur. Kerderî´nin VecÎ2İî´nde de böyledir.

Ehl-i kitap olan bir kadın, bir müslümanın nikâhı altın­da olursa; bu kadın hür ise; müslüman hür kadın gibidir. Câriye ise; câriye gibidir.

Eğer, zimmînin nikâhı altında olursa; kocası ölünce, bu ka­dına iddet bekleme yoktur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye göre, din­lerinin ayrı olması halinde de bir fark yokdur. İmâmeyn´e göre, bu kadına, iddet bekleme vardır. Sirâcü´I-Vehhâc´da da bövledir. [29]

14- HIDÂD (=KADININ YAS TUTMASI)

Hıdâd ( = Kadının Yas Tutması)

Kocasından ayrılmış (=boşanmış veya kocası ölmüş) ka­dın, bâliğa, müslüman olduğu zaman iddeti içinde yas tutar. Kâfî´-de de böyledir.

Iİıdâd : Güzel koku sürünmek, yağlanmak, sürmelenmek, kına yakınmak saç boyalamak, güzel, sarı ve kırmızı elbise giymek (za´feran ile boyanmış elbise giymek yıkanmış olursa müstesna) ince keten ve ipek elbise giymek, gerdanlık, bilezik gibi takılar takınmak, süslenmek ve taranmak gibi şeylerden kaçınmaktır. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Şerasü´l-Eimme : «Bu söylenen elbiselerden murad, taze ve süslü olanlarıdır. Fakat eğer eski olur da, onlarla süslenilmez ise, onları giymede bir sakınca yoktur.» demiştir. Muhıyt´te de böy­ledir.

Tarağın, seyrek dişli tarafı ile taranmasında bir ebis yok­tur. Sık dişli tarafıyla taranmak mekruhtur. Çünkü, bu ziynet olur. Fetâvâyi Kâdîhan´da da böyledir.

Ancak bu kaçınma, serbest haldeyken olur. Şayet zaruret halinde olursa o zaman bir beis olmaz.

Başından şikâyeti olan veya gözü ağrıyan kadının, başını yağ­layıp gözüne sürme çekmesinde sakınca yoktur. Fakat bununla ziynet kasbedilmeyecektir. Kâfî´de. de böyledir.

Şayet, başım yağlanmayı âdet edinmiş ve bunu terk edin­ce, başının ağrıyacağından korkarsa, bu durumda da yağlamasın­da bir beis yoktur. Muhıyt´te de böyledir.

İpek elbise giyinemez. Çünkü onda ziynet vardır. Zaruret hâli müstesnadır. Aşı üe boyanmış elbise giymesi de, helâl olmaz. Siyah boya ile boyanmış elbise giymekde bir beis yoktur. Tebyîn´-de de böyledir.

Kadm fakir olur ve boyalı tek bir kat elbisesinden başka giyeceği olmazsa, zarurete binâen, onu giymesinde sakınca yoktur. Bunuda ziynet kasdiyle giymemelidir. Tahâvî Şerhi´nde de böyle­dir.

Yas tutmak, küçüğe, deliye, yaşlıya, kitab ehline, fâsid nikahdan iddet bekleyene, ric´î talâkla boşanan kadına icab ey­lemez. Bu bize göre bönledir. Bedâi´de de böyledir.

iddet beklerken irndâd eden bir kadın, eğer tekrar müs­lüman olursa; iddetinin kalan günlerinde yas tutar. Cevheretü´n-Neyyire´de de *´Valedir.

Nikâhlı olan Câriye, kocası Ölür veya bâin talâkla kendisi­ni boşarsa, yas tutar. Müdebbire, ümm-ü veled, mükâtebe, müstes´-ât´da bu durumlarda yas tutarlar.

Efendisinin ölümünde veya kendisini azâd etmesi hâlinde, ümm-ü veled yas tutmaz. Şüphe ile cima´ olunmuş kadın da yas tutmaz. Fethu´l-Kâdîr´de de böyledir.

Kocası ölen veya boşanan kadm, iddet beklerken, bir ya­bancının açıktan açığa, onunla evlenme talebinde bulunması caiz olmaz. Bedâi´de de böyledir.

k MJda boşanan kadına, kapalı söz söylemek de, bü-icmâ nıemnuaur. Bize göre, bâin talâkla boşanana da memnudur. Kapah söz, yalnız kocası ölen kadına mahsusdur. Gâyetü´s-Sürûcf-

de de böyledir.

(=kapah sözlün şekli: Kadına: «Ben evlenmek isti­yorum.» veya «Şu şekilde olan, kadını seviyorum.» der ve ayin kadmın şeklini söyler; veya «Sen, ne iyisin; ne güzelsin.» «Sana hay­ranım.» «Senin gibisi yoktur.»; «Allahu Teâlâdan, seninle benim aramı birleştirmesini rica ediyorum; eğer AHah takdir eyledi ise, o olur...» gibi sözler söylemekdir. Sirâcül-Vehhâc´da da böyledir.

Kadın, sahili nilcshdan iddet bekliyen, hür, boşanmış, bâ-liğa, akıllı, müslüman hâli de serbest ise; bu kadın, gece ve gün­düz dışarı çıkmaz. Talâk ister üç, ister bâin, isterse ric´î olsun mü­savidir. Bedâli´de de "böyledir.

Kocası ölmüş olan kadm, gündüzleri ve bâzan de gece­leri dışarı çıkabilir. Evinden başka yerde de, geceleyebilir. Hidâ-ye´de de böyledir.

Fâsid nikâhla nikâhlı kadm, iddet beklerken kocasının yasakladığı hariç, dışarı çıkar. Bedâfde de böyledir.

iddet bekleyen kadın, câriye ise, efendisine hizmet için dışarı çıkar. İddetin, ölüm, hulû´, boşama için olması da farket-mez. Talâkm, bâin veya ric´î olması da müsavidir.

Eğer, iddeti içinde azâd edilirse, geri kalan günlerini, hür ka­dınlar gibi bekler. Kudûrî´de:«Eğer, o cariyeyi, efendisi çıkarmak istemezse; oda çıkmaz. Efendisinin çıkarması müstesnadır. Mü-debbere, ümm-ü veled mükâtebe, dışarı çıkmada câriye gibidir­ler.» denilmiştir; Muhıyt´te de böyledir.

Müstes´ât, İmâm Ebû Hanîüe (R.A.)´ye göre; mükâtebe gibi­dir.

Ehl-i kitaba gelince, kocasının izniyle dışarı çıkması helâl olur. Başkasının izniyle çıkamaz. Talâk, ister ric´î; ister bâin; ister üç talâk olsun, müsavidir. Ölüm iddetinde de böyledir. Evinin hari­cinde başka bir yerde de geceleyebilir. Mebsûtta da böyledir.

Bu kadın, iddeti içinde müslüman olursa; geride kalan günlerini hür müslüman kadın gibi geçirir. Kocasının da, başkası­nın da izniyle dışarı çıkmaz.

Sabiyeye gelince, eğer talâk ric´î ise, kocasının izniyle dışarı çıkabilir. Başkasının izniyle çıkamaz. Talâk, bâin ise, kocasının izni olsa da olmasa da çıkabilir.

Ancak mürahaka ise, o takdirde, kocasının izni olmaksızın dı­şarı çıkamaz. Muhıyt´te de böyledir.

Efendisi, ümm-ü veledi azâd ederse, o dışan çıkabilir. Mecnûn ve bunak olan kadın da kitabiye gibidir. Gâyetü´s-Sürûcî´-de de böyledir.

Mecûsî olan bir kadının kocası, sonradan müslüman olsa, ka­dm ise, İslâm´dan kaçınsa ve araları açılsa, kocası ona dahil ol­muşsa iddet gerekir. Kadın dışarı çıkabilir. Yalnız, kocası ister­se onu, suyunu korumak için, men edebilir. Kadından kocesı böy­le bir istekde bulunursa kadm onu kabul eder.

Müslüman bir kadın, kocasının oğlunu öpse ve kocasıyla araları ayrılsa; bu cima´dan sonra olmuşsa, kadına iddet lâzım olur. Ve kadının evinden çıkmaması îcâbeder. Bedâi´de de böyle­dir.

Bir kadın, iddet nafakası şartı ile kocasından boşansa ve nafaka temini için dışarı çıkma ihtiyacı bulunsa; bu hususta, ba­zı âlimler : «Ölen k anın karısı çıkar.» dediler. Bâzıları da : «Çık­ma hakkı yoktur.» dediler. Muhtar olan da budur. Fetâvâyi Kâdî-hân´da da böyledir.

En doğrusu da budur. Serâhsî´nin Muhiytı´nde de böyledir.

İddet bekleyen kadın, Ölüm veya ayrılığın vuku bulduğu ve kendine izafe edilen evde, iddetini bekler. Kâfî´de de böyledir.

Kadın, ehli iyâlini ziyaret ediyor olsa veya evinden hariç bir evde bulunsa; boşama zamanı, kocası emrederek, zaman geçmeden evine dönmesini ister. Ölüm iddetinde de böyledir. Gâyetü´l-Beyân´-de de böyledir,

Kadın, ölüm iddetinde evinden çıkmaya mecbur kalırsa; (evin yıkılmasından veya malının zayi olmasından korkması veya evin icâr´i olup icarını Ödeme gücünün olmaması gibi...) bu tak­dirde, evden çıkmasında bir beis yokdur. Eğer, icar vermeye gücü yeterse, çıkmaz. Eğer, ev kocasının olur ve kocası da Ölmüş bulu­nursa; kadın, o evde, kendi hissesinde oturur. Eğer, kendine, otıv masına yetecek bir hisse, isabet ederse, ve mahremi olmayan vâris­lerinden kendisini setredecek halde olursa, öyle yapar, (aynı ev­de oturur). Hidâye´de de böyledir,

Eğer diğer vârisüerin haklarında ücretle oturuyor ve ücret vermeye de, gücü yetiyorsa, yine orada oturur. Başka yere naklet­mez. Mecmâu´l-Bahreyn´de de böyledir.

Özründen dolayı nakleydiği zaman, nakleylediği ev, «on­dan çıkması haram dan ev» menzilinde olur. Bedâi´de de böyle­dir.

Kadın köyde duruyor ve bir korkuyla karşılaşıyorsa; şehre gitmesine, genişlik vardır. Mebsût´ta dr: böyledir.

İddet bekleyen bir kadın, yalnız başına bir evde duruyor; hırsızdan ve komşularından korkmuyor; ancak, orada gecelemek­ten korkuyorsa ve korkusu fazla değilse, o yerden nakleylemez. Eğer, fazla korkuyorsa, nakletme hakkı vardır. Fetâvâyi Kârîîhan´-da da böyledeir.

İçinde iddet beklenen ev yıkılırsa; ölüm ve bâin talâk id-deti hakkında, yer seçmede tedbir lâzımdır. Bu işi, koca gaip ise, kadın yapar. Boşamalarda, koca hazırsa, koca yapar. Muhıyt´te de beyledir.

Bir kimse, karısını, üç talâk veya bâin bir talâk boşasa; tek bir odadan başka da evi olmasa; halvet vâki olmaması için, aralarına bir perde çekmeleri uygun olur.

Koca, fâsık olduğu için, kadın, ondan korkarsa, oradan çıkıp, başka yerde oturur.

Ancak, kocanın çıkıp, o evi karısına terk etmesi daha ev´â el ur.

Şayet hâkim, hür ve güvenilir bir kadım, o kadınla berber bırakırsa; bu en iyisidir. Muhıyt´te de böyledir.

Bir adam karısını bâdiyede boşasa, kadın kccası ile bir çadır­da duruyor olsa, kocası et ve su için başka yere gitmek istese, ka­dımda nakledebilir mi Bakılır eğer o yerde kalmasında kadının nefsine ve malına zarar gelecekse kocası onuda nakleder değilse orda bırakır. (Zehîrei

İddet bekleyen kadın, yolculuğa çıkamaz. "Hacca gide­mez. Kocasıyla da gidemez. Bize göre, böyledir.

Beraber yolculuğa çıksalar bile, kocası ric´at istemedikçe, ric´at etmiş olmaz. Fetâvâyi Kâdîbân´da da böyledir.

İddet beküyen bir kadın, evin salonuna ve balkonuna çı­kar ve evin içinde istediği yerde yatar. Ancak, aynı yerde başkası da oturuyorsa; onun menziline çıkamaz.

Kan—koca yolculuğa çıktıktan sonra, adam, karısını bâin ta­lâkla veya üç talâkla boşasa; yahut, koca Ölse, kadının maksadı, az bir yolcultfksa; dilerse devam eder; dilerse, geri döner. Bu hal, ister şehirde; ister, şehrin dışında olsun değişmez. Yanında mahremi bulunsun veya bulunmasın, yalnız dönmesi evlâdır. Çünkü, iddet kocanın evinde olacaktır.

Her kişi de, yolculukda olur ve sahra da bulunurlarsa; diler­se kadın, mahremli veya mahremsiz, geri döner; dilerse, devam eder. Dönmesi evlâdır.

Eğer, şehirde iseler, kadın mahremsiz çıkmaz. İmâm Ebû Ha-nîfe (R.A.)´ye göre mahremi varsa, böyledir. İmâmeyn´e göre, çı­kar.

Bu kavil, İmâm-ı A´zam´ın önceki kavildir. İkinci kavli ise daha açıktır.

Talâk, ric´î ise, kadın, kocasına tâbi olur ve ondan ayrılmaz. Kâfî´de de böyledir. [30]

15- NESEBİN SUBÛTU

Nesebin Sübûtu


Âlimlerimiz, nesebin şu üç mertebede, sübûta ereceğini ( = açiğa çıkıp, sabit olacağujı beyan etmişlerdirSmile

Birinci: Sahih nikâh ve c mânada olan fasih nikâh. Bunda hü­küm : Dı´vesiz[31] nesebin sabit olmasıdır. Sadece, nefyedip, kabul etmemekle, tart edilmez. Ancak, liân sebebiyle tart edilir. Karı— koca arasında lânetleşme olduysa; senep nefyedilir. LâneÜeşme olmadıysa nesep reddedilmez. Muhıyt´te de böyledir.

İkincisi: Ümm-ü veled. Bunda hüküm : Nesebin dı´vesiz- sabit olmasıdır. Bu, yalnız nefy sebebiyle, reddedilir. Zahîriyye´de de böyledir.

Nihâye´de şöyle zikredümişitr: Hâkim çocuğun reddine hüküm vermez veya aradan uzun müddet geçmezse, koca nefy et­me hakkına sahip olur. Fakat, hâkim hükmeder veya aradan uzun süre geçerse; çocuk, kocaya ilzam edilir Tebyİn´de de böy­ledir.

Âlimler : «Ancak, ümm-ü veledin çocuğu dı´vesiz olarak sâ-hit olur. Ancak, bunun efendisine helâl olması ve onun da buna ci­ma, etmesi gerekir. Fakat, helâl olmadığı zaman, dı´vesiz olarak nesep sabit olmaz.

Ümm-ü veledi, efendisi mükâtebe eyler veya câriye iki kişi arasında ortak bulunur ve onların birinden çocuk doğurursa; bu durumlarda dı´vesiz, nesep sabit olmaz ( — Asıl baba meydana çık­maz.) Zahûiyye´de de fcöyledir

Keza, cariyesine, babasının veya oğlunun cima´sı sebebiy­le; veya kendisinin, o cariyenin anasına veya kızma cima´sı sebe­biyle; bu cariyeye, cima´ yapması haram ise, dı´vesiz olarak, o ca­riyenin doğurduğunun nesebi sâbitolmaz. ( = Ash, belli olmaz.) Ih-tiyâr´da da bejdedir.

Üçüncüsü : Câriye : Bize göre, cariyenin doğurduğu çocu­ğun nesebi, dı´vesiz olarak belli olmaz. Zâhîriyye´de de böyledir.

Müdebbirenin hükmü, cariyenin hükmü gibidir. Efendisi­nin dı´vesi* olmaksızın, doğurduğu çocuğun nesebi belli olmaz. Nihâye´de de böyledir.

Bir kimse, cariyesine, azil yapmaksızın cima´ ederse, o cariyenin doğurduğunu reddetmesi, o adama helâl olmaz. Gerçek durum, Allahu Teâlâ ile kendisi arasındadır. O adamın, çocuğu iti­raf etmesi lâzımdır. Eğer, azil yaparsa; reddi caiz olur. İhtiyaride d;j böyledir.

Bir kimse, bir kadın nikâhlar; o kadın da, nikâhdan son­ra, altı ay geçmedan, bir çocuk doğurursa; bu çocuğun nesebi (=ash) belli olmaz.

Eğer, altı ay veya daha fazla bir müddet geçtikten sonra do­ğurursa, kocası sussa da, itiraf etse de, çocuğun nesebi; ondan olarak sabit dur. Eğer, koca doğumu inkâr ederse; tek bir kadı­nın, doğuma şahit olması kâfi, gelir. Hidaye´de de böyledir.

Bir kadın, doğurduğu çocuğun birini, nikâh vaktinden iti­baren altı aydan birgün noksan, diğerini de, bir gün sonra doğu­rursa, o iki çocuğun aslı belli olmaz. Itâbiyye´de de böyledir.

Burda aslolan: Bir kadın ki, ona iddet gerekmez; bu ka­dının çocuğunun nesebi, kocasından sabit olmaz. Ancak, koca ken­dinden olduğunu yakînen bilirse, o müstesnadır. Kadın, altı aydan daha kısa bir müddette oğursa bile, bu böyledir. .__ Bir kadın ki, iddet ona vâcib olur; işte o kadıma, doğurduğu çocuğun, kocasından olduğu sabit olur. Ancak, koca yakinen bi­lirse ki, bu çocuk, kendinden değildir; o müstesnadır. Boşanmış bir kadının, iki yıldan sonra, doğurması gibi...

İşte, bu böyle olunca biz deriz ki : «Bir adam, ona cima´ eyle­meden önce, karısını boşasa; sonra da o kadın talâk vaktinden sonra, altı aydan Önce, doğum yaparsa; neseb sabit olur. Altı ay veya daha fazla bir müddetten sonra oğum yaparsa; nesep sabit olmaz.

Bir kimse, yabancı bîr kadına; «Seni, nikahladığım zaman , işte, sen boşsun.» O kadını nikâhlasa; talâk vâki olur.

Sonra, bu kadın altı ay tamam olunca, bîr çocuk doğurursa, ıesep sabit olur. Şayet, nikâh vaktinden itibaren altı aydan az bir mamanda, doğum yaparsa; nesep sabit olmaz.

Cima´dan sonra boşamış olursa; iki seneye kadar yapılan do­rum, nesebi belli olur. Ve doğumla iddet biter.

Eğer, iki seneden sonra doğum yapar .ve taJâk da rıc´i olursa; /ire nesep ´sabit ulur. Koca o kadına müraacat edebilir.

!"ğer, talak bâin ise, koca di´ve etmedikçe sabit olmaz.

Eğer koca, dı´ve ederse; nesebin sabit olması kadının tas­dik edip etmemesine ihtiyaç varandır

Burada iki rivayet vardır. Rivayetin birinde. Buna ihtiyaç yok­tur, denilmiştir. Bu, karısını boşadığı vakit, duhûlden önce veya sonra, kocanın ölmesi ve karısının da, kocanın ölümünden sonra, iki seneye kadar doğum yapması hâlidir Bu durumda çocuğun, o adamdan olduğu, sabit olur.

Çocuk, ölüm vaktinden sonra, iki senden ziyâde bir zamanda, doğursa; neseb sabit olmaz. Bunun tamamı, birbirine yaklaşma­dıkları, ve kadının büyük olduğu vakittedir. Bu durumda, kadın hayız gören bir kadın oîsun veya olmasın müsavidir.

Fakat, kadın küçük olur. kocası da onu boşar, bu cima´ yap­madan önce olur; kadın da talâk vaktinden itibaren, altı aydan az bir müddette çocuk getirirse; nesep sabit olur.

Eğer, altı aydan fazla bir müddette, çocuk getirirse; nesep sa­bit olmaz. Cinıa´dan sonra, boşadığı takdirde, kadm hamile olduğu-, nu iddia eder; talâk da, ric´i olursa; yirmi yedi aya kadar, neseb sabit olur.

Talâk bâin olursa; iki seneye kadar neseb sabit olur.

Kadının, iddetinin sona erdiğini ikrar eder; sonra da bir çocuk getirişe; bu da ikrar vaktinden itibaren, altı aydan az zamanda o-Lursa; neseb sabit olur. Bu müddetten fazlada, olursa; neseb sabit olmaz.

Şayet, dı´ve etme/, ve susarsa; imam Ebü Hanife (R.A.) ve İmam Muhammed (R.A.)´e göre susması ikrar yerinde olur. İmam Ebü Yusuf (R.A.)´a göre İse, gebelik divesi gibi olur. Tahâvî Şerhi´nde ´le böyledir..

Ka.dm ölüm iddetinde «Ben hamile. değilim.» der; bir gün sonra da.« Ben hamileyim.» derse kadının sözü geçerlidir.

Eğer, dört ay on gün sonra : «Ben hâmile değilim» der sonra da:« Ben hamileyim." derse; sözü kabul edilmez. Ancak, kocasının ölümünden sonra, altı aydan az bir zamanda, bir çocuk getirirse; bu sözü kabul edilir. İddetinı bitti, sözü batıl olur.. Fetâvayi Kadi-han´da da böyledir.

Kocası vefat eden küçük bir kadın, hâmile olduğunu söy­lerse, o, büyük kadın gibidir. İki seneye kadar, doğuracağı çocuğun nesebi sahilidir. Çünkü, kadının sözü mutaberdir.

Eğer, dört ay ongun sonra, iddetinin bittiğini ikrar eder, son­rada altı aydan fazla geçtiği halde doğum yaparsa; nesebi sabit olmaz, ve eğer hâmile olduğunu iddia etmez; iddetinin sona erdiğin­de ikrar etmese, İmam Ebü Hanİfe CR.A.) ve İmam Muhammed (R.A.)´e göre on ay on günden aşağıda doğum yaparsa; neseb sa­bit olur. değilse olmaz. Tebyin´dede böyledir.

Kocasından ayrılmış olan bir kadın, - birini iki seneden az zamanda; diğerini, iki senden çok zamanda; - iki çocuk doğursa; bu iki doğumun arasında da bir gün olsa, İmam Ebü Hanife (R.A.) İmam Ebü Yusuf (R.A.)´a göre, çocukların nesebi sabit olur. Za-hiriyye´de de böyledir.

Çocuğun bir kısmı, iki seneden az müddete; kalan kismı-da iki yıldan fazla müddet içinde çıksa; iki seneden az müddette çıkan kısmın bedenin yarısı ise, neseb sabit olur. Ayak tarafından çıkınca bedenin çocuğu ise, neseb sabit olur. Bunu, İmam Muham­med (R.A.) söylemiştir. Fethu´l- Kadir´de de böyledir.

İddet bekleyen kadın, bâin talâkla boşanmış veya kocası ü.müş bir kadın olur ve ik" seneye kadar, bir çocuk getirir; kadı­nın kocası veya ölünün veresesi, doğumu inkâr ederler; kadın da bunu iddia eder; kocası hamli ikrar etmez ve hamil de belli olmazsa neseb sabit olmaz. Ancek, iki şahidin şehâdetiyle veya .bir erkek iki. kadının şehâdetiyle nese´b sabit olabilir. Bu, İmam ´Ebü Hanife (R.A.)´nın kavilidir. Eğer, koca hamli ikrar eder veya hami açık olursa; bu durumda, doğurmada, kadının sözü, muteberdir. Ebe kadın, şahit olmasa bile, İmam Ebü Hanife (R.AJ´nın kaviline gö eğer iddet bekleyen kadın, ric´i talâkla boşanmış bir kadın ise, onun sözü muteberdir. Bedâi´de de böyledir.

Şayet, koca, bunun gayrisini söylerse; sözü kabul edilmez Vârisler, ölüm iddeti bekleyen kadını tasdik ederse; doğan çocuk onlara göre ölenin çocuğudur ve o da vârisdir. Bu, irs hakkında açıktır. Çünkü, o hâlis veresidir. Kâfî´de de böyledir.

Bir kimse, iddet bekieyen bir kadım nikâhlar; kadın da kendisini boşar veya ölen adamın vefamndan sonra, iki seneden az müddet içinden, veya ikinci kocaya nikâh oluğundan itibaren altı eiydan az müddet, içinde; bir çocuk doğurursa bu çecuk, önceki ko­canındır.

Eğer, kendisini boşayan veyahut Ölen adamdan iki sene sonra veya ikinci adamın nikâhından itibaren, altı aydan fazla bir rnüd-öette doğurmuşsa; çocuk, ikinci kocanındır; ve nikâh da caizdir. Eğer, kadın, birinci kocasının ölümünden veya boşanmasından itibaren iki yıldan fazla veya ikinci kocasının nikâhından itiba­ren altı aydan az bir müddet içinde doğurursa; çocuk birinci kocanın da ikinci kocanın da olmaz. Bu durumda ikinci koca­nın nikâhı caiz olur mu İmâm Ebû Hâr-ife (R.A.) ve İmâm Mu­hammedi (B.A.)´e göre bu caiz olur: Bu hâl evlenmeden, önce iddeti içinde evlenip evlenmediği bilinmediği zamandır. Eğer bu bilinirse; ikinci nikâh fasiddir. Bu durumda kadın, bir çocuk doğurursa; o çocuk önceki kocasmdandır. Eğer önceki ( ~ kendini boşayan veya ölen) kocasından senra iki senedan aşağı bir za­manda doğurduğunu isbat mümkün olursa bu böyledir. İkinci kocanın nikâhından sonra, altı aydan fazla bir zaman geçince, doğurursa yine böyledir. Çünkü, ikinci nikâh fasiddir. İmkân ölçüsünde, neseb, sahih firaşa[32] mal edilir.

Eğer, nesebin, Önceki kocaya isbâtı mümkün olmaz; ikinciye mümkün dursa; nesebin ikinciden olduğu sabit olur. ŞÖyleki eğer birinci kocasının ölüm veya boşanmasından itibaren, iki seneden fazla bir müddette ve ikinci nikâhtan itibaren altı aydan fazla bir müddette doğurursa-, her ne .kadar nikâh fâsid isede, çocuk ikinci kocanındır.. Bedâi´de de böyledir.

Bir kimsenin nikahladığı bir kadın, hilkati belli bir düşük yapsa eğer bu, dört ayda olduysa, nikâh caizdir. Nesebin sahih ve ikinci kocaya ait olduğu anlaşılır. Eğer, dört aydan bir gün noksan olsa, nikâh caiz olmaz Bahru´r- Râık´ta da böyledir.

Bir adanı, bir kadınla evlenir; kadın da bir çocuk doğurur ve aralarında ihtilaf çıkıp koca : «Ben, seni şu avdan beri nikahla­dım.» karısı ise. «Hayır, şu aydan beri nikahladın» derse: artık ço­cuk sabitü´I - nesebidir ve o kocadandır. Zahiriyye´de de böyledir.

İmâm Muhammed ve Ebû Yûsuf (R.A)´e göre yemin ettirilir. Ebû Hanife (R.A ) buna muhalefet etmiştir. (Kâfi)

Bir şahsın nikahladığı kadın, beş ay sonra, bir çocuk doğu­rur; kocası: Bu çocuk, benimdir, kadın ise Hayır, belkide, o zina­dandır.» derse; bir rivâyyette kocanın sözü geçerlidir. Diğer bir ri-vâyyette ise, kadının sözü geçerlidir. Kadın, nikâh vaktinden iki seneden fazla bir müddete doğurursa; mes´ele hâli üzeredir. Yâni, yine kocanın sözü geçerlidir, Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, bir câriye nikahlanıp boyadıktan sonra onu sa-ün alır; satın aldıktan sonra, altı aydan eksik bir zaman içinde, ca­riye bir çocuk getirse; bu çocuk o cima´ etlikten sonradır. Bu hu­susta, talâkın rıc´i veya bâin olmasında bir fark yokur.

Eğer cima´ etmeden önce olursa, cariyede çocuğu talâk vak­tinden altı aydan fazla bir zamanda getirirse; çocuk adama il­zam edilmez. Eğer altı aydan eksik olursa ilzam edilir.

Eğer, nikâh zamanından itibaren, altı a}´ veya daha fazla bir zamanda doğurursa bu böyledir ve eğer bundan az bir müdddette bo-ğurursa; kocasına ilazım edilmez, eğer câriye olan karısını, onu bo­şamadan Önce satın almış olursa, hükümler bizim söylediğimiz gi­bidir. Tebyİn de de böyledir.

Bir kimse, cariyenin seni iki talâkla boşar ve kendisine o, ağır şekilde haram olur ve talâk vaktmdan itibaren, iki yıla kadar doğu­rursa; neseb sabit olur.

Şayet, cima´ yaptığı karısı olan cariyesini satın alır; sonra da onu basarsa; câriye de, satın aldıktan sonra, altı´ aydan fazla bir müdette doğum yaparsa nesep sabit olmaz. Ancak, kocası dı\e ederse, o zaman sabit olur. İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, on­dan nesep sabit olur.1 Di´vesiz olsa bile, iki seneve kadar, bu böy­ledir.

Keza, cariyeyi azâd etmez, onu satar; o da, sattığı zamandan itibaren altı aydan fazla bir zamanda, çocuk doğurursa. İmâm Ebû Yusuf (R.A.) ´a göre her ne kadar di Ve etse de, nesebi sâibjiSt olmaz. Ancak, müşteri tasdik ederse; bu müstesnadır. İmâm Mu­hammed (R.A.)´e göre tasdiksiz de, nesebi sabit olur.

Ümm-ü veledin efendisi ölür veya onu azâd ederse; azad tarihinden itibaren, iki yıla kadar doğan çocuğun nesebi belli olur. Itâbiyye´de de böyledir.

Bİr kimse, cariyesine : «Eğer, karnında çocuk varsa; o bendendir.» der; doğumuna da, bir kadın şahit olursa, bu câriye, o adamın ümm-ü veledi t = çocuğunun anası) olur.

Âlimler : «Bu, ikrar vaktinden itibaren, altı aydan az bir müd­det, içinde olursa, böyledir. Eğer, altı ayda veya daha fazlada olur­sa una ilzam edilmez.» demişlerdir.

Bu kimse, cariyesine : «Eğer, karnında çocuk varsa veya eper gebe isen; işte o, bendendir.» derse; durum yukarıdaki gibidir.

Bu şahıs : «Bu, benden hâmiledir.» derse; çocuk ona ilzam edi­lir.

Eğer, câriye altı aydan, iki seneye kadar, çocuk getirirse; ko­ca, onu reddedebilir. Gâyetü´I-BeyânVla da böyledir.

Bir kimse, bir çocuğa : «Bu, oğlumdur.» dedikten sonra, bu şalı ıs ölse; sonra, çocuğun hür bir kadın olan anası gelse ve : «Ben, adamın karışıyım.» dese; o kadın, onun karışıdır. Her ikisi de, Ölen adama vâris olurlar. Bu, o kadının hür olunduğu bilindiği zaman­dır. Fakat böyle olduğu bilinmediği zaman; vârisler, o kadım, öle­nin ümm-ü veledi zanneder; kadın da nikâhlı olduğunu iddia eder­se, vâris olamaz. Câmiu´s-Sağîr´de de böyledir.

Bir kimse, karısını üç talâk boşadıktan sonra, onu başkası nikahlamadan, geri alsa, kadın da ondan bir çocuk getirse; ikisi de nikâhın fasid olduğunu bilmiyorlarsa; artık neseb sabit ( = belli) olur.

İkiside, nikâhın fasid(—bozuk) olduğunu bilseler bile İmam Ebii Hanife (R.A.)´ya göre, neseb yine sabit olur. Nâsırînin Tec-nîsİ´nde de böyledir.

Bir adamın nikâhının altında bulunan bir, kadının yanında bir çocuk olsa; ve o kadın : «Sen, beni bu çocuğu, senden önceki ko­cadan doğurduktan sonra, nikahladın.» der; kocası da: «Hayır, sen, onu benim mülkümde doğurdun.» derse; işte o çocuk bu kocanındır.

Şayet, çocuk kadının haricinde kocasının elinde bulunmuş ol­sa; kocası: «Bu benim oğlumdur; senden değildir.» kadında: «O, benim, senden olan, oğlumdur.» derse, kocanın sözü geçerlidir. Ka­dının sözüne inanılmaz. Zahiriyye´de de böyledir.

Çocuk, adamın ve karisinin elinde olduğu halde, koca: «Bu çocuk, benden önceki koçandandır.» Kadın ise; «Hayır, o senden­dir.» derse; bu çocuk, o adamdandır, Muhıyt´te de böyledir

Bir adam, bir kadınla zina yapıp, kadın hâmile kaldıktan sonra, o adam, o kadını nikâhlar ve kadın doğum yaparsa; eğer do­ğum, nikâhdan altı ay fazla bir zaman sonra olmuşsa, çocuğun ne­sebi sabit olur. Ve eğer, altı aydan noksan bir zamanda, doğurmuş-sa, bu çocuğun nesebi sabit olmaz. Ancak, koca di´ve ederse, veya: Bu, zinadandır, demezse, sabit olur.

Fakat: «Bu gerçekten benimdir; zinadandır.» derse, çocuğun ne­sebi belli olmaz ve o adama vâris olmaz. Yenâbİ´de de böyledir.

Bir adam, bir câriye satın alır; o câriye de o adamdan bir.ço­cuk doğurduktan sonra, bir adam, onun, kendi karısı olduğunu ve onu efendisinin, kendisine nikahladığını belgeîese; kadın, o adamın olur. Çocuk ise, kocanın çocuğu olur. Efendisinin, dı´vesi ile, çocuk azâd edilir.

Bir kadının eli altında bir çocuk olsa, bir adamda o kadı­na :. Bu çocuk, nikâhlı olarak benim senden olma çocuğumdur.» kadın ise : «Bu çocuk, senindir. Zinadandır.» derse; çocuğun nesebi o adamdan sabit olmaz.

Eğer, bundan sonra o kadın: Bu senin nikâhlı karındandır se­nindir.» dese, çocuk ikisinin olur ve nesebi belli olmuş bulunur.

Bir müsüman, mahremlerinden birisini nikahlarsa; o ka­dın da bir çocuk doğursa; imam Ebü Hanüfe´yu ER.AJ göre nesebi onaan sabit olur. (Yani, o adam, o çocuğun babası o çocuk da o adamın çocuğu olur.) İmâmeyn buna muhaliftir, sebep: İmam Ebü Hanife´ye (R.A.) göre, bu nikâh Fasid İmameyn´e göre ise ba­tıldır. Zehiyre´de de böyledir.

Bir kimse, karısı ile halvel-i sahihada, yalnız kaldıktan sonra; onu, açıkça, boşasâ ve: «Ben, cima1 da bulunmadım.» dese; kadın ise, onu doğrulasa veya yalanlasa; kadına, tam iddet ve tam mehır İcap eyler. Koca, bu kadına: «Sann döndüm dese müracaatı sahih olmaz.

Şayet, kadın, iki seneden az müddette bir çocuk getirir ve id-detinin sona erdiğin de itiraf etmese, nesebi belli; müracaatı da sahih olur. Talâktan önce, cima yapmış olduğu meydana çıkmış bulunur. Siracül- Vehhac´da da böyledir.

Fasid nikâhla nikahlanmış olan, bir iimm-îi veledin kocası ona cima etse ve bu kadın çocuk doğursa, bu çocuğun nesebi, bu adamdan sabit olur. Hizânetü-İ Müftin´de de böyledir.

Konuşmaya gücü yetenin imâsı ( = işareti) ile de ne­sep sabit ( = belli) olur. Nihâye´dc de böyledir.

Bir kimse, benzeri cima olunmayan ve gebe kalmayan, küçük bir kadınla, oğlunu nikâhlasa; kadında bir çocuk doğursa, o çocuğun nesebi lazım elamaz-. Kocanın babasının, kadına verdiği mehirde.iâde ediımez. Eğer kadın, daha önce nikahlanmış, oldu­ğunu ikrar ederse o takdirde, hami müddeti, altı aylık aldığı na­faka kocasına geri verilir. Zahiriyye´de de böyledir.

Mürahık bir sabinin, kansı çocuk doğursa; nesebi sabit olur. Sirâciyye´de de böyledir.

İmâm Ebû Hanife´ye (R.A.) göre, hicret eden kadının do­ğurduğu çocuğun nesebi, harbi olan kocasına lâzım olmaz. Tinıur-taşî´de de böyledir.

Ham (—gebelik) müddetinin en çoğu, iki; en azı, altı ay­dır. Kâfİ´de de böyledir.

Alimlerin, annesinin görüşü bu müddet sahih riikâh vak­tinden; itibaren başlar. Bazıları: Sahih nikâhda, dühül ( — Cima etmek) şart değildir. Fakat, halvet elbette lâzımdır. Fetâvâyi Kâdi-hân´da da böyledir. [33]

16- HIDÂNE ( = ÇOCUĞA BAKMA VE TERBİYE ETME HAKKI)

Çocuğa bakma ve onu terbiye etme hususunda, insanlar arasında en çok hak sahibi olan nikâhın mevcudiyeti halinde olsun veya ölüm, boşanma gibi, nikâhdan ayrılma halinde olsun anadır.

Ancak irtidât etmir veya fâcire (=günahkar, ahlaksız) ise; kendine güvenilir birisi değilse, o müstesnadır. Kâfi´de de böyle­dir.

İrtidât eden k. .iın dar-i harbe gidip gitmemesi müsavi­dir. Eğer, kadın tevbe ederse, işte o zaman yine hak sahibi olur, Bahru´r Râık´ta da böyledir.

Keza, şayet, ana hırsız veya şarkıcı veya ağıtçı olursa; ço­cuk bakımından hakkı yokdur. Nehrul-Fâikte da böyledir.

Sahih rivayette, âciz olan ana, çocuğa bakması için zorlanamaz. Ancak, çocuğun zayi olmasından korkulur, çocuğun-´ da yakîni olmazsa o zaman zorlanır.

Baba, bunun hi´lâfınadir. Anasına ihtiyacı olmayan çocuğu, brv ba, almak istemezse; cebredilir. Kenz Şerh´inde de böyledir.

Eğer çocuğun anası olmaz, bakmaya lâyık bir ehli de bulun­mazsa; veya babası mahremi olmayan bir kadın nikahlarsa; işte, o zaman herkesten daha evlâ olan, çocuğun anasının anasıdir. Her ne kadar yukarıda, olursa olsun böyledir.

Eğer, anasının anası olmazsa; —her ne kadar yukarda olursa da— en evlâsı, babanın anasıdjr. Fethu´I^Kadîr´de de böyledir.

Hassaf, Nafakât Kiitabı´nda : Küçük kız çocuğunun, —ba­bası tarafından—, büyük annesi olursa; babasının anasının anası gibi...) işte, o, anası tarafından olan, yakîni menzilinde değildir. Bahru´r-Râik´ta da böyledir.

Eğer çocuğun anası ölür veya evlenirse; ona, ana—baba bir kız kardeşi bakar.

O da, ölür veya evlenirse; ona bir kız kadeşi bakar. O da, ölür veya evlenirse, ^na—taba bir kız kardeşinin kızı bakar. O da ölür veya evlenirse; ana bir kız kardeşinin kızı bakar.

Buradaki tertipte, ihtilâf yoktur.

Bundan sonraki rivayetlerde, ihtilâl", yalnız teyze ile halada­dır. Nikâh Kitaibı´ndaki rivayette : «Hala, teyzeden evladır.» denil­miş, Talâk Kitabı´nda ise : «Teyze, haladan evladır." denilmiştir, ve

«Hala kızları, ana baba bir hala olsun veya ana bir hala ol­sun, teyzelerden evlâdır.» denilmiş.

«Baba bir, hala kızları ile teyze hususunda ihtilâf edilmiştir.

Sahih olan, teyze evlâdır.

Baba ve ana bir teyze en evlâ olanıdır.

Sonra, baba bir hala, sonrada ana bir haladır.

Kardeş kızları, halalai´dan evladır. Halalar da tertip, teyzcler-deki olan gibidir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bunlar olmazsa, çocuk, ananın, ana baba bir olan hala­sına ( — teyzesine) soma, baba bir, sonra da ana bir halasına ( = teyzesine) verilir. Sonra da bu tertip üzre amelerine (== halalarına) verilir,

Ananın teyzesi, babanın teyzesinden evlâdır. Bize göre, bu böyledir. Sonra, babanın teyzeleri, sonra halaları, tertip üzre evlâdırlar. Fethu´l-Kadîr´de de böyledir.

Burda aslolan: Ana cihetinden olan yakınlık, baba cihe­tinden olandan öncedir. İhtiyar´da da böyledir.

Amcanın, dayının, halanın ve teyzenin kızlarının, çocuk bakı­mında, hakları yoktur. Bedâi´de de böyledir.

Bu kadınların bakım haklan, ancak ve ancak, babanın bir kadınla evlenmesiyle bâtıl olur.

Eğer, bu kadınlar çocuğun yakın akrabaları ile evlenirlerse; (Şöyle ki: Çocuğun, anne annesini çocuğun, babasının babası´nm alması veya çocuğun teyzesini çocuğun amcasının alması gibi...) bu takdirde bu kadınların bakım haklan bâtıl olmaz. Fetâvâyi Kâ­dîhân´da da böyledir,

Nikâh sebebiyle düşen hak, onun kalkmasıyla geri döner. Hidâye´dc de böyledir.

Talâk ric´i olursa; zevciyci durdukça, iddet bitene kadar, bakım hakkı geri dönmez. Kenz Şerhi´nde de böyledir.

Eğer, çocuğun anası, başka bir kocaya gider çocuğu da bera­berinde tutarsa; babasının evinde, çocuğun anne annesi varsa, ba­ba çocuğunu anasından alır. Kız çocuğunun, yanında durduğu bü­yük anesi onun hakkında hıyanette bulunursa, çocuğun halası onu, ondan alır. Hiyânet açığa çıkarsa, böyle yapar. Omıye´de de böy­ledir.

Koca, çocuğun anasının başka kocaya gittiğini iddia eder;

kadın da, bunu inkâr t Jerse, artık kadının sözü geçerlidir.

Fakat, kocaya gittiğini ikrar eder ( = kabul) ve onun kendisini boşadığım iddia eder ve eski hakkına dönerse; şayet, kocası belli değilse; yine kadının sözü muteberdir. Eğer,´koca belli ise; boşan-( ına sözünü o koca kabul etmedikçe, kadının sözü kabul edilmez.

Kadınlardan çekilmek lâzım olduğu veya sabi için kendi eh­linden bir kadın olmadığı zaman çocuk asabesine verilir.

Önce babasına; sonra, babasının babasına, ne kadar yukarı çıkarsa çıksın... Sonra, ana—baba bir, erkek kardeşine; sonra, ba­ba bir kardeşine; sonra, baba—ana bir kardeş oğluna; sonra, ba-bi: bir kardeş oğluna; sonra, baba—ana bir amcaya; sonra, baba bir amcaya verilir.

Amca oğullarına gelince : Çocuk, önce baba—ana bir amca oğluna^sonra, baba bir amca oğluna verilir.

Kız çocuğu ise, amca oğullarına verilmez.

Eğer, küçük oğlan kardeşlen veya amcaları varsa onların en salih olanları evlâ olur. Eğer bu yönde müsavi iseler, yaşı en bü­yük olanı evlâdır. Kâfî´de de böyledir.

Tuhfetû´l-Fukahâ´da : «Kız çocuğunun asabelerinde, amca oğlundan başka kimsesi yoksa, hâkim muhayyerdir. Eğer, onda iyi bir hal görürse; kızı ona verir; değilse onu emin bir kadına verir.» denilmiştir. Gayetü´1-Beyân´da da böyledir,

Kız çocuğunun asabesi olmazsa; ana bir kardeşine verilir. Sonra, onun evlâdına; sonra, ana bir amcasına; sonra ana—baba I.::, Cu.y.jnu;; ^nra, Lab;\ bir daysma; sonra, ana bir dayısına tes­lim edilir. Kâfî´de de böyledir.

Dayıdan, ananın babası daha uygundur. Ananın babası, ana bir kardeşten de, evlâdır. Sirâcü´l-Vehhâc´da da böyledir. .

Erkek olan çecuk, azâd edilmiş köleye verilir; kız ise, ve­rilir:´- . Kâfî´de de böyledir.

Çocuk bakımında, —azâd edilmemişlerse— cariyenin ve

ümm-ü veledin hakkı yokdur. Eğer, çocukla anası, bir adamın mülk-ü yemininde ise, aralan ayırdedilmez. Tebyîn´de de böyledir.

ÜŞ Kızıp bakımında, mahrem olmayanların, hakkı yokdur. Fasık olan akrabanın da hakkı yokdur. Kifâye´dc de böyledir.

Ana ve büyük ana, erkek çocuğu için, o ihtiyaçsız hâle gelene kadar, bakmaya elhakdırlar.

İhtiyaçsız hâl, yedi yaş olarak takdir edildi. Kudûrî ise : «Yr.!nı/ başına, yeyip içme ve çişini yapma hâline, kadardır.» de­miştir.

Ebû Bekir Râzî : ´´Dokuz yaş...» dedi. Fetva en öncekine (ye­di yaşa) göredir.

Ana ve büyük ana, kı/a bakmakda —bu ki/ hayız görene kadar— daha çok.hak sahihidirler. Hişâm´ın Nevâdiri´nde, İmâm ıv5uhammed (R.A.)´den naklen: «Şehveı haddine kadar, baba her­kes den daha elyakdır.» denilmiştir. Bu, en sahih olanıdır. Tebyîn´-de de böyledir.

Küçük kız, eğer iştah halinde değilse; onun koçasıda var­sa; çocuk bakma hususunda, analık hakkı düşmez. Erkeklerin bak­ması elverişli değildir. Gınye´de de beyledir.

Erkek çocuk, yedi yaşma girince; kız, buluğa erişince ba­kımlarına asabaları haklı olurlar. En önce, en yakını evlâdır.

Erkek çocuk yetişinceye kadar, asabaları, onu yanların­da tutarlar. Bundan sonra, bakılır: Eğer, nefsinden emin durumu görünürse, yolu açılır; genç. dilediği yere gidebilir. Eğer, onda gü­venilir bir hal görülmezse babası, onu kendi haline bırakır, arlık ona nafaka yoktur. Ancak, yapılan fazladan yapılır Tahâvî Şerhi´ nde de böyüedir;

Kucağız, eğer dul ise ve nefsine güvenilir hâlde yoksa serbest bırakılmaz ve nefsine ısmarlanmaz. Eğer, nefsine güvenilir halde ise, onda kimsenin hakkı yoktur. Yolu açılır o sevdiğini yapar; dile­diği yerde durur. Bedâi´de de böyledir.

Kız, büluğâ erişen bir kız ise; onun yakınları, onunla ilgi­lenirler. Eğer, onun fesad çıkarmasından korkulmaz ise, akrabaları toplanıp onun haline bakarlar, onun iffetini, namusunu mazbut görürlerse; artık, ondan korkmazlar; o, istediğini yapar; istediği yerde durur. Muhıy´te de böyledir.

Kızın baba ve dedesi yoksa, asabasmdan da kimse bulunmaz veya asabası olur da fasık olursa; hakim onun haline bakar: Eğer, güvenilir halde görürse; onu, kız olsun, dul olsun, kendi evinde yal­nız başına bırakır; değilse, emniyetli bir kadının yanma koyar. Çünkü, hâkim, müslümanlarm bakıcısı durumundadır. Kenz Şer-hi´nde de böyledir.

Şayet, bir kadın, bir sabi ile gelir; babasından nafaka is­ler ve «Bu, senden kızımın oğludur; gerçekten, anası öldü, bunun nafakasını ver.» der; baba da : «Doğru söyledin. Bu, benim senin kı­zından oğlumdur; amma, bunun anası ölmedi o benim yanımda-dır.» der ve o çocuğu ondan alırsa; adam da dediği gibi değilse; ha­kim ise, onun anasını bilmek isteyince, bir kadın hazırlayıp : «Bu senin oğlundur ve benim oğlumdur.» der çocuğun büyük anası da «Bu benim kızım değildir; benim kızım öldü. Bunun anası o idi.» derse bu hususta, o adamla yanında olan kadının sözü geçerlidir. Çocuk, o adama teslim edilir.

Keza, büyük ana gelirde. «Bu kızımın oğludur ve bu adamdandır bunun anası öldü.» der, o adam da : «Bu> çocuk benimdir. Senin kı­zından değildir. Benim başka kanılıdandır.» derse, adamın sözü geçerlidir. Çocuğu o kadından alır.

Şayet, adam, bir kadın getirir ve : «İşte bu çocuk benimdir ve bu kadındandır. Senin kızından değildir.» der, büyük ana da: Ha­yır, bu kadın, bunun anası değildir. Bunun anası, benim kızımdııv» der, o gelen kadın : «Sen, doğru söyledin. Ben; bunun anası de­ğilim Bu adam yalan söyledi: «Ben bu adamın, yalnız kansıyim.» derse; baba, o çocuğu yanına alır. Zahirfyye´de de böyledir.

Sirâciyye´de gerçekten, bakım ücretine, en çok hak sahibi olan nikâhlı değilse çocuğun babasından ve iddet beklemiyorsa, anadır. Bu, ücret emzirme ücretinden başkadır: Bahru´r- Râik´ta da böy­ledir.

Baba fakir olur; ana da ücretsiz çocuğa bakmaktan kaçınır çocuğun annesi ise : «Ben ücretsiz bakarım» derse; sahih olan, ger­çekten, anne daha evlâdır. Fethu´I- Kadrî´de de böyledir.

Çocuk, ana babanın birisinin yanında olduğu zaman, di­ğeri; ona bakmadan, ona teahüdden, çocuğun yanında bulunduğu kimseyi men edmez Hâvî´de de böyledir.

Karı- koca arasında zevciyet devam cdİ3forsa: şayet, koca o yerden çıkmak ve bakımda olan, küçük çocuğunu bakıcısından almak isterse; çocuk ihtiyaçsız hâle gelene kadar buna hakkı yok­tur.

Eğer, kadın, bulunduğu şehirden başka yere çıkmak isterse kocası onu men eder. Yanında çocuk olsun veya olmasın fark etmez

Keza idet bekleyen kadının yanında çocuk olsun veya olmasın başka yere gitmesi caiz olmaz. Kocasının da onu çıkarması caiz ol­maz. Bedai´de de böyledir.

Karı- koca araşma, ayrılık düşünce; kadın iddeti çıktıktan sonra, çocuğun kendi şehrine götürmek isterse, eğer, nikâh o şehir­de vâki olmuşsa, buna hakkı vardır; değilse hakkı yoktur.

Ancak, ayrıldıkları yere yakınsa (şöyieki: Eğer, çocuğun babası, çocuğun görmek, için gidince, geceye evine dönecek olursa) o müslesnâdır.

Eğer, kadın, kendi beldesi olmayan bir yere gitmek istiyorsa; aralarında da nikâh yoksa, ( bun da hakkı yoktur. Ancak, daha önce söylediğimiz gibi yakınsa, gidebilir. Mufuyt´de de böyledir.

Şayet, kadın, aralan yakın olmayan bir şehirden diğerine nak-letsc; o şehirde, aslında nikâh sözleşmesi yapılan şehir olmasa; bunu yapamaz. Sahih olanda budur. Fetâvâyi Kübrâ´da da böyle­dir.

Karı ve koca köylü oldukları zaman, kadın, çocuğu ken­di köyüne götürmek ister ve nikâhları da o köyde kıyılmış olur­sa; bunu yapabilir. Eğer, nikâh başka köyde, kıyılmışsa; buna hak­kı olmaz. Eğer, köylerin arası uzak olursa; nikâhı kıyılan köy ve­ya başka köy olsa, oraya gidemez.

Baba, çocuğunu görüp; geri aynı günde evine dönebilecek şe­kilde yakın olursa; o zaman, kadın çocuğunu o köye götürebilir. Sirâcü´I-Vehhâc´da da böyledir.

Eğer koca şehirde yerleşmiş olur; kadın da çocuğu köye götür­mek ister; o köy de kendisinin köyü olur ve orada nikahlanmış bu­lunurlarsa, götürebilir. Şehirden uzak olsa b^c böyledir. Kendi kö-

yü olmadığı halde nikâhı orada vâki olan yakın bir koy olursa ço­cuğu crayada götürebilir. Şehirde olduğu gibi... Eğer, nikâh orda vâki olmamışsa, şehre yakın- da olsa; kadının gitme hakkı yoktur. Berfâi´de de böyledir.

Eğer, kadın, çocuğu köyden şehre götürmek ister, şehir ise nikâhının yapıldığı yer olmazsa götüremez. Ancak, yukarda açık­landığı gibi, şehir yakınsa, götürebilir. IVIııhıyt´e de böyledir.

Kadının, çocuğu harp diyarına götürme hakkı yoktur. Ka­dın, orada nikahlanmış olsa veya kadın harbi bulunsa bile, kocası müsiüman veya zimmî olunca, çocuğu götüremez.

Her ikisi de harbî iseler, o zaman götürebilir. Bedâi´de doböyledir.

Ana ölür, çocuk, ananın anasına kalırsa: işte o, çocuğu kendi şehrine, —her ne kadar nikâh o şehirde yapılmış olsa bile— götüremez.

Keza, ümm-ü veled azâd edilse, çocuğu babasının olduğu şehre götüremez. Büyük anneden başkası da, onun gibidir. Brlıru´r-Râik´ta da böyledir.

Müntekâ´da, İbn-i Semâ´a, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)un şöy­le buyurduğunu rivayet emiştir :

Bir adam, Basra´da bir kadm nikâhlar; o da, bir çocuk do­ğurduktan sonra, o adam çocuğunu Küfe Ve götürür ve kadını bo-şar; kadın da, çocuğu hakkında da´va eder, ve çocuğunun kendine verilmesini isterse; koca, o çocuğu daha Önce o kadının müsâde-siyle gotürmüşse; çocuğu geri vermesi gerekmez. Kadına : «Sen, git onu al.» denilir. Eğer, kadının, izni olmaksızın götürmüzse; ken­disinin, o çocuğu kadına getirmesi gerekir. Keza, İbn-i Semâa İmâm- Ebû Yûsuf (R.A) nın şöyle buyurduğunu rivâye etmiştir :

«Bir adam, karısı ve çocuğu ile brlikte Basra´dan Kûfe´ye çık­sa, sonra kadm geri Basra´ya dönse; sonra da, kocası onu boşasa; kocanm, o çocuğu kadına teslim etmesi gerekir.» Zâhîriyye´de de

böyledir.

Karısını boşamrş olan adam, çocuğunu bakıcısından alıp; onu, anasının hakkı olduğundan, yolculuğa çıkıp, ona iade eyleme­si hakdır. Fetâvâyi Sirâciyye´de de böyledir.

En doğrusunu, en iyi bilen Allahu Teâla´dır. 380


17- NAFAKALAR

1- Zevcenin (= Kadının) Nafakası

Bir kadın, müslüman, zımmî, fakir veya zengin olsun; ci­ma´ etsin veya etmesin; büyük olsun veya —misli cima´edilir— kü­çük olsun; bu kadının nafakasını, kocasının temin etmesi vacip­tir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Kadının hür veya mükâtebe olması da müsavidir. Cev-heretü´n-Neyyire´de de böyledir.

Âlimler, cima´ya erişmiş ojaıı kadın hakkında, söz eyle inişlerdir. Muhtar olan görüş : Kadın, dokuz- yaşına girmemişse, cima´ya baliğ olup erişmemiştir. Fetva da bunun üzerinedir. Ta-tarhâniyye´de de böyledir.

Sahih olan sinne ( = yaşa) itibar yoktur. İtibar ancak ta­hammül ve kudrete ( = güç yetmesine) dir. Kâfî´de de böyledir.

"Bir kadın küçük olur, misli cima´ edilme/, ve cima´ya el­verişli olmazsa; bize göre, ona cima´ya takati olana kadar, nafaka yoktur. İsler, kocasının evinde dursun; isler, babasının evinde dursun, müsavidir. Muhıyt´te de böyledir.

Büyük kadın, kocasının evine gitmemiş olsa bile, kocasından nafaka isteme hakkı vardır. Kocası, onun naklini talep etmediği vakit, bu böyledir.

Belli âlimlerinden bazıları: «Kocasının evine eslim edilmeyen kadına, nafaka yoktur.» demişlerdir. Fetva ise, öncekine göredir. Fetâvâyi Giyâsiyye´de de böyledir.

Eğer koca, karısından nakletmesini laleb eder; o da, ko­casının evine gelmeyi reddetmezse; artık ona nafaka vardır. Fa­kat, kocasının evine gitmeden kaçınır ve; kaçınması haklı olursa; (Şöyle ki: Kocasının, mehrini Ödemesinden dolayı imtina ediyor kaçınıyorsa,) o kadına, nafaka vardır. Eğer kaçınması haksız ise (meselâ : Mebrini ödemişse veya muhri geriye bırakılmışsa yahul

mehrini kocasına bağışlarmşsa,) artık kadına nafaka yoktur. Mu-hıyt´te de beyledir.

Eğer kadın kocasının evinden çıkmışsa; evine dönene kadar ona nafaka yoktur.

Eğer, kocasının evinde durmaktan imtina ediyorsa, orda ihti-bas olduğu için, bu yukardaki durumun hüâfınadir. Eğer, ev, ken­dinin mülkü olur; kocasını, oraya girmekten men ederse; kadına, nafaka yofcdur. Ancak, onu kocasının menziline´ çevirmek istiyor veya onu kiraya veriyorsa ve kocasının evinden gitmeyi terk edi­yorsa, nafaka vardır. Eğer, koca, zoraki alınmış bir yerde oturu­yor; kadında ondan imtina ediyorsa, kadına nafaka vardır. Kâfî´-de de böyledir.

Kadın, nefsini kocasına teslim ettikten sonra, mehrini al­mak için imtina ederse; nâşize sayılmaz. İmâm Ebû Hanîfe´ (R.A.) nin kavli budur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, memleket arzında ( = toprağında) oturuyor ve sul­tandan yer istiyor ve sultandan mal alıyorsa; kadın da; «Ben, se­ninle memleket arzında oturmam ve" senin malını yemem.» diyor­sa; âlimler: «Nafakada hakkı yokdur.» demişlerdir.

Bu kadın, imtina etmesinden dolayı, günakâr olur. Bazı âlimlerden soruldu :

Bir kadının, namaz kılmayan kocasından , kaçınmaya hakkı var mıdır

Âlimler: «Kadının, böyle yapmaya hakkı yoktur.» demişler dir. Zahîriyye´dc de böyledir.

Bir kadın kocasından gizlenir veya kocasının gitmek iste­diği yerlere gitmekten kaçınır; kocası da, mehrini tam Öderse; o kadının, nafaka hakkı yoktur.

Eğer, mehrini ödernemişse, mesele hâli üzredir ve kadına na­faka hakkı vardır.

Bu, kadma cima´ yapmadığı takdirdedir.

Eğer cima´ yapmışsa; cevap, olduğu gibidir. İmâm Ebû Hanî­fe (R.A.)nin kavli budur. İmâmeyn ise, «Kadına, nafaka yoktur. Mehrini versin veya vermesin, müsavidir.» demişlerdir.

Şeyhu´1-İmâm Ebû´I-Kâsım es-saffar : «Bu onların zamanında olmuştur. Bizim zamanımıza gelince, herne kadar mehrini ödemiş ölsada onunla yolculuğa çıkması doğru olmuyor.» demiştir. Mu-hiyt´te de böyledir.

Borcu yüzünden habsedilen kadına nafaka yoktur. Kerhî: «Kadın, ödemeye gücü yetmediği borcu için hapsedil-se, artık, ona nafaka vardır. Eğer gücü yettiği halde, borcunu Ödemediği için hapsedilirse; o zaman, ona nafaka yoktur.» demiş­tir.

Fetva : «Her iki halde de, ona nafaka yoktur.» sözü üzerine­dir, Cevheretü´n-Neyyire´de de böyledir.

Bu, kocanın kadma bir mecliste erişmeye gücü olmadığı zamandadır. Halbuki, koca, her yerde, ona erişebilir. Böyle olun­ca âlimler: «Kadına nafaka vâcib olur.» demişlerdir. Fetâvâyi Kâ­dîhân´da da böyledir.

Bir kimse, bir kadım zoraki alıp kaçırsa veya zulmen hap-setse; Hassaf : «Gerçekten, o kadın, nafakaya hak sahibi değildir.» demiş. Sadrü´ş-$ehîd Husânıü´d-Din´de, böyle söylemiştir Fetva da buna göredir. Fetâvâyi Gıyâsiyye´de de böyledir.

Koca habsedilir (borcunu ödemeye gücü yetsin veya yet­mesin) veya kaçarsa; kadına, nafaka vardır. Gâyetü´s-Sürûcî´de de böyledir.

Kocanın zindana zulmen hapsedilmesi hâlinde, ihtilâf vardır. Sahih olan, kadına nafaka vardır. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Koca başka yerde olur; yolculuğa da gücü yeter ve kadına yiyecek, giyecek, hamule yollayıp, onun yanma varmasını isteı-se; kadın ise, bir mahrem bulup varamazsa; nafaka müstehâk olur. Kerderî´nin Vecîzi´nde de böyledir.

Bu gibi mes´elelerde aslolan : Kadına bakılır: Eğer, ci-nta´ya elverişli değilse, ona nafaka yoktur. Kocanın ister, cima´ya gücü yetsin, ister yetmesin; bu müsavidir.

Eğer kadın, cima´ya takati olan biriyse, artık, ona nafaka var­dır. Kocanın, cima´ya gücü, ister olsun; isterse, olmasın değişmez. Muhıyt´te de böyledir.

Eğer koca küçük; karısı büyük olursa; teslimiyet olduğu için, kadına nafaka vardır.

Keza, kocanın zekeri kesik veya ınnîn ( — cima´dan âciz) veya cima´ya gücü yetmiyecek kadar hasta ise veya hacca gitmişse, tes-limyef olduğu için, kadına nafaka vardır. Bedâi´de de böyledir.

Eğer, ikisi de (kan—koca) cima´ya güçleri yetmiyecek kadar küçüklerse, kadına nafaka yoktur. Kendi tarafında acz ol­duğu için, cima´dan âciz kocanın karısı, böyîe küçükse, önada na­faka yoktur. Tebyîn´de de böyledeir.

Kadın hasta olur ve hastalığı, kendisini cima´dan men ederse; hasta alarak da, kocasının yanma naklederse; naklinden önce de sonra da, nafaka hakkı vardır.

Böylece, nafakasını istese ve kocasına nakletmekten (ergit­mekten) kaçmmasa, nafaka hakkı vardır. Eğer, kaçınırsa, Csıh-hatta olduğu gibi) o kadına nafaka yoktur. Zâhir~i rivayet budur.

Kadın sıhhatli iken gider; sonra, kocasının evinde cima´ya gücü yetmeyecek kadar hastalanırsa; hilâfsız olarak, nafakası bâ­tıl ( = geçersiz) olmaz. Bedâi´de de böyledir.

Şayet, kadın, cima´dan sonra, kocasının evinde hastalanir;-ark&sından da, babasının evine naklederse; âlimler: «Eğer, bu haMe, kocasının evine nakli mümkün ölür, mahfe ve emsali sey-lede nakletmezse; ona nafaka yoktur, eğer nakli mümkün değilse, nafaka hakkı vardır.» demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyle­dir.

Kadın, ratkâ, karna, veya deli ise; yahut, isabet eden bir belâ, onu cima´dan men etmişse; veya çok yaşlandığı için cima´ etmesi mümkün olmazsa; nafaka hakkı vardır. Bu arızalar, ister, kocasının evine nakletmeden önce olsun; ister, sonra olsun; far-ketmez. Nefsinden haksız yere men etmedikçe, nafaka hakkı var­dır. Mumyt´te de böyledir.

Kadın, farz olan haccı; nakletmeden önce, yaparsa; eğer, hacci mahremsiz voya kocasız yapmışsa; bu Kadın, nâşizedir.

Eğer kocası ile, değil, kendi mahremiyle yapmışsa; bütün âlimlere göre bu kadına nafaka yoktur.

Eğer, kocasının evine naklederse; İmâm Ebû Yûsuf CR.A.): «Ona, nafaka vardır.» buyurmuştur. İmâm Muhanımed tR.A.) ise: «Ona, nafaka yoktur.» demiştir, czhar ( = en açık) olan da budur. Sirâcüî-Vehlıâc´da da böyledir.

Eğer, kadm kocası ile birlikte hacca gittiyse, bil-icma´, ona nafaka vardır. Kocanın, sefer hariç, hazer için, kadına nafa­ka vermesi lâzımdır. Kira gerekmez. Ancak nafile haç yaparsa ve yanında kocası yoksa., nafaka gerekmez. Cevheretü´n-Neyyire´de de böyledir.

Bütün görüşlere göre namaz ve oruç, nafakayı düşürmez. Gâyeüî´s-Sürûcî´de de böyledir.

Bir kimse, bir kadını gebelikle itham ettikten sonra, ka­dının babası, o kadını, aynı adama,, nikâhlar; bu defa da, kadının kocası onun gebeliğini inkâr ederse, nikâh caiz olur. Kocanın üze-lüie, nafaka lâzım olmaz. Çünkü, o, o kadından faydalanmaktan men olunmuştur. Bu memnûiyet kadın tarafındandır. Serahsi´nin Muhıylı´nde de böyledir.

Fakat, koca, gebeliğin kendinden olduğunu ikrar ederse, nikâh bil-ittifak sahih olur. O adam, kadına cima´ eylemekten memnu değildir. Bütün âlimlere göre, kadın nafakaya hak sahibi­dir. Mulııyt´te de böyledir.

Bir kimsenin, müslüman hür, câriye, veya zimmiyye ka­nlan olursa, bunların hepsi, nafaka bakımından müsavidirler. Ta-tarhâniyye´de de böyledir.

Şüpheli nikâh olanlara, nafaka yoktur. Huîâsa´da da boyitdir.

Fâsid nikâhda, nafaka yokdur. Bundan do´ayı, kadına iddet de yoktur.

Şayet nikâh sahih ve alenen yapılmış; hâkim de kadına, na­faka ayırmış; kadın da onu, bir ay aldıktan sonra, nikâhın fasid-liği meydana çıkmışsa; (şahitlerin, o kadının süt yönünden, koca­sına kardeş olduklarını söylemeleri gibi ) hâkim, hemen aralarını ayırdeder. Koca, kadından bir şey isteyemez, Zehıyre´de de böyle­dir.

Şahitsiz yapılan nikâhda, nafaka olduğu icma´ ile sabittir.

Bir kimse yemin eylese veya karısından zihar yapsa; bu kadına, nafaka vardır.

Şayet, bu şahıs, karısının bacısını veya halasını, yahut tey­zesini nikâhlar; bunu da, o kadına cima´ edene kadar bilmez; son­ra da araları aynlirsa; o kadının kız kardeşinin, iddeti kadar ka­dından ayrılması vacip olur. Karısı için, nafaka vardır. Kız karde­şi içinse, iddet gerektiği halde, nafaka yoktur. Bedâi´de de böyle­dir.

Kocası zengin oüan bir kadının, hizmetçisi bulunursa; bu hizmetçiye de, nafaka vardır. Bu, kadın hür olduğu zamandadır.

Eğer, kadın câriye ise; onun hizmetçisine nafaka yoktur.

Hür olan kadının, iki veya daha fazla hizmetçisi olursa, İmâm Ebû Haaîfe (R.A.) ve îmânı Mııhamnıed (R.A.)´e göre, birden faz­lasına nafaka yoktur. Âlimler: «Gerçekten; zengin olan için, hiz­metçiye de nafaka vermek vardır. Fakir içinse, karısına bile nafa­ka yoktur. Kâfî´de de böyledir.

Burada, hizmetçi hakkında da ihtilaf vardır. Bâzıları: «Bu,*-satm alınmış câriyedir.» dediler. Eğer, câriye nıemlüke değil­se, o hizmetçi için nafaka yoktur. Zâhir-i rivâyetde: Eğer, koca fakir ise, onun hizmetçiye nafaka vermesi gerekmez. Her ne kadar o, kadının hizmetçisi olsa bile, bu böyledir, bunu Hasan, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´den rivayet etmiştir. Sahih olan da, budur. Tebym´de de böyledir.

Bir adam karısına: «Senin hizmetçilerinden, hiç birine nafaka vermem; yalnız, sana bir hizmetçi veririm.» der; kansı da, buna razı olmazsa; koca, kadının hizmetçilerinden hiç birine, na­faka vermekle zorlanmaz.

Memlûkeleri olan bir kadın, kocasına: «Bunlara benim mehrîmden nafaka ver.» der; kocası da, onlara, nafaka verir; son­ra da kansı: «Ben verdiğin nafakaya, mehrime mahsup eylemem. Çünkü, onları, sen hizmette kullandın.» derse; kocasının yaptığı infak, kadının mehrine mahsup edilir. Fetâvâyi Kübra´da da böy­ledir.

Kadın, hâkimden, kocasının kendisine nafaka vermesini isterse; eğer, adam sofra sahibi değilse, hâkim, kadın için nafaka bağlar ve her ay, onu vermesini kocaya emreder. Muhiyt´te de böy­ledir.

Kadının nafakası; —fiatı ne olursa olsun—, dirhemler ve dinarlar ile takdir edilmez. Belki de, günün narhına ( — piyasa­sına) göre takdir edilir. Piyasanın pahalı veya~ucuz olması duru­mu değiştirir, Bedâî´de de böyledir.

Kadına, aylık nafaka bağlanınca, artık, ona her ay nafa­kalarını veriniz. Eğer, kadın, nafakasını, her gün isterse; akşam üstü istemesi gerekir. Fetâvâyi Kiibrâ´da da böyledir.

Koca, zengin olur da, beyaz buğday ekmeği; kızartılmış et kebabı yerse; kadın da, fakir veya zengin olursa; bu hususda ihtilâf olundu: Sahih olan, her ikisinin hallerine itibar olunması-dır. Fetva da, bunun üzerinedir.

İkiside zengin ise, nafaka zenginlerin nafakası dır. İkisi fakir ise, nafaka fakirlerin nafakasıdir.

Kadın, zengin , kocası fakir olursa, ona: «Kadına buğday ek­meği ile bir çorba yedir.» veya «İki çorba yedir.» denilir.

Eğer, koca zengin olursa, nafakayı artırır. Kendisi helva, ke-bab, çeşitli yemekler yerse; kadın, her ne kadar fakir olsa ve evin­de arpa ekmeği yese biîe durum böyledir.

Yalnız, kocanın, bizzat kendi yediğini yedirmesi, üzerine vacip olmaz. Fakat, kadına, buğday ekmeği ile bir veya iki çorba yedi-dr. Zâhir-i rivâyetde : İtibar, kocanın haline göredir.

Âlimlerimizin ekserisinin haber verdiğine göre: Tuhfe´de «Sahih alan, budur.» denilmiştir. Fethu´i-Kadîr´de de böyledir.

Âlimlerimiz buyurdular kî : Koca için nıüstehap o!an : Kendisi zengin olduğu zaman, karısı fâkirse; yediğini, kadınla be­raber yemektir. Kitab´da: Nafakanın tâyini hususunda, itibâr ko­canın haline veya ikisinin hâline göredir. Kisvede C = giyimde) de cevab aynıdır. Zehiyre´de de böyledir.

Koca fakir; kadın, zengin olursa; hâli hazırda fakirlerin nafakası kadarı, kadına teslim edilir. Artanı zimmetinde borç ola­rak kalır. Tebym´de de böyledir.

Bir koca, eğer: «Ben fakirim. Benim üzerime, fakirlerin nafakası gerekir.» derse, onun sözü geçerli olur. Ancak, karısı onun zengin o´duğunu belgelerse, o zaman zenginlerin nafakasını vermesine hükmedilir. Kendisi de, beyyine ibraz ederse; yine ka­dının beyyinesi geçerli olur. Her ikisinin de beyymesi yoksa; ka­dına, hakimden hakkının alınmasmı talep edince, hakimin adam­dan sorması güzel olur. Eğer bir âdil kişi, onun zengin olduğunu, haber verirse; hâkin: onu kabul eylemez. Ancak, iki âdil İçişi, ha­ber verirse, o zaman, hâkim, zenginlerin nafakasını vermesine hükmeder.

Şehâdet sözünü söylemezîerse, bu haberde, âdet ve adalet şart kılındı. Şehâdet sözü şart kılınmadı. Eğer şahitler: «Biz, o adamın zengin olduğunu duyduk.» derlerse; bu sözleri, kabûi edilmez. Fetâvâyi Kâdîhâivda da böyledir.

Hâkim, fakir nafakası hükmettikten sonra; adanı zengin-îeşse ve kadın, dâva etse; hâkim, bu nafakayı zengin nafakasına tamamlar. Kâfî´de de böyledir.

Kadın: «Ekmek, pişirmiyor; yemek, yapmıyorum.» dev-se; bü kadın, yemek pişirmek, ekmek yapmak için zorlanmaz. Ko­canın, ona, kolay hazır yemekler getirmesi ve onu ekmek yapıp, yemek pişirmeden Önlemesi gerekir.. Fakiyh Ebû´I-Leys ; «Kadm. ekmek yapmaktan ve yemek pişirmekten kaçınırsa; kocaya, kolay şeyler getirmesi vâcib olur.»- demiştir.

Kadın, şayet eşraftan birinin kızı olur ve ehline, bizzat hizmet edemezse, veya eşraftan olmadığı halde, bir illet onun, ekmek ya­pıp, yemek pişirmesine mâni oluyorsa, bu böyledir. Böyle değilse; kocanın, hazır yemek getirmesi gerekmez. Zehıyre´de de böyledir.

Âlimler: «Bu işleri, kadının yapması di^âneı yönünden—hâkim cebreylemese bile— vaciptir.» demişlerdir. Bahru´r-Râ-ık´ta da böyledir.

Bir kimsenin, karısını ekmek ve yemek pişirmek için ki­ralaması caiz olmaz. Kadının da, bunun için ücret alması, caiz ol­maz. Bedâi´de de böyledir

Kocanın un eleme, yeme—>içme âletlerini kap ve kaşığı, ibrik, kazan, kepçe ve benzerlerini temin etmesi vaciptir. Cevherelü´n

Neyyire´de de böyledir.

Zâhir-i rivayette : «Kadın ile hizmetçisinin nafakası arasında­ki fark : Eğer, hizmetçi, bu işleri görmekden kaçınırsa, hanımı­nın efendisinin üzerine, onun nafakası vâcib olmaz.» denÜmiştiı.

Vacip olan nafaka : Yenilen, içilen, giyilen ve oturulan şeylerdir. Yenilen : Un, su, tuz, meyve ve yağdır. Tatarhâniyye´dc de böyledir.

Kadına, yiyecekden, kifayet miktarı ve katık takdir olu­nur. Fetîıu´l-Kâdîr´de de böyledir.

Kadına, temizlik yapacağı şey, kirini giderecek tarak ve yağ gibi şeyler, başını yıkayacağı, sabun çöğen ve emsali olan bel­de ehlinin adetleri, lâzımdır. Fakat, kendisiyle lezzet alınan eşya, boya, sürme gibi şeyler lâzım değildir. Bunlar, kocanın dileğine bırakılmıştır. İsterse, alır, hazırlar; isterse, almaz. Eğer, koca, bunları alırsa; kadının kullanması icâbeder. Koku hazırlamak, ko­caya lâzım değildir. Ancak, onunla fena kokuyu giderecekse, o müstesnadır. Onunla, koltuk altı kokusunu kesmek lâzımdır. Has­talığı için ilâç ve doktor ücreti kocaya ait değildir. Sirâcü´İ-Veh-hâc´da da böyledir.

Kadının, gusledeceği ve elbisesini yıkayacağı suyu__temin etmek, kocaya aittir. Cevheretii´n-Neyyire´de de böyledir.

Ebû´l-Leys´in Fevâları´nda: «Gusül suyunun parası, ko­caya aittir. Abdest suyunun ücretide kocaya aittir.» denümişir. İs­ter, zengin olsun; ister fakir olsun, fark etmez. Fetva da, bunun

üzerinedir.

Ebeyi, eğer kadın icralamışsa ; ücreti kadına; kocası icar-iamışsa; Ücreti, kocaya aittir. Eğer, ebe ücretsiz gelmişse; onun he-dâyesi, kocaya ait olur. «Doktor ücreti gibi, kadının vermesi de caiz olur.» denümişir. Kerderî´nin Veeîzi´nde de böyledir.

Bir kimse, köye gitse; karısını da olduğu yerde bıraksa; hâkim, onun gıyabına, kadma nafaka hükmeder. Bunun için sefer şart kılınmamıştır. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kadın, hâkime gelip ona ; «Ben, filanın oğlu, filanın oğlunun kızıyım. Kocam da filan oğlu filanın oğlu filandır. Benden saklandı. Bana nafaka da koymadı.» der ve hâkimden, nafaka bağlamasını ta´ep ederse; eğer gaip olan adamın, hazırda malı varsa; (nafaka cinsinden dirhem gibi dinar gibi, yiyecek ve giyecek gibi), hâkim de, o kadının, o adamın eşi olduğunu biliyorsa, ifratsız, tef-ritsiz, o maldan kadının nafaka almasını emreder. Kadına nafa­kaya mâni bir hâl varmı diye yemin verir. Kadından, bir de ke-fiî alır. Feiâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Eğer malı ye ^sa, bizim üç imamımıza göre de : Borç yollu, nafaka hükmeylenıez.

Şayet, hazırda malı var; fakat, hâkim, onların, nikâhım bilmi­yorsa ve kadın beyyine getirişse İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)´ye güre bu kabul edilmez. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´e göre kabûî edilir ve nafaka hükmedilir.

Şayet adam gelirde, inkâr ederse; hâkim ona kadına beyyine-shıi iade etmesini söyler. Eğer, kadın beyyine getiremezse nafaka geri alınır. Hulâsa´da da böyledir.

Bu günün hâkimleri nafakayı İmâm Züfer (R.A.) ´in yolu­na göre takdir ediyorlar. İnsanların ihtiyacından dolayı, diğer imamın yoluna uyuyorlar. Kerderî´nin Vecfzi´nde de böyledir.

Gaip olan bir kimsenin, başka bir adamın 3´amnda malı bulunsa; ve adamda onu itiraf eylese; bu meyanda adamın karı-sıda olsa, gaib adamın malından hâkim karısına nafaka takdir

eder.

Keza hâkim, bu durumu bilse de; adam itiraf etmese yine hâ­kim kadına nafaka takdir eder. O mal, o adamın yanında, ister, emânet o´lsun, ister borç olsun, müsavidir. Bir de, kefil alır. Ve yi­ne hâkim, kadına, nafakayı düşürecek bir sebep olmadığına ye­min ettirir. Cevheretüfa-Neyyire´de de böyledir.

0 Eğer hâkim, zevciyet ve maldan birini biliyorsa, bilmediği şey için ikrara ihtij-acı vardır. Sahih olan da budur.

Elinden mal bulunan bunu ikrar eylemez; hâkim de bunu bil­mezse, kadından malın ^eya zevciyetin veya her ikisinin de isbâ-tını ister. Gaip adamın malından, o kadına nafaka hükmetmek için, böyle yapar. Veya, kadına borç etmesini emreder ve ona na­faka hükmetmez, çünkü, o gaybe hükmetmek olur. İmâm Züfer: «ÎCadınm beyyinesini, şahitlerini dinler; —Gaip adamın malı olsa bile—, nikâhla ve nafaka vermekle hükmetmez. Ancak kadına, borç etmesini emreder buyurmuştur. Bu günün hâkimlerinin ameli, bunun üzerinedir. Fetva da, bununla verilir. Kenz Şerhi´ıv de de böyledir.

Bundan sonra, koca dönerse bakılır ; Eğer, kadmm na­fakası acele cdilmemişse, iş bitmiştir. Eğer acele edilmiş olur; bu­nun üzerine de beyyine getirir veya getirmezse, kadına yemin ettirilir. Kadın, yeminden kaçınırsa; işte o zaman, koca, rnuhey-yerdir. îsterse, kadından, isterse, vekilinden alır Bedâi´de de böy­ledir.

Gaip adam geri gelir ve nikâhı inkâr ederse; yemini ile bir­likle, onun sözü geçerlidir. Yemin ettiğinde, eğer mal emânetse, koca isterse, karıdan; islerse emânet yanında olandan ahr. Borç ise, onuda alacaklıdan ahr. Sonra da, o borç sahibi, kadına mü-râcât eder. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Koca döner ve kadını boşadığınj talâk iddetinin de bitti­ğini belgelerse; veren doğii alan tazmin eder. Ancak, kocanın bey-yinesi : «Gerçekten, veren talâkı ve iddetin bittiğini biliyor.» der­se; bu müstesnadır. Itâbiyye´de de böyledir.

Eğer nafaka bedelini veren : «Ben zevciyet i bildim; talâ­kı bilmedim.» derse, talâkı bilmediğine dâir yemin edince ödeme yapmaz. Gâyetü´s-Sürûcî´de de böyledir.

Emânet, kadına nafaka vermede, borçtan evlâdır. Hâkim, borçluya veya emânet bırakılana emreder; yanına mal bırakılan da : «Ben, malı, nafaka olarak kadına, verdim» derse; sözü kabul edilir. Borçlunun sö/ii ise, işba t sız kabul edilmez. Feîâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Emânet bırakılan veya kocanın evinde olan mal, kadının hakkının cinsi hilâfına olursa; o maldan, nefsinin nafakası için, ka­dın bir şey satamaz.

Keza, bütün âlimlere göre : Nafaka hakim de, bir şey satamaz. Ancak, evin ve kölenin icarından verilir. Bu da, gaip için olur. Mu-hıyt´-te de böyledir.

Yiteri de gaip olan yerindedir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir,

Hâkim, kocanın malından kadına, nafaka verdiği zaman, kadının, o maldan, kifayet miktarı alması gerekir.

Kadın hâkime müracâat edip kocasının üzerine nafaka bağ­lanmasını talep eder; kocanın da, kadında alacağı olur ve karısına : «Ondan, nafakana mahsup eyle.» derse; öyle yapılır. Muhiyt´te de böyledir.

Şayet, hâkim nafakayı, pahaiı veya ucuz hükmetmiş olur­sa; o hâkim, hükmünü değiştirir. Zahîriyye´de de böyledir.

Nafakadan aczi sebebiyle ayrılmaz; ve ona borç etmesi em­redilir. Kenz´de de böyledir.

Nafakadan aczinin meydana çıkması, ancak ve ancak koca­nın hazır olduğu zaman mümkündür. Adam, karısından gaip olur: kadına da, bir nafaka bırakmazsa; kadın, dununu hâkime iletir; hâkim, aczi sebebiyle, bunların aralarının tefrik edilmesini uygun gören bir âîime yazarsa; ayrılık vâki olur mu Şeyhu´l - İslâm : «Evet nafakadan âciz olunca, tefrik olunurlar.» demiştir. Zehiyre sahibi: «Sahih olan hâkimin, hükmü sahih değildir. Çünkü bu hü­küm içinde içtihad olan bir hüküm değildir.» demiştir. Gerçekten, acz bitmez. Nihâye´de de böyledir.

Kadın, kocasını, nafaka hususunda dâva eder hâkini, hü­küm veı-ene kadar, uzun bir müddet geçerse; hâkim, bize göre, ge­çen zamanın nafakasını, kadına hükmetmez. Muhıyt´te de böyledir.

Hakim takdir etmeden ve kendileri razı olmadan önce, koca, karısına borç edip nafaka verse; kansına müracaat ederek bunu ge­ri alamaz. Bu, fazladan bir infak olur. Koca, hazır olsun, gaip ol­sun, müsavidir. Hakimin takdiri veya kendilerinin rızalarından sonra kadın kendi malından harcama yapsa, müracaat edip bu­nu kocasından alabilir.

Keza kadın, kocasına karşı borçlanırsa, (bu borç etme ister hâ­kimin izni ile olsun, ister izinin hâricinde olsun müsavidir.) —bu­nu kocasına ödemez. — Bedâi´de de böyledir.

Hâkim, kadın için, kocanın üzerine, her ay şu kadar nafaka takdir eder veya her ayın nafakasına, aralarında razı olurlar ve ay­lar geçtiği halde koca nafakadan bir şey vermez; kadın da, borç yapar veya kendi malından harcar; sonra da adam veya kadın ölürse; bize göre, hepsi sakıt olur (= düşer)

Kuza, koca, bu durumda kadım boşarsa; hâkimin takdirinden sonra toplanan nafakanın, tamamı sakıt olur. Bu bizim kavlimizdir. Hâkim, kadına, bir nafaka takdir eder, fakat borçlanmasını emret­mezse bu böyledir. Eğer kadına, kocasına karşıt borçlanmasını em­rederse, kadın borçlanır. Sonra da, ikisinden birisi, Ölürse, bu du­rumda nafaka bâtıl olmaz. Hâkim Şehid de böyle söyledi. Sahih olan da budur.

Peşinen verilen nafaka, geri iade edilmez. Her ne kadar, onlardan birisi ölse veya adam karısını boşasa bile, böyledir. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) Fe göre böyle­dir. Fetva da, bunun üzerinedir. Mehru´i Fâık´ta da böyledir.

Bir kimse, üç taİâk boşadığı kadının nafakasını, iddeti bi­tince kocaya gitmesi İçin, verse; onu, kendi nefsine nikahlayamaz. Şeyhu´1 - İmâm Ebû Bekir Muhammed bin FadI: «Eğer, dirhemle t verse; istemek vardır. Ancak sıla (- akrabalık) için olursa bu müs­tesnadır.» demiştir. Başka âlimler de : Nafaka vermesi şarttır. Ve şöyle söyler »´Bana nikahlanman üzere, sana infak ediyorum,» is­ter "nikah etsin ister etmesin, kadına müracaat eder. Demişlerdir. Eğer, böyle söylemez; ancak, o, delâletle gerçekten bunun için in-i´âk ettiğini bilirse; bazıları «Müracaat edemez.» dediler. Şeyhu´l -İmâra Üstâz Zahîra´d - Dîn : «Her haliyle müracaat eder. Çünkü, o rüşvettir." elemiştir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Koca, fakir oiur; bunu da, hâkim bilirse; hâkim, onu hab-setme/. Muhiyt´te de böyledir.

Hâkim, onun fakir olduğunu bilmez; kadında hâkime mü­racâatla bahsedilmesini isterse, evvel emirde hâkim onu habsetmez.

Fakat, hâkim infak ile emreder;.ve : «Kadına infak eylemezsen hap­sedilirsin.» diye haber verir.

Ancak, kadın bundan sonra, ikinci üçüncü defa hâkime başvu­rursa, arlık hâkim onu hapseder. Nafakadan hâriç, borç da böyle­dir.

Hâkim, kocayı, iki veya üç ay habsettiği zaman, yine de, ondan, nafaka istenir. Bazı yerlerde, dört ay diye´de zikredilmiştir..

Sahih olan, miktar yoktur. Belki de, o, hâkimin re´yüıc bağlıdır. Eğer hâkimin görüşünün ağırlığı, o adamın, malı olunca, borcun ödemesi şeklinde ise, onun yolunu arar. Talip, onu tasarrufundan men edemez.

Eğer zengin ise nafakasını ve borcunu, rızâsı olmaksızın çıkar­maz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Şayet, hâkim, kocanın vereceği nafakayı takdir eder; koca, ise, zengin olduğu halde, onu vermekden kaçınır; karısı da, onun habscdilmesini isterse, o, hapsedilir. Yalnız, uygun olan, onu evvel emirde hapsetmemek; belki de, onu iki veya üç oturum tehir edip, her mecliste ikaz etmekdir. Yine de, vermezse, o takdirde, diğer borçlarda olduğu gibi, o zaman habsetmek uygun olur. Bedâi´de de böyledir.

Bu kimse, hapsedilmekle, nafaka, ondan kalkmaz. Ona, borçlanması emredilir. Adamın, eline mal geçince, yeniden kendisi­ne müracaat edilir. Eğer, koca, hâkime : «Kadım da benimle bera­ber, hapseyle; yanımda, boş yer vardır.» dese bile, hâkim, kadını, onunla birlikte hapsetmez. Muhayt´te de böyledir,

Koca, nafaka için hapsedildiği zaman, hâkim, nafaka cin­sinden olan şeyini, kadına teslim eder. Adamın rızası olmasa da. Öyle yapar. Eğer, nafaka cinsinden olmazsa; ondan, bir şey satıl­maz. Fakat, adamın bizzat kendisine onu satıp borcunu ödemesi emredilir. Diğer borçlarda böyledir. Bu, îmâm Ebû Hanîfe (R.A.3 ye göredir, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.J´e göre, adamın malı, nafaka cinsinden olmasa bile satılıp, borcunun yerine verilir. Bedâi´de de böyledir.

İmâmeyn´egöre, hâkim satışa, önce taşınır mallardan baş­lar. Eğer, onların parası nafaka borcuna yetişmezse; o zaman da, taşınmaz malları satar. Zehiryre´de de böyledir.

Adamın, yalnız bir sarığı olsa, nafaka için onun satımına zorlanmaz. Çünkü, giyilen şeyler diğer borçlar için de satılmaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Şayet geçmiş zamanda, hâkimin ne kadar nafaka takdir eyle­diğinde, ihtilâf ederlerse; kocanın sözü geçerlidir. İsbat kadına ait­tir. Kerderî´nin Vecîzi´nde de böyledir.

Kadın için, kocaya nafaka takdir edildiği zaman, kadının koca­sı üzerinde mehrinden kalanı varsa; adam da kadına bir şeyler ve­rince; ihtilaf eyleseler; koca: «Bu, mehirdir.» karısı da: «Ha­yır, bu nafakadandır.» derse, kocanın sözü geçerlidir.

Şeyhu´l - İslâm Haher - zade : «Verilen şey, eğer mehir için verilmesi âdet olan şeydense, mehirdir. Fakat, mehir için verilmesi âdet olan şeyden değilse, (et suyu gibi, ekmek gibi bir tabak mey­ve gibi ve emsali söylerse) o zaman kocanın sözü kabul edilmez. Mumyt´te do böyledir.

Nafakanın cinsinde veya miktarında yapılan anlaşma ve­ya verilen hükümde ihtilâf ederlerse; kocanın sözü geçerli olur. Ka­dının, isbr.l etmesi gerekir.

Koca, karısına, bir elbise gönderir; karısı da : «Bu, hediyedir.» der; kocası ise: «Bu, kisvedir.» derse; yemin ile birlikte, kocamı} sözü geçerli oiur. Ancak, kadın, onun hediye olarak gönderildiğini isbat ederse; o müstesnadır.

Bu meyanda, kocası da onun hediye olmadığını belgelerse, ko­can m belgesi muteberdir.

Keza, karı-kocaıun her birî diğerinin ikrarını belgeleseler, iLi bar kocanın belgesincdiı*.

Keza, koca, dirhemler yollar ve : «Bunlar, nafakadır." der; ka­dında : «Hayır, hediyedir.» derse, kocanın sözü geçerlidir. Mebsütia da böyledir.

Koca, infak ettiğini iddia eder; kadın, da bunu ınkaı eder­se; yeminle birlikte, kadının sözü geçerlidir. Mumyt´te de böyledir.

Bir kadın : «Gerçekten, kocam benden uzaklaşmayı istiyor. Nafakam irin, kefil istiyorum, dese; İmâm Ebû Hanîfe CR.AJ´ye göre böyle söylemeye hakkı yoktur. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre istihsanen, bir aylık nafaka için, kefil alabilir. Fetva da bunun üze­rinedir.

Şayet, kocanın, seferde bir aydan fazla kalacağı bilinirse İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre bir aydan daha fazla içinde kefil alır. Hulâsa´da da böyledir.

Bir kimse, başka birisinin karısına, kocalının yerine nala-ka ve mehiı- ödese, bu nafakanın tazmini hâilidir. Ancak, her ay için bir miktar belirlenmesi hâli müstesnadır. Aslında, kan koca­nın, beraberce anlaşıp koca, nafaka her ay, belli bir şey öderse bu güzel clur. Zehıyre´de de böyledir.

Bir adamın, kadının her aylık nafakası için, kefü olması, caiz cimaz; Yalnız, bir ay için kefil olabilir.

Şayet kefil : «Kocandan dolayı, bir senelik nafakana kefil ol­dum.» derse; işte o zaman, bir senelik kefaleti caiz olur.

Keza, eğer : «Senin nafakana, ebediyyen kefil oldum.» ve}´a «sağ olduğum müddetçe.» derse, hayatta oldukça kefildir.

Bir adam, bir aylık veya bir yjlhk nafakaya kefil olsa, kadının kocası da, onu, bâin veya nc´i talakla boşasa, bu kefilden, iddet na­fakası alınır.

Nafaka hakkında, kadın, kocasını hâkime dâva eder; ko­canın babası da kadına : «Nafakanı, ben vereceğim." der ve yüz dirhem de verdikten sonra, kocası bu karısını, boşarsa; baba, ka­dına nafaka için verdiğini, geri alamaz. Fetâvâyi Kâdihân´da da böyledir.

Bir kadın kocasına : «Ben, senin karın oldukça, sen benim na­fakamdan ebediyyen uzaksın.» derse; eğer hâkim, ona nafaka tak­dir etmemişse; bu beraat batıl (= geçersizidir. Eğer hâkim, ona her ay için, on dirhem nafaka takdir eylemişse, birinci ayın nafaka­sını ibra caiz olur; diğer aylannki olmaz.

Şayet, bir ay geçtikten sonra : «Giden ayın ve gelen ayın nafa­kasını sana ibra eyledim.» derse; kocası geçmiş ayın ve gelen ayın nafakasından uzak kalır. Daha fazlası olmaz. Mezîd´de de böyledir.

Şayet kadın :«Nafakamdan bir seneliğini sana ibra eyle­dim» dese bile, kocası, yalnız bir aylık nafakadan uzak kalır. Fet-hu´l - Kadîr´de de böyledir.

Bir kadın, kocasıyla, her ay için, üç dirhem nafakaya an­laşma yapsa; bu caiz olur. Sonra, nafakanın bu cins sulh mes´ele-krindc asi olan, gerçekten nafakadan sulh, karı koca tarafından, ne /aman bir şe^u hasıl olursa; hakimin o anlaşmaya göre, koca üzeri­ne naiaka takdir etmesi caiz olur. Bu sulh isler hâkimin takdirin­den önce olsun, ister sonra olsun, iki tarafın rızaları her ay için ne İse, nafaka odur.

Karı - koca bir şey üzerinde anlaşma yapmışlarsa; hakimin ay­rı yatan kocaya, haline göre, nafaka takdir etmesi caiz olmaz. Meselâ : Anlaşma bir köle Veya bir elbise olarak vâki olmuşsa, bakılır : Eğer, aralarında yapılan anlaşma, hâkimin hükmün­den önce ise, kadının nafakası odur.

Keza, aralarında kendi rızaları ile, her ay için, bir şey tayin ek­ledikten sonra ise, itibar aralarında olan sulha göredir.

Eğer, sulh hâkimin, kadına takdir eylediği nafakadan ve yine aralarında her ay için razı oldukları şeyden, sonra ise; bu sulha iti­bar olunur. Bu takdire itibaren faydası, bunu artırmanın da, eksilt­menin de caiz olduğundandır. İşte, bu asi üzerine, bu meseleler meydana çıkarılır.

Kadın, kocasıyla her ay için, üç dirhem nafakaya, anlaşma yapsa; sonrada kadın : «Bu miktar bana kafi gelmiyor.» dese; eğeı, koca zengin birisiyse, kadının dâva edip nafakasını kifayet mikta­rına çıkartma hakkı vardır.

Keza, kadın, kocasıyla anlaşma yapar da; her ay için üç dirhe­me razı olur; sonra da, kocası : «Benim, buna gücüm yetmiyor.» derse; onun bu sözüne inanılmaz. Kadın, üç dirhemin tamamını alır. Kitab´da denilmiş ki : «Yalnız, hâkim bu adamın durumunu bazı insanlardan sorar. Onlar da hakikaten, bu adamın gücünün yet­mediğini haber verirlerse, nafaka noksanlaştınlıp, gücü yetecek ha­le konur, denilmiştir.

Giyimde de, sulh böyledir. Kadın, yahûdi yapısı bir gömlek; zatiy yapısı bir çar; birde, şam yapısı baş örtüsüne kocasıyla anlaş­ma yapmışsa, bu caizdir. Zehıyre´de de böyledir.

Bir kimse karısıyla, bir senenin nafakasına bedel olarak, bir kat elbiseye anlaşma yapar; onu da, kadına verirse; bu caizdir. Bundan sonra, kadın, yine elbise isterse, bakılır : Elbise üzerine yapılan anlaşma, eğer, hâkimin kadın için takdir eylediği nafakadan veya her ay için, nafaka olarak bir şey üzerinde aralarında anlaşma yaptıktan sonra ise; işte o zaman kadın, hâkimin takdir eylediği nafakaya veya daha önceki aylık anlaşmalarına döner. Fakat, sulh önce elbiseyle yapılmışsa; işte o zaman, kadın elbisenin kıymetine başvurur.

Meselâ : Kadının nafakasından bedel, orta halli bir hizmetçi üzerine anlaşma yapsalar,. onun içinde, bir müddet koysalar veya koymasalar; eğer bu, hâkimin takdirinden daha önce ise caizdir. Bu anlaşma, hâkimin takdirinden sonra ise caiz değildir. Muhiyt´te de böyledir.

Bir adamın iki karısı olduğu zaman, biri hür diğeri efendisinin bir eve yerleştirdiği bîr câriye olsa; koca, bunlarla, na­faka hususunda, anlaşma yapsa ve câriye için hür kadından daha fazla nafaka şart koşsa, bu caizdir. Eğer, cariyenin efendisi, onu bir eve yerleştirmemi şse; bu cariyenin kocası ile nafaka anlaşması yap­ması caiz olmaz.

Keza, bir kocanın nikâhı fâsid olan karısıyla, nafaka anlaşma­sı caiz o´maz. Zehiyre´de de böyledir.

Kadın kocasıyla nafaka ve giyimde, halkın benzerinde aldar madiği miktardan fazla ile anlaşma yapması caiz olur. Bunun aksi olursa caiz olmaz, fazla olan geri alınır o kadının mislinin nafakası verilir. (Hulâsa)

Bir köle, efendisinin izniyle evlense; karısının nafakasını verir. Köle bunu temin için satılabilir de. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Efendinin fidyesini vermek gerekir. Eğer, köle ölürse; na­faka düşer. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Müdebbir, efendisinin izniyle evlenirse; kadının nafakası, kazancından ödenir. Mükatep de âciz olmazsa böyledir. Şayet, âciz kalırsa, satılır.

Bunlar, efendilerin izni olmadan evlenirlerse; onlara nafa­ka ve mehir yoktur. Kâfî´dede böyledir.

Bunlardan birisi, azâd edilse; azâd olundukları zamandaki nikâhları caizdir. İstikbâlde, nafaka ve mehir üzerlerine vacip olur.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, tamamı azâd edilmeyen kö­le, mükâtep yerindedir. Muhıytt´te de böyledir.

Bir kimse cariyesini kölesine nikâhlasa; cariyeyi hazırlasın veya hazırlamasın, nafakası efendisine âiddir. Kâfî´de de böyledir.

Eğer efendisi : «Ben, ona nafaka vermem.» dese; onun na­fakası, üzerine cebredilir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, kızını, kölesine nikahlarsa; kızın nafakası kö­lenin üzerinedir. Bedâi´de de böyledir.

Nikâhlı bir cariyeye, eğer efendisi "bir ev hazırlarsa; ona, nafaka vardır; değilse, yoktur.

Müdebbere ile ümm-ü veled de böyledir.

Cariyeyi efendisi hazırlar demek, câriye ile kocasının aralarını beş, tenha bırakmak ve kendisine hizmet yaptırmamak demektir.

Eğer, cariyeye bir ev hazırlar; sonra da, kendisine hizmet, et­tirmeye başlarsa; nafaka düşer. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir,

Câriye efendisine hizmet ettiği nıüddetçe; kocasının üzeri­ne nafaka yoktur. Şayet efendisi, kocanın evini hazırlarsa; cariye­de bazı vakıtlarda gelip efendisine, kendi kendine hizmet eder, ona efendisi hizmet ettirmezse, âlimler :<´Nafaka düşmez, (yâni; nafaka verilir.)» demişlerdir. Bedâi´de de böyledir.

Şayet câriye, efendisinin olmadığı bir zaman da, onun evine geiir; efendisinin ehli ıyâli de, onu kocasının evine gitmekten men eder ve kendilerine hizmet yaptırırlarsa, bu cariyeye´nafaka yoktur. Mulııyıt´te de böyledir.

Mükâtebe, efendisinin izniyle nikâhlanırsa; o hür kadın gi­bidir. Onun, hazırlanmaya ihtiyacı yokttır. Fetâvâyi Kâdîhân´da da bö\ledir.

Babamdan : «Bir kimse, cariyesini, bir adama nikahladığı halde; uzun müddet, o câriye efendisinin hizmetiyle meşgul bulun­sa, geceleri de kocasına hizmet eylese; bu cariyenin durumu nedir » diye soruldu.

O, şu cevabı verdi :

- Gündüz nafakası, efendisine; gece nafakası da, kocasına aittir.» Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir köle veya müdebber veya mükâtep efendisinin izni ile evlense; karısı da, çocuk doğarsa, çocuğun nafakası üzerine zorlammaz. Çocuğun anası, ister hür, ister câriye, ister mütlebbere, ister mükatebe, isterse ürom-ü veled olsun, fark etmez.

Eğer, kadın mükâtebe ise, çocuklarının nafakası ona aittir. Ka­dın, müdebbere veya ümm-ü veled ise evladlan kendileri gibidir; na­fakaları, efendilerinin üzerinedir.

Kadın hür olduğu vakit, çocuğunun nafakası,— bu kadının malı varsa— onun üzerinedir. Eğer malı yoksa o zaman çocuğun nafaka­sı, akrabalarından en yakın olan vârisine aittir. Keza, hür bir adam, bir câriye veya müdebbere veya mükâbere veya ümmü veled nikahlarsa, cevap; köle müdebber, mükâteb hakkında verilen ce­vap gibidir. Zehıyre´de, de böyledir

Cariyenin, ümmü veledin veya müdebberenin efendisi fa­kir çocukların babası da, zengin ise; baba onları infak etmekle cmrolunurmu

Eğer, çocuk cariyeden olmuşsa; baba nafakası ile emrolunmaz. Eğer çocuk ümm-ü veled veya müdebbereden olmuş ise, baba onun nafakası ile emrolunur. Muhıyt´te de böyledir.

Sonra, baba, efendiye müracaat eder ve çocuklara sarfetti-ğini ondan ister. Fetâvâyİ Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse kölesini ve cariyesini mükâtebe yapmış ve onla­rı da evlendirmişse, bunların bir çocuküarı olunca, onun nafakası babaya değil, anaya aittir.

Bu, mükâtebin, kendi cariyesine cima´ edip ondan bir çocuk doğ­ması halinde rnuhalifdir. îşte burada, o çocuğun nafakası, mükâtebe aittir.

Eğer, mükâtep, başka birisinin cariyesi ile evlenir; ondan da bir çocuk dcğar,"veya mükâtep, o cariyeyi satm alana kadar, çocuk doğ­maz, sonra doğarsa; artık, çocukların nafakası mükâtebin üzerine­dir. Muhıyt´te de böyledir.

Bu durumda, elbise de, yaza ve kışa elverişli olarak, kocanın üzerine vâcibdir. Yenâbî´de de böyledir.

Elbise, senede iki defa, altı ayda bir defa takdir edilir. Mebsût´ta da böyledir.

Şayet kadına altı ayda bir, bir kat elbise takdir edilirse; onun için, o müddet çıkmadan, başka elbise hakkı yoktur.

Eğer, allı ay geçmeden önce, alman elbise yırtilırsa; fakat, bu, âdet üzere giyildiği zaman yırtılmayacak ti ise, kocanın, yenisini al­ması gerekmez; değilse, gerekir. Eğer, altı ay geçtiği halde, elbise ılımıyorsa, durması giyilmediğinden veya başka elbise giyildiğin­den; yahut bir gün onun, bir gün başkasının giyilmesi sebebinden-se; onun için, başka bir kat elbise daha takdir edilir. Cevheretü´n -Neyyire´de de böyledir.,

Eğer elbise veya nafaka zayi olsa, veya çahnsa, -başkada el­bisesi veya nafakası bulunmasa; yeniden temini gerekir. Gâyetti´s-Sürûcî´de de böyledir.

Kocanın, durumuna, göre karısına, üzerine oturacak bir-sergi vermesi vâcibdir.

Eğer, koca zengin ise; kış için tımfese denilen bir yaygı, yaz için de, şantiyen bir yaygı gerekir. Eğer, koca, fakir ise; yaz için ha­sır, kış için de, bir keçe yaygı gerekir. Tunfese ile sahtiyan sergi, hasırdan sonradır. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

İmam, Kita´b´da: Hakim, hizmetçinin narasını takdir ettiği zaman, onun elbisesini de takdir eder. Fakire kışın, keten bir göm­lek, bir izâr ve ucuzundan bir üst giyişi; yazın ise; bir gömlek,: bir de izâr gerekir Zengin için de; kışın zatıy denilen bir gömlek; bir izâr ve bir üst giyişi; yaz için de onun aynısıdır. Kış elbisesi yazdan fa/.İadır. Sonra, hizmetçi için baş örtüsü yoktur. Kadın hizmetçi için, yeteri kadar ayakkabı da lâzımdır. Bu durum, beldelerin de­ğişmesiyle, değişir.

Soğuk, veya sıcak yerlerin giyimleri, ayrı ayrıdır.

Hakim, hizmetçinin nafakasında, kifayet miktarını, zaman ve mekânı göz Önüne alarak takdir edt:\

Ancak, hizmetçinin kisvesi ( — elbisesi) hanımının elbisesinin dengine yetişmez. Muhıyt´te de böyledir.

En doğrusunu, ancak, Allahu Teâlâ bilir.

Kadının oturacağı yeri temin, kocasının üzerine vaciptir. Bu ev, kadının ve kocanın ehlinden hâli bir ev olacaktır Kadının seçmesi ise müstesnadır. Keriz Şcrhi´nde de böyledir.

Bir adam, karısını yanında hiç kimsenin olmadığı bir yer­de oturtur; kadın da hâkime şikâyet ederek, kocasının kendisini dövüp eziyet ettiğini söyler ve hâkimden, kocasına emrederek, kendisini iyi kimselerin arasında oturtmasını; onların kocasının yaptığı iyliği de kötülüğü de bilmelerini ister ve eğer hâkim, işini kadının dediği gibi olduğunu bilirse; o zaman, kocasını haksızlık­tan men eder. Eğer, bunu bilmezse; o vakit, bakar: Eğer, o ev^rn komşuları iyi kimselerse orada oturtur ve komşulardan o adamın ne yaptığını sorar. Eğer, onlar kadının söylediği gibi, söylerse, adamı zecreder ve yaptığından men eder Eğer, komşular: Bu ada­mın karısına eziyet etmiyor derlerse hâkim, onları orada bırakır. Eğer komşularında itimad edilir kimseler yoksa veya bunlar koca tarafına meyi ediyorlarsa; hâkim kocaya iyi kimselerin ara­sında oturmasını emreder, onlardan da durumlarını sorar ve haber­lerine göre iş yapar Muhıyt´te de böyledir.

Kadın, kumasıyla veya görümcesiyle oturmaktan kaçınır; ev dar olur, fakat odaları bulunursa onu bir oda da bırakır ve on­dasına kilitlerse ar,tık, kadın kocasından, başka yere gitme isteğin­de bulunmaz. Eğer, o evde başka başka odalar yoksa, kadının bunu isteme hakkı varıdır.

Eğer kadın : Ben cariyen ile bir evde durmam, derse; bunda hakkı yoktur.

Keza, kadın «Ben senin ümmü veledinle oturmam, derse; bun­da da hakkı yoktur. Zahirîyye´de de böyledir.

Bürhânü´l - Eimme bununla fetva vermiştir. Kerderi´nin Vecizi´nde de böyledir.

Eğer koca kadının, babasına veya anasını veya ehlinden birisini kadının yanma girmeden men etmek isterse; bunda itilaf oldu: Bazıları: Ana ve babasını her hafta kadının yanma girmeden men edemez dediler. Ancak onların yanında olmasından men eder. Alimlerimiz bunu kabul eylemişlerdir, Fetva da bunun üzerine­dir Fetvâyi Kadihan´da da böyledir.

Bir koca karısını, haftada bir defe ana ve babasının yan­larına gitmekten men edemez denilmiştir. Fetvada bunun üzerine­dir. Gâyetiis- SiirlirlMdır. Gayetüs- Sürüci´de de böyledir.

Bir koca, karısını, ana- babasının dışında ziyaretten men edebilir- mi Bazı alimler Her ayda, bir defa akraba ziyaretinden men edemez demişler; Belh alimleri ise: Senede bir defa demiş­lerdir. Fetva da bunun üzerinedir.

Keza kadın bacısı, teyzesi halası gibi mahremlerini, ziyaret etmek isterse; yukarda söylenenler gibidir Felvâyî Kâdihan´da da böyledir.

Bir koca, karısını, ana, babasından, başka kocasından olan çocuğundan ehlinin ona bakmasından ve konuşmasından men edemez. Kadınla ne zaman isterlerse; görüşüp konuşurlar. Hidâye-´dc de böyledir.

Mecmüu´n-nevâzil de: «Eğer kadın ebe veya cenaze yıkayıcı ise veya kadının, başkasında veya başkasının kadında hakkı vax*sa; ko­casının izni, olsa da, olmasa da, kadın çıkabilir. Hac da böyledir.

Bunlardan başka, yabancıların ziyaretinden ve onların bay­ramlarından, düğünlerinden için kadına izin vermez. O da izinsiz gidemez.

Şayet, koca izin verir; o da giderse; her ikiside günahkâr olur­lar.

Kadın, hamama gitmekten de men olunur. Fethu´l - Kadîr´de de böyledir.

Eğer, koca, karısına, bid´attan hâli vâız meclisine gitme­sine izin verirse, bunda bir beis yoktur.

Kadın, kölesiyle yolculuk yapamaz. Kölenin husyeleri ol­masa bile, böyledir. Mecûsî olan oğlu ile de, yolculuk yapamaz.

Bu zamanda, süt kardeşi ile de yolculuk yapamaz. Başka bir kadın ile de, yolculuk yapamaz. 12-13 yaşlarında olan mürahik oğ­lan ile de yolculuk yapamaz.

Kadın, kızının kocası ile, kocasının oğlu ile, anasının kocası üe yolculuk yapar. Kerderî´nin Vecîzi´nde de böyledir.

Kadın için, kocasının izni olmaksızın, onun evinden, bir şey vermek yoktur.

Farz orucun dışında, izinsiz, oruç da tutamaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir. [34]



3- İddet Bekliyen Kadının Nafakası


Boşanma cihetinden iddet bekleyen, kadın, nafaka ve mes­kene müstehaktır. Tal <, ister rıc´î; ister, bâin; isterse, üç talâk oîsun; Kadın hamile olsun veya olmasın; nafaka hakkına sahipdir. Fetâvâyi Kâdîhân´da de böyledir.

Asi olan : Ayrılık, her ne zaman, koca cihetinden olursa; kadına nafaka vardır.

Eğer, ayrılık kadın, tarafından haklı bir sebeple olmuşsa, yine kadına nafaka vardır.

Eğer, günâh sebebiyle olmuşsa, kadına nafaka yoktur.

Eğer, ayrılık, kadından başkası tarafından olursa, yine nafaka vardır.

Lânetleşmiş kadın için de, nafaka vardır.

Mal mukabili boşanmış olan kadın içinde, nafaka vardır, Iylâ = YeiJâ t = yemin) eden için de nafaka vardır.

îrtidâd eden koca ve karısının anasına mücamaatta bulunan koca; kansma nafaka verir.

Keza mnînin karısı, ayrılık isterse; onun da nafaka hakkı var­dır.

Keza, ümm-ü veled ve müdebbere azâd olunurlar da, kocaları­nın yanında dururlarsa; efendileri onlara ev hazırlamış olur; onlar da ayrılık, isterlerse; nafaka hakları vardır.

Keza, küçük kız yetişir de, nefsini ihtiyar ederse, nafaka hak­kı vardır.

Keza, duhûlden sonra, denklik olmadığından tefrik olunur (= birbirlerinden ayrılırlar) sa, kadına nafaka hakkı vardır. Hulâ-sa´dâ da böyleûir.

Eğer, kadm irtidat eder veya kocasının oğlu ile veya ko­casının babası ile münâsebet kurar veya şehvetle ona dokunursa; istihsânen, kadına nafaka yokdur. Oturma hakkı ise, vardır.

Zoraki tecâvüze uğrayan kadına, nafaka vardır. Bedâi´de de böyledir.

İrtidâd eden kadın, tekrar müslüman olursa; iddeti baki­dir. Ona nafaka yoktur. Kocasının evinden ayrılan onun boşadığı kadın, bunun hilaf madır. Eğer, bu kadın, evden ayrılmaktan vaz. geçerse; ona, nafaka vardır. Serahsi´nin Muhiyti´nde de böyledir.

Bunda asi olan: Her bir kadın ki, ayrılık sebebiyle, onun nafakası bâtıl olmaz; iddetle bir arıza sebebiyle bâtıl olur; sonra­da, o arıza iddet içinde giderse; o zaman, nafaka avdet eder (= dö­ner) . Ve ayrılık sebebiyle bâtıl olan, iddeti içinde, nafakası avdet etmez her ne kadar ayrılık sebeb; zail olsa bile böyledir. Bedâi´de de böyledir.

Bir kimse, karısını üç talâk boşadıktan sonra, bu kadın irtidâd ederse; nafakası düşer, trtidât ettiği için değil; fakat, nefsini hab-seyîediği için tevbe edene kadar kocasının evinde olmaz.

Hatta irtidâd etmiş olsa; fakat nefsini habseylemeyip kocası­nın evinde dursa; işte ona nafaka vardır. Eğer tevbe eder ve koca­sının evine dönerse; arıza zeval bulduğu için (ki bu hapistir.) ona nafaka vardır. Bu hâl, talâk bâin veya üç talâk olduğu zamandır, Ric´î talâka gelince; bundan iddet bekleyenler, irtidâd ederse; nef­sini habs etsin veya etmesin ona nafaka yoktur. Kâfî´de de böyledir.

Şayet kadm, kocasının oğlu veya babası ile münâsebet ku­rar veya ona şehvetle dokunursa; eğer o, ric´î talâkdan idd&t bekli­yorsa, kadına nafaka yoktur. Ve eğer talâk bâin ise, veya taîaksız iddet bekliyorsa ona nafaka ve ev vardır.

İddeti içinde irtidâd edip de, dâr-i harbe giden kadın, bunun hilâfinadır. Sonradan gelip müslüman oîsa bile, ona nafaka yoktur. Bedâi´de de böyledir.

Kocası ölen kadına, nafaka yoktur. İster hamile olsun, ister. olmasın. Ancak, kadm ümm-ü veled olur ve bu da hâmile bulunur­sa; ona bülün maldan nafaka vardır. Sirâcül - Vehhâc´da da böy­ledir.

Kadının üzerine iddet vâcib olduktan sonra, üzerinde olan hak sebebiyle, habsedilse; nafaka sakıt olur. (= düşer.) Zahîriyye´-de de böyledir.

Nâşize olan bir kadını, kocası boşarsa; onun, kocasının evine dönüp, nafaka alma hakkı vardır. Her ne kadar, hayzm kalkmasıy­la, iddet uzarsa bile, hayızdan kesilip, âyise olup, ay hesabı ile iddeti bitene kadar nafaka hakkı vardır.

Kadın, hayizla olan iddetini inkâr ederse; yeminle birlikte,´ onun sözü geçerli olur.

Eğer, kocası, mm «iddetinin bittiğini, ikrar eylediğini,» isbât ederse; nafakası düşer.

Şayet, kadının üzerine iddet vâcib olur, da hâmile olduğu­nu iddia ederse; ona talâk vaktinden itibaren, iki yıl nafaka vardır.

İki yıl geçerde, çocuk doğurmaz ve «ben hâmile olduğumu zan­netmiştim» der; bu müddet içinde de hiç hayız olmaz; nafakasını da taleb ederse, ona hayızla olan iddeti bitene kadar, nafaka var­dır. Veya âyise olup aylarla iddeti bitene kadar nafaka vardır. Fetâ-vâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Eğer kadın, üç ayda hayız olup; iddetine hayızla yeniden başlarsa, ona nafaka vardır.

Keza, misli cima´ olunan küçük kadını kocası cima´dan sonra boşarsa; ona üç ay nafaka vardır.

Şayet bu arada hayız olursa; iddete yeniden başlar. Üç hayız görene kadar, nafakası devam eder. Bedâi´de de böyledir.

Harp diyarında olan müslüraan karı - kocadan birisi, îslâm yurduna çıksa; diğeri de, ondan sonra çıksa; kadına, nafaka yoktur.

îddetin´de nafakaya müstehak olan; kisveye ( = elbiseye) de müstehak olur. Fejtâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bu nafakada, itibar, yetecek kadaradır. Oda, kifayet mikr tarımn. ortasıdır. Bu, takdir edilmiş değildir. Çünkü, bu nafaka, ni­kâh nafakasının benzeridir.

Nikâh nafakasında, muteber olan, bunda da muteberdir. îddet bekleyen kadın, nafakası hakkında dâva açmaz; hâkim de, bir şey takdir epemezse; i-idet bitene kadar, nafaka yoktur. Muhıyt´te de böyledir.

Hâkim, —îddeti içinde—, iddet bekleyene, nafaka takdir eder ve kadın kocaya karşı borç etsin veya etmesin, kocasından bir şey almadan Önce iddet biter, ve hâkimin emriyle borç ederse; bu­nun için, kocasına müracaat eder. Eğer, hâkimin emri olmaksızın, borç yapmış veya yapmamışsa; nafaka düşer, denilmiştir. Sahih olanda budur. Cevâhiru´I - Ahlâtî´de de böyledir.

Bir kimse, karısından gaip olur; kadın, başka kocaya va­rır; o da bu, kadına cima* eder; önceki kocası ise avdet edip (= dö­nüp) gelir; hâkim de, ikinci kocası ile kadının, arasını tefrik edip (— açar) sa, bu kadının iddet beklemesi gerekir.

Kadına, ne önceki , ne de ikinci kocası tarafından iddeti için­de, nafaka yoktur.

Bir kimse, karısına cima´ yaptıktan sonra onu talâkı selâse t— üç talâk) boşar; kadın da; iddeti içinde, diğer bir kocaya varır, o adamda o kadına cima ettikten sonra, hâkim aralarını ayırırsa; önceki kocasının, hem nafaka, hem de ev temini lâzımdır. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre böyledir.

Bir adamın nikahlı karısı, başka bir kocaya varır; o da bu kadına cima´ eder; durumu, hâkim öğrenince aralarını tefrik eder; sonra da bunu kocası öğrenir ve kadını, üç talâk boşarsa, bu kadı­nın, iki kocasından da, iddet beklemesi vâcib olur. Ve, hiçbirinden nafaka alamaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir. .

Bir adam câriye olan karısını bâin talâk ile boşar; efendi­si, o cariyeye, kocası ile birlikte ev hazırlamış olduğundan nafaka vacip olur; sonra da, efendisi, onu kendisine hizmet için çıkardığı için, nafaka düştükten sonra onu, kocasına iade eylemek ister ve nafaka alırsa; buna hakkı olur. Her ne kadar, efendisi; kocası onu boşayana kadar, ev hazırlamamış olsa bile böyledir.

Bu meselede Asi olan: Her bir kadın ki, boşanma vakti kendi­sine nafaka vardır; sonra da nafaka olmayacak bir hâli vardır; işte, bu durumda kadm, geri dönerse; nafaka alır.

Her bir kadın ki, talâk vakti ona nafaka yoktur, nâşize hariç, - diğerlerine nafaka yoktur. Bedâi´de de böyledir.

Bir kimse, ev hazırlanmamış bir cariyeyi nikahlayıp, bilâ­hare rıc´î talâkla boşasa; onun efendisi, kocasına o câriye için ev ha­zırlamasını ve ona nafaka vermesini söyler.

Eğer, ialâk bâin olursa, cariyenin efendisi, onunla kocasının arasım hâli kılamaz ve onun kocasından nafakada isteyemez. Sahih olan budur. Çünkü, o lalâkdan önce, nafakaya müstehak olmamıştı. Bâin talâkdsn da sonra müstehak olma . Fetâvâyi Kâdîhân´da â& böyledir.

Bir koca, karısını ric´ı ( — dönüşlü) talâkla boşadıktan sonra; onu, efendisi azâd eylese; kadın kocasından ev hazırlama­sını ve nafaka vermesini talep eyler. Çünkü, artık nefsine sahip ol­muştur: Eğer, talâk bâin olursa, kocası da onu tek başına bir ev. de hâîi bırakmıyorsa, işte o oturacak yer isteyemez.

Bu durumda nafaka alabilir mi Sahih olan, onuda alamaz.

Bir kimse, iimmü veledini azâd eylese, ona, iddeti içinde nafaka yoktur. . ,

Keza efendisi, ölüp ümm-ü veledi, ölüm Sebebiyle, azâd olunca, ölünün terekesinden ona nafaka yoktur. Fakat, eğer kadının bir çocuğu varsa, kadının nafakası çocuğun hisesinde vardır. Muhıyt´-te de böyledir.

Hassaf şöyle demiştir.

Bir kadın, kocasını hâkime çıkararak, ondan nafaka talebinde bulunur; koca ise, hâkime: Ben, onu bir sene önce, boşadım, der ve iddetini de çoktan bitirmiş olduğunu söyler; kadın da boşanma­yı inkâr ederse; gerçekten hâkim, adamın sözünü kabul ermez.

Adam, iki de şahit getirse, hâkim onları da taılımaz adama emrederek, kadına nafaka vermesini söyler.

Kadın o sene içinde, üç hayız gördüğünü ikrar ederse, bu ka-dma, nafaka olmaz. Eğer, kocadan bir şey almışsa; onu da geri ve­rir Zehtyre´de de böyledir.

Kadın eğer: «Ben bu sene, hayız görmedim» derse; kadının bu sözü geçerlidir. Ve ona nafaka vardır.

Eğer, kocası: «Sen bana iddetinin tamam olduğunu haber verdin.» derse; kadının nafakasını ibtâl hususunda, bu söz kabul edilmez Bedâî´de de böyledir.

Şayet, iki şahit, o adamın karısını üç talâk boşadığma şa­hitlik yaparsa; kadın, talâkı ister iddia, isterse İnkâr eydesin; hâ­kime lâyık olan, kocayı kadına yaklaşmakdan men eder ve şahitle­rin durumu ile meşgul olur. Kadın, kocasının evinden çıkmaz. Ka­dının yanına, güvenilir bir kadın konulur. O kadın, iddalı kadına kocasmm yaklaşmasını önler. Eğer, koca âdi bir kimse ise, böyle olur. O, emniyetli kadının nafakası beytü´l - mâldan ödenir.

Eğer, kadın, hâkimden nafaka ister ve : «Kocam beni, boşadı, veya boşamadı, veya boşayıp boşamadığmı bilmiyorum.» derse; işte bu iki yönlüdür.

Eğer, kocası ona cima´ eylememişse, bıı durumda, hâkim, o ka­dına nafaka hükmetmez.

Eğer, cima´ eylemişse; artık, hâkim, o kadına iddet nafakası takdir eder.

Şahitlerden sorup suâl edene kadar, dâva uzar ve îddet biter­se; hâkim iddet nafakasının üzerine, bir fazlalık yapmaz.

Eğer, şahitleri tasvip eder ve karı- kocanın aralarını açarsa na­fakadan aldığını, kadına teslim eder. Muhiyt´te de- böyledir.

Eğer, kocası, ona mübâh yollu bir şeyler vermişse, onları geri almaz. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kadm, bir adamda nikâhlı olduğunu isbât ettirirse, bu şa­hitlerin, şehâdeti devam ettiği müddece, ona nafaka yokur.

Eğer, hâkim, o kadına nafaka takdir etmeyi nıurad ederse, —gördüğü lüzum üzerine—, o zaman en uygun olanı, hâkimin ka­dına : «Eğer, onun karısı isen, gerçekten, senin için o adamın üze­rine, her ay şu kadar nafaka takdir eyledim.» demesidir.

Eğer, erkek nikâhı iddia, kadın inkâr eder ve koca beyyi-ne ibraz ederse; kadına nafaka yoktur.

İki bacı iddia eyler de onlardan her biri : «Şu adam, bent nikâladı.» derse; adamda inkâr ederse, kadınların ikisi iki bacıdan herbiri : «Şu adam beni nikahladı.» diye iddia eder; o şahıs da bu­nu inkâr eder; kadınların ikisi de, nikâhın bulunduğunu ve o ada­mın kendilerine cima´ ettiğini isbât ederlerse; bu iki kadmiçin, bir kadın nafakası vardır.

Bir kadın, kocasından, bir aylık nafakasını aldıktan sonra, iki şahit, o kadının, kocasının süt kardeşi olduğuna, şahitlik yapsalar, araları heman ayrılır ve kocası onun aldığı nafakayı geri alır. Za-hîriyye´de de böyledir.

En doğrusunu bilen, ancak Ailahu Teâlâ´dır. [35]

4- Çocukların Nafakası

Küçük gocukların nafakası, babanın üzerinedir. Bu husus­ta, babaya hiç bir kimse ortak olamaz. Cevheretü´n Neyyire´de de böyledir.

Küçük çocuk, eğer meme emiyor; anası da, babasının ni­kâhı altında bulunuyor; çocuk ise anasından başka bir kadının sü­tünü alıyorsa; anası onu emzirmekle zorlanmaz.

Eğer, çocuk başka kadının sütünü almıyorsa; Şemsti 1 - Eimme Halvânî : «Zâhir-i rivâyetde, ana yine de zorlanamaz.» demiş; Şem~ sü´l Eimme Serahsî ise : «Zorlanır.» demiştir. Bunun hilafı, söy­lenmedi. Fetva da bunun üzerinedir.

Her ne kadar, baba ve çocuk için mal yoksa bile, bütün âlimle­re göre, ana, çocuğu emzirmeye zorlanır. Doğrusu da budur. Fetâ-vâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Emzikçi bulunduğu zaman, çocuğu emzirtmek, —çocuğun malı yoksa— babanın üzerine vâcibdir.

Çocuğun malı varsa, emzikçinin ücreti çocuğun malından veri­lir. Muhıyt´te de böyledir.

Ana olduğu halde, baba çocuğun emekçisini icarlar. Bu emzikçi bulunduğu zamanda olur. Emzikçi bulunmazsa; o zaman, çocuğu emzirmek için; anası cebredilir. Zâhir-i rivâyetde, anası ceb­redilmez, denilmiştir. Kudürî ve Şemsü´l - Eimme önceki görüşe meyletmişlerdir. Kâfî´de de böyledir.

Şart koşulmadığı takdirde, emzikçinin çocuğun, anasının evin­de ve çocuğun yanında kalması gerekmez.

Emzikçi, ananın yanında emzirmeye razı olmaz; emzirme ücre­ti anlaşmasında da şart koşulmazsa; emzikçi çocuğu alır. evine gö­türür ve arada emzirir.

Veya : «Çocuğu çıkarın; onu anasının evinin dışında emzire-yim. Sonra anasına götürün» der.

Eğer, emzirme ücreti sözleşmesi yapılırken, emzikçinin, çocu­ğu anasının yanında emzirmesi şartı konmuşsa; emzikçi kadın, o şarta uyma zorundadır. Kâdîhân´ın Câmiu´s - Sağîr ŞerM´nde de böyledir.

Bir adamın cariyesi veya ümm-ü veledi, ikendisinden bir ço­cuk doğursa; o adam, onlara, o çocuğu emzirmelerine cebreyler. Çünkü, onların sütü ve menfaati o adamındır.

Eğer, adam, o çocuğu, başka bir kadına emzirtmek isterse; on­lar da kendileri emzirmek isterlerse; adamın dediği olur. Sirâcü I -Vehhâc´da da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur :

Bir adam, çocuğunu emzirtmek için bir aylığına bir emzikçi icaılarsa; ay tamam olunca; kadın emzirmeden vazgeçer; çocuk da, başkasının sütünü almazsa; emzirmek, için ücretli olarak o kadına zor kullanılır. Kerderî´nhı Vecîzi´nde de böyledir.

Eir kimsenin, karısını veya ric´î lalâkla boşayıp da, idedet bekleyen kadını, çocuğunu emzirtmek için, icârlaması caiz olmaz. Kâfî´de de böyledir ,

Bâin veya üç talâkla boşanan kadın, iddet beklerken, ço­cuk emzirse; ücrete müstelıak olui. Fetva da, bunun üzerinedir. Cevâhiru´I - Ahlâtî´de de böyledir.

İddeti sona eren kadının, kendi çocuğunu ücretle emzirme­nisi caiz olur.

Eğer, baba : «Ben, o kadını icarlamadım.» der ve başka kadı­na giderse, ana da buna razı olursa; yabancı kadının ücreti misilli ücret alsın veya hiç ücret almasın, ananın emzirmesi daha evlâ olur. Eğer, fazla ücret isterse; koca zorlanmaz. Kâfî´de de böyledir.

Eğer koca, nikâhının altında olan veya iddet bekleyen bir kadını, çocuğunu emzirmek için ücretle tutarsa; bu, çocuğu doğu­ran kadın değilse— caizdir. Hidâye´de de böyledir.

Şayet, emme ücretinde, kendi karısıyla anlaşma yapar, ve bu anlaşma, nikâh halinde veya ric´i talak iddeti halinde yapılmış olur­sa, caiz olmaz. Eğer, bâ in yada üç talâk boşadıktan sonra, yapıl­mışsa, iki rivayetten birisi üzeirne caiz olur : Kan - koca, bizzat bir şey üzerinde anlaşma yaparlarsa, caiz olur.

Olmayan şey üzerinde yapılan anlaşma ise caiz olmaz. Ancak, o şey, o mecliste verilirse, caiz olur.

Her yerde yapılan icarlama caizdir.

Vacip olan ücret, kocanın Ölmesiyle düşmez. Çünkü, ücret, na­faka değildir. Zehiyre´de de böyledir.

Sütten kesildikten sonra, çocuğun nafakasını, babanın gü­cüne göre, hâkim takdir eder. Ve bu çocuğun anasına verilir. O da, rocu^Jarına harcama yapar.

Eğer, ana güvenilir kimse değilse, o çocuğa harcanmak üzre, başka birisine verilir.

Küçük çocukları olan bir kadım, kocası boşar, bu kadın, çocukların, beş aylık nafakalarını aldığını ikrar ettikten sonra : «Ben yirmi dirhem aldım. Bunların nafakasının benzeri, bu müd­det içinde, yüz dirhemdir.» derse Müntejkâ´da zikredildiğine göre, gerçekten bu, onların nafakasının misli üzerine ise, kadının : «Yir­mi dirhem aldım.» sözü kabul edilmez.» Eğer nafakayı aldıktan sonra : «Nafaka zayi oldu.» derse; bu durumda kadın, çocukların babasına müracaat ederek, onların nafakalarının mislini (= ben­zerini, aynısını) ister.

Fakir bir adamın, küçük bir çocuğu olsa, eğer adanı, ka­zanmaya güç yetiriyorsa; kazanıp, çocuğuna nafaka vermesi vâcib olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Eğer adam, çalışmaya razı olmaz ve çocukların nafakasını vermezse; cebredilir ve habsedilir. Muhıyt´te de böyledir.

Eğer babanın kazanmaya gücü yoksa; hâkim onun üzerine nafaka takdir eyler, ve anayada kocası adına borç etmesini emre­der. Sonra da, ana; gücü yettiği zaman, babaya, müracaat eder.

Kczâ, baba, çocuğuna vereeck nafakayı bulabildiği halde vcı-nıckdcn kaçınsa; hâkim, onun üzerine nafakayı, takdir eder. Sonra, ana; ona müracaat eder.

Keza, hâkim, babaya karşı nafakayı takdir eder; baba da nafa~ kasız olarak çocuğu terk ederse; kadın, hâkimin emriyle, borç edip, çocuğa harcar. Sonra da, babaya müracaat eder. Baba, vermediği nafaka için, eğer başka borçlan sebebiyle habsedilmemişse— hap­sedilir.

Şayet, hâkim, baba üzerine, nafaka takdir eder; ana borç etmez ve çocuk halktan isteyerek yerse; babaya bir şey için müra­caat edilmez. Eğer, halkın verdiği; çocuğa kâfi gelecek nafakanın yansı kadarsa; babanın nafakasından yansı düşer. Geri kalan yan, baba adına borç edilir.

Keza mahremlerin nafakası takdir edilse; fakat bu nafaka halk­tan istemekle temin edilse; kendisine nafaka hükmedilene müra­caat olunmaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Hâkim çocukların nafakasını takdir ettikten sonra; kadı­na, borç etmesini emredince; o da, borç etse ve babaya müracaat hakkı sabit olsa; baba bu nafakayı ödemeden geride mal bırakarak ölürse; nafaka, o maldan alınır mı

Asil´da zikredildiğine göre, «Sahih olan, o maldan alınır.»

Fakat, hâkim, borç etmeyi emretmemiş; kadın kendiliğinden borç etmiş; sonra da, baba, o borcu ödemeden Ölmüşse; bilittirak, babanın terekesinden bir şey alamaz. Zehiyre´de de böyledir.

Süt emmeden kesilen çocuğun nafakası bundan sonra eğer çocuğun malı varsa, ondan alınır. Muhıyt´te de böyledir.

Eğer, çocuğun malı hazırda yoksa; babaya, ona infâk et­mesi, emredilir. Sonra da, baba onun malına müracaat eder. Eğer, baba, emirsiz harcama yapmışsa, müracaat edemez. Sirâcül - Vehhâc´da da böyledir.

Eğer, küçük çocuğun akarı, elbiseleri veya kumaşları var­sa; veya, nafakaya ihtiyaç olunca, baba bunların, hepsini de satabilir ve ona harcar. Zehiyre´de de böyledir.

Küçük bir çocuğun babası fakir, dedesi zengin; küçüğün de malı olmazsa; dedeye, o çocuğa nafaka vermesi emredilir. Bu da, baba üzerine, borç olur. Sonra da, baba, çocuğun malına müra­caat eder.

Eğer küçüğün malı yoksa, bu harcama babaya borç olur. Kudû-ri´de de böyledir.

Sahih olan görüş : Gerçekten, fakir baba ölüye ilhak olu­nur. Bu durumda, nafakanın dede üzerine isfihkaki gerçekleşir. Zehiyre´de de böyledir.

Eğer baba, kötürüm; çocuğun da, malı yoksa; nafaka de­deye hükmolunur. Dede, bu hususda hiç kimseye müracaat edemez.

Keza, çocuğun babası falar olur; anası ve büyük anası ise, zen­gin bulunursa; o anaya veya büyük anaya, çocuğun nafakası emrolunur.

Baba kötürüm değilse, bunların verdiği nafaka, bu babanın borcu olur.

Baba, kötürüm ise, bu durumda, bir şey gerekmez.

Kâfir bir baba, müslüman olan çocuğu için, nafaka husu­sunda cebredilir.

Keza, müslüman olan baba, kâfir olan çocuğunun nafakası için zorlanır. Bu, çocuk kötürüm olursa, böyledir. Fetâvâyi Kâdî­hân´da da böyledir.

Nafaka hususunda, bu ona, diğer akrabalardan daha evla­dır.

Hatta, çocuğun babası fakir; anası ile büyük anasıda zengin ol­sa; kendi malından, o çocuğa nafaka vermesi, büyük anaya değil de, anaya emredilir. Sonra da ana, babaya müracaat eder. Zehiyre´­de de böyledir.

Baba fakir; kardeş, zengin olsa; zengin kardeşe, çocuğun nafa­kası emredilir. Sonra da, o kardeş, babaya müracaat eyler. Serah sî´nin Muhıyto´nde de böyledir.

Çocuklardan, erkek olanlar, kazanır hale gelseler, fakat ne iş yapacaklarını bilmeseler; babaları, onları kazançlı bir işe verir. Veya ücretle çalışmalarını temin eder. Ve nafakalarını ücretlerin­den, kaznaçiarmdan öder.

Kızlara gelince, baba onlan hizmetçiliğe ve ücretle iş yapmaya veremez. Hulâsa´da da böyledir.

Çocuklardan erkek olanlar, iş yapma çağma gelip, kazanç yapmaya başladıkları zaman, baba, onların kâr ve kazançlarını alıp, kendilerine harcar. Artanını da, onların buluğ çağlarına ka­dar, onların adına muhafaza eder. Diğer, emlâklerini muhfaza eyle­diği gibi.

Eğer baba, saçıp savuran biriyse, hâkim onun elinden ahr ve o çocuklar bulûğa erişene kadar, muhafaza etmek üzere yed-i emi­ne teslim eder. Muhiyt´te de böyledir.

İmâm Halvânî : «Oğlan büyük kişilerin evlâdından olur ve halk onu ücretle çâliştırmazsa, bu çocuk âcizdir. İlim talebinde bulunan da böyledir. Onlar da, kazançtan âciz oldukları zaman, nafakaları babalarından düşmez. Bu hal, şer´î ilimlerle meşgul oldukları za­man böyledir. Felsefenin hezeyanı ve hilâfiyyat bunun hilâfmadır. Kerderî´nin Vecîzi´nde de böyledir.

Kadınların nafakaları, mutlaka, baba üzerine vacipdir. Hulâsa´da da böyledir

Büyük erkek çocukların nafakaları, babanın üzerine vâcib değildir. Ancak, oğlan âciz olur; kazanç yapamazsa (kötürürn oldu­ğu vtiya hasta bulunduğu zamanlarda) nafakaları, babaya vacip olur. Fetâvâyî Kâdîhân´da da böyledir.

Eğer küçük, fakir veya kotürüm ise böyle olan oğlunun karısı­nın nafakası da babaya aittir. Mebsut´ta zikredüdiğine göre : «Ba­ta, oğlunun karısının nafakası için, zorlanamaz.» İhtÜyâr´da da böyledir.

Bulûğa erişmiş adam, eğer kotürüm veya oturak veya her iki elide olmayan yâni bunlarla bir fayda temin edemeyen bir kimse, yahut bunak veya felçli olur ve kendi malı bulunursa; nafakası bu malından verilir.

Eğer, malı yok; fakat, babası veya anası zengin ise, nafakası babanın üzerine vâcib olur.

Eğer, bunlar, hâkime başvururlarsa; hâkim nafaka takdir eder ve o takdir edilen nafaka onlara verilir. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kadın, küçük çocuklarının nafakaları hususunda ko­casıyla anlaşma yaparsa; bu sahih olur. Baba, ister fakir; ister zen­gin olsun bu müsavidir.

Bundan sonra bakılır. Eğer üzerinde, anlaşma yaptıkları mik­tar, onların nafakalarından fazla ve bu fazlalık insanların onda ai-dandığı kadarsa (şöyle ki : Kifayet miktarında takdir edicilerin takdiri altına girerse) muaf olur.

Eğer, o fazlalık, takdir edicilerin takdiri altına girmezse; işte o tarh edilir. (— çıkarılır.)

Eğer, üzerinde anlaşma yapılan miktar onların nafakalarından neksan olur yani gelmezse, kâfi gelecek miktara ulaştırılır. Zehiyre´ de de böyledir.

Adam hazırda olmaz; Mal : ise hazırda olursa; hâkim, onun malından nafaka vermeyi emretmez.

Yalnız, fakir olan ana-babasma birde fakir olan küçük erkek ve kız çocuMara : kazançtan aciz büyük çocuklara fakir olan, bü­yük kızlarına veya karısına verilmesini emreder. ´

Sonra, eğer mal, bunların yanında hazır olur; nesebde bilinir-be veya hakim durumu bilirse; o maldan, onlara nafaka verilmesini emreder.

Eğer, neseb bilinmez ve onlardan bir kısmı beyyine üe nese­bin sabit olmasını talep ederlerse; beyyineleri dinlenmez.

Eğer, adamın malı, bir kişinin yanında emânette olur o da, ba-nu ikrar ederse; hâkim, ondan infak edilmesini emreder.

Keza, bir adamda alacağı olur; borçlu da, bunu ikrar ederse; hâkim ondan da infaz edilmesini emreder.

Eğer, elinde, emânet olan veya borçlu bulunan kimse, bunu in­kâr eder ve beyyine ikamesini isterse; hâkim buna iltifat eylemez. Bu, mal, mandadır. Dirhemler, dinarlar ve yiyecekler ve emsali gi­bi, nafaka cinsinden olduğu zaman geçerlidir. Bedâi´de de böyle­dir.

Gaip adamın; ana - babasının veya çocuğunun yahut karısının yanında, onların hakları emsinden malı olur; onlar da, o maldan nefisleri için harcama yaparlarsa; bu caizdir. Bunu, sonradan, öde­mezler.

Eğer, mal başkalarının yanında ise, o zaman hâkimin emriyle, onlara verilir. Onlar, bu maldan harcama yaparlcir ve yanında olan adam da, bunu ödemez. Eğer, hâkimin emri olmaksızın, onlara ve­rirse; o adam, zâmin olur; yâni, mal sahibine öder.

Bu, gaibin terk eylediği mal, on-larm hakkı cinsinden olursa böyledir.

Fakat, onların hakkı cinsinden olmaz; onlar da nafakaları için, gaibin malından bir şey satılmasını isterlerse; bil-icma, muhtaç olan çocuğundan başkası, gaibin akarım arazisini nafaka mukabili satamaz.

Muhtaç olan baba, istihsânen nafaka bedeli olarak menkul olan (= taşınır) malı satabilir. Akan, o da, satamaz.

Yalnız, gaibin küçük çocuğu varsa; o zaman satabilir. Bu İmâm Ebû Hanîfe (R.AJ´nin kavlidir Kitabı Mefkud´da yazılmıştır.

Hâli hazırdaki âlimleri «nafaka ürerine vâcib olanlardan hiç bir kimse, arazî ve akarı satmaya hak sahibi değildir.» buyurmuşlar­dır. Muhıyt´te de böyledir.

Bir baba, mal ve küçük çocuklar terkederek Ölürse; çocuk­ların nafakası, nasibi erindendir. (hisselerindendirJ

Keza, vâris olanların tamamının nafakası, nasibi (= hissesi) dir. ´

Keza, ölenin karısı, mirastan, hissesi ııisbetinde alır. Hamile clsun veya olmasın, bu değişmez.

Eğer, Ölen adanı, bir kimseye vasiyet eylemişse; bu vâsî, kü­çüklerin nasiblerini, infak eder.

Eğer, ölen adam, hiç kimseye vasiyet etmemişse; artık hâkim küçüklerden her birinin nafakadan ihtiyaçları nisbetinde, hissele­rini mallarının müsait olduğu nisbette, takdir eder.

Eğer, hizmetçiye ihtiyaç varsa; küçük için, hizmetçi satın alı­nır. Çünkü, o, maslahat cümlesindendir.

Keza, maslahat olanın tamamından, hâkim çocuğun hissesin­den satın alır.

Eğer, ölen adam, hiç bir kimseye vasiyet eyîememiş olur ve onun büyük-küçük çocukları bulunursa; nolardan herbirinin nasî-bi, bizim söylediğimiz gibidir. Ve hâkim, ölenin malına, bir vâsî tâ­yin eder.

Eğer, o belde de hâkim yok da, büyükler, küçüklerin nasible-rinden onlara infak yapmışlarsa, bu nafakayı tazmin ederler. Bu, hükümde böyledir. Diyanetçe ise kendileri ile Aüahu Teâlâ arasın­dadır. Onlara tazminat yoktur. Zehiyre´de de böyledir.

Âlimlerimiz,, şöyle buyurmuşlardır. «Beraber yolculuk ya­pan iki kişiden birinin üzerine, baygınlık geldi; diğeri de, onun ma­lından ona masraf yaptı; ihtihsânen, onu ödemez.

Keza, öldüğü zaman, onun malından, onu teçhiz eyledi, o mas­rafı da tazmin edip ödemez.

Keza, ticarette izinli köleler beldelerde, olsalar da, efendileri ölse ve yolda infakda bulunsalar; bu masrafları tazmin eylemezler. Fakat, hükümde, tazminatları gerekir.» Hulâsa´da da böyledir.

Şayet, büyükler, küçüklere infakda bulunurlar; sonra da, bunu ikrar etmezler ve küçüklerin nasiblerinden, geride kalanı ik­rar ederlerse; bunlara bir şey lâzım olmayacağı umulur.

Keza, bir adam ölür; kimseyede vasiyet etmez; kendinin küçük çocuklar ve bir başkasından da emâneti bulunursa, hükümde, o emânet konulan adam, o maldan, çocuklara infakda bulunamaz. Ölünün malını korur. Eğer, infâk eder; sonra da, Ölünün kendinde malı olmadığına yemin ederse; muaheze olmamasını ümid ederim. Kerderî´nin VecîzS´nde de böyledir.

En doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [36]

5- Zevil-Erhâmın Nafakası

Zengin oğul, fakir olan, müslüman ana - babanın nafakası için cebrolunur.

Zimmi olan, baba ve ananın nafakası için de, cebrolunur. Ka­zancı üzerine, takdir edilsin veya edilmesin değişmez.

Harbî ile müstemen olan, ana-baba bunun hilâfınadır. (Yâni, oğul onların nafakası için cebr olunmaz). Zengin oğula, fakir olan, ana babaya vereceği nafakada, hiç bir kimse ortak olamaz. Itâbiy-ye´de de böyledir.

Zenginlik, nisab île takdir olunmuştur. Bu, İmâm Bbû Yûsuf (R,A.) dan rivayet edilmiştir. Fetva da, bunun üzerinedir. Nisab, .sadaka almanın haram olduğu nisabdir. Hidâye´de de böyledir.

Erkek, kadın, karışık oldukları vakit ana - babanın nafaka­sı; eşit olarak, onların üzerinedir. Zâhir-i rivâyetde böyledir. Fa-kıyh Ebû´l - Leys de, bunu almıştır. Fetva da, bununla verilir. Ker-derî´i Vecîzi´nde de böyledir.

Fakir bir adamın, birisi çok zengin diğeride nisaba mâlik olan iki oğlu olsa; nafaka bunların üzerine, müsavi şekildedir.

Şayet, onlardan birisi, müslüman, diğeri de, zımnî ise; nafaka ikisinin de üzerine müsavi şekildedir. Fdtâvâyi Kâdîhân´da da böy­ledir.

Şeyhu´l - İmâm Şemsü´İ - Einıme ve diğer âlimlerimiz şöy­le buyurmuşlardır : Gerçekten, nafaka, iki oğul üzerine, müsavi şe­kilde olur. Eğer, aralarındaki zenginlik farkı az ise bu böyledir.

Fakat, aralarındaki zenginlik farkı, fahiş derecede fazla ise, na­faka takdirinde de, araları farklı olmalıdır. Ve öyle olması icâb-eder. Zehiyre´de de böyledir.

Bundan sonra, hâkim ikisinin de üzerine nafakayı hükme­der de, onlardan birisi bundan kaçınır ve babasına vermesi gereken nafakayı vermezse; artık, hâkim, diğerine nafakanın tamamım vermesini emreder. Sonra da bu hissesi için, diğer kardeşine müra­caat eder.

Eğer fakir bir adamın bir karısı olur ve o kadın da, adamın büyük oğlunun anası olmazsa; o oğul babasının karısına nafaka ver­mek için cebredilmez.

Keza, oğul eğer babasının ümm-ü veledine ve cariyesine nafaka için, cebredilmez. Ancak, babanın bir illeti olur da, kendi işini ken­di göremez; bir hizmetçiye muhtaç olursa, o takdirde, babanın hiz­metçisi, ister, nikâhlı karısı, ister, cariyesi isterse, başka biri olsun, oğlu, babanın hizmetçisine nafaka vermek üzere cebredilir. Muhıyt´ de böyledr.

Baba fakir muhtaç olur; muhtaç ve küçük çocukları da bulunur; bir de, zengin büyük oğlu olursa; o büyük oğlan, babasının ve cnun küçük çocuklarının nafakası üzerine cebredilir. Serahsî´nin VUıhiyiı´nde de böyledir.

Ana fakir olduğu zaman, onun nafakası gerçekten, oğluna lâzım olur. Her ne kadar, oğlu da fakir olsa ve kendisi de kötürüm olmasa, bile böyledir.

Oğul ana babanın ikisine değilde ancak birine nafaka ve­recek güçte bulunursa; ana, daha haklıdır.

Bir adamın, babası, bir de küçük oğlu olsa, adam da bun­lardan yalnız birine nafaka verme gücüne sahip bulunsa; oğul da­ha haklıdır.

Bir adamın ana - babası bulunsa; fakat bu şahsın, onların hiç birine nafaka vermeye gücü yetmese; işte bunların ikisi de oğul­larının yediğini beraber yerler.

Baba, bir kadına muhtaç; oğlu da zengin olsa, babasını ev­lendirmek veya ona bir câriye satın almak oğluna vacip olur.

Babanın iki veya daha fazia karısı olsa; oğluna, o kadın­lardan ancak birinin nafakasını vermek lâzım olur. Onu, babasına teslim eder. Babada, onu kadınların arasında paylaştırır. Cevhere-tti´n Neyyire´de de böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R,A.) şöyJe buyurmuştur :

Oğul, fakir ve kuvvetli; baba ise, kötürüm olsa, ma´ruf şekil­de, oğul kuvvette baba ile ortaklaşır. Çünkü, ona ortaklaşmasa ba­banın ölmesinden korkulur.

Hassaf, Edebü´1-Kâdî Kitâbı´nda şöyle demiştir: «Eğer, baba fakir olur, kazanç t olmazsa; oğul da, fâk^r olur, fakat kazancı bulunursa; baba, hâk ıe: «Gerçekten, oğlum kazanıyor. Bana na­faka takdir eyle.» derse; artık, hâkim, oğlanın kazancına bakar: Eğer onda yiyeceğinden fazla bulunursa; oğlan babanın nafakası üzerine cebredilir.

Kendi yiyeceğinden fazla bir şeyi olmazsa; hükümde bir şey lâ­zım olmaz. Fakat diyâneten emrolunur. Bu, oğul bir olduğu zaman­dır.

Eğer, o oğlanın bir karısıyla, küçük çocukları da olsa, babanın yanına girip, yiyeceğinden bir iyal gibi, faydalandırması hususun­da cebredilir. Bir şey vermekle zorlanmaz.

Eğer, baba kazançlı ise, oğlan kazanç ve nafakaya zorlanır mı Bunda ihtilâf eylediler. Bir kısmı: «Cebrohumr.» bir kısmı da; Cebrolunmaz.» de´diler. Serahsî´nin Muhiyti´nde de böyledir.

Ana cihetinden dede ve baba; baba cihetinden olan dede gibidir.

Keza, ana tarafından olan ninelere, baba tarafından olan ni­neler gibi nafaka takdir edilir. Dedeler hakkında itibar edilene; ni­neler hakkında da, itibar edilir. JVİuhıyt´te de böyledir.

Mahrem olan, zi-rahmin tamamının nafakası — küçük ve fakir veya bulûğa erişmiş fakir kadınlar veya kötürüm, kör erkek olurlarsa—, miras miktarı, vacib olur. Ve bunun üzerine, zorlama­da yapılır. Hidâye´de de böyledir.

İrsin, hakikatına değil ehliyetine itibar edilir. Zengin oldu­ğu zaman, zevil-erhamdan bir kimseye nafaka hükmolunmaz. Her ne kadar fakir olsalar da, sıhhatli olanlarının nafakaları başkala­rının üzerine nümoiunnıa^.

Zevi´l-erhamdan, büyük kadınların nafakaları gerekir. Eğer, bedenleri sağlam olur ve nafakaya muhtaç olurlarsa bu böy­ledir. Zehıyre´de de böyledir.

Karısının nafakası hakkında, kocaya, hiç bir kimse ortak olamaz. Hatta, kadının kocası fakir olsa, o kocadan başka bir koca­dan da, kadının zengin bir oğlu bulunsa; veya babası;kardeşi zen­gin olsa, bu kadının nafakası, yine kocaya âiddir. Babasına, kardeşi ne, oğluna âid değildir.

Fakat baba, kardeş ve oğula emrolunur. O kadına nafaka ve­rirler. Sonra da, kocasına genişlik yelince, müracaat ederek sarfet-tiklerini ondan alırlar. Bedâi´de de böyledir.

Bir fakirin zengin babası ve oğlunun oğlu olduğu zaman, onun nafakası, babanın üzerinedir.

Fakirin kızı ve oğlunun oğlu olsa; o adamın nafakası, has-satan kızının üzerinedir. Her ne kadar mîras aralarında müşterek clsa bile, böyledir. ´

Fakir adamın, kızının kızı veya oğlunun kızı ile, birde ana-baba bir kardeşi olsa, nafakası, kızının çocuğu üzerinedir. Bu er­kek olsun kız olsun fark etmez. Her ne kadar, miras, kardeşin olur; kızın çocuğunun olmaz ise de, bu böyledir.

Fakir bir adamın; zengin olan bir babası, bir de oğlu olsa; onun nafakası, oğlunun üzerinedir. Her ne kadar, yakınlıkta müsa­vi olsalar da bu böyledir. Ancak, oğul´te´vil itibariyle tercih olunur,

Fakir adamın, dedesi ve oğlunun oğlu olsa; onun nafakası, mirasları miktarı her ikisinin üzerinedir. Altıda bir, dedenin; kala­nı oğlunun oğîunadır.

Fakir adamın; bir kızı, bir de ana—baba bir bacısı olsa; bunların ikisi de, zengin bulunsalar; onun nafakası, kızının üze-, rinedir. Her ne kadar bunlar mirasda müsavi iselerde, bu böy­ledir.

Keza, fakir adamın, müslüman olan bir kardeşi ile, nas-râni olan bir oğlu bulunsa, bunların ikisi de zengin olsalar; her ne kadar mîras kardeşin ise de, nafaka oğlunun üzerinedir.

Keza, fakir adamın, "bir kızı ile birde azâdh kölesi olsa; bunlaım ikisi de zengin olsalar; her ne kadar miras da, eşit olsalar-da, nafaka kızın üzerinedir.

Keza; fakir kadının; bir kızı, birde ana—baba bir bacısı olsa; her ne kadar mîrasda ortak iseler de, kadının nafakası kızı­nın üzerinedir. Muhiyt´te de böyledir.

Fakir adamın; anası ve dedesi olsa; o´nun nafakası, bun­ların mîıasda olduğu gibi, üçte biri ananın üzerine, ikisi de, dedenin üzerinedir.

Keza, fakir adamın; anası, ana—baba bir kardeşi veya ana-baba bir kardeşinin oğlu, veya ana—baba bir amacası. veya bir asabesi bulunsa; işte o adamın nafakasının üçte biri, ananın üze­rine; üçte ikisi diğer mirasçıların üzerinedir Ve mirasdaki hisse­leri gibidir;

Fakir adamın, dedesi ve ninesi olsa; o´nun nafakası, herbi-risi için altıda birdir.

Fakir adamın, ana-baba bir amcası; ana - baba birde hala­sı buluiisa;o adamın nafakası halasının değil, amcasının üzerine­dir.

Keza, fakir adamın, ana - baba bir amcası ile, ana - baba bir dayısı olsa; o adamın nafakası, amcasının üzerinedir.

Fakir adamın, ana - baba bir halası; ana-baba bir dayısı olsa, o adamın nafakasının üçte biri, halası üçte biri de daysının üzerinedir.

Keza, fakir adamın; ana - baba bir dayısı ile teyzesi olsa; o adamın nafakası, üçte bir olarak ikisinin üzerinedir.

Fakir adamın; ana - baba bir dayısı ile, ana - baba bir am­casının oğlu olsa; onun nafakası dayısının üzerinedir. Mirası ise, amcası oğluna aittir. Çünkü, nafakanın vücûbumın şartı, mîras eh­linden mahrem olan, rahm sahib´ olmaktır. Şayet, mahrem olma­yan rahm sahibi olursa: (amca oğlu gibi) veya rahm olmayan mah­rem olursa, (süt kardeşi ve, süt bacısı gibi) veya akrabadan olma­yan, mahrem olan rahm olursa (süt kardeşi olan amca oğlu gibi) bunlara nafaka vâcib olmaz. Tahâvî Şerhi´nde de böyledir.

Fakir adamın, müteferrik üç tane kardeşi olsa, o adamın nafakası, ana - baba bir kardeşi ile, ana bîr kardeşinin üzerinedir. Mî rafları kadar nafaka verirler. Ana bir kardeşi, altıda birini verir.

Fâkn adamın; amcası, halası, teyzesi olsa; o adamın nafa­kası, amcasının üzerinedir.

Eğer. amca fakir ise, nafaka hala üe teyzenin üzerinedir. Burda asi olan : Mirasın tamamını alandır. O, fakir olunca, ölü mesabesin­de kılınır. Ölü mesabesinde kılınınca da, nafaka, geride kalanlara mîrasdaki payları nisbetindedir.

Bir kimse kî, mirasın bir kısmını alabilir, işte o ölü mesabe­sinde kılınmazda, nafaka, mîrasda onunla beraber olanların mîras hisseleri nisbetindedir.

Bu aslın açıklaması : Kazançtan aciz, fakir bir adamın, kazanç­tan âcİ7 fakir bir oğlu; veya küçük bir çocuğun mütferrik üç kar­deşi bulunsa; işte o babanın nafakası, ana-baba bir kardeşinin ve, ana biv kardeşinin üzerinedir. Şoyleki: Ana bir kardeşinin üzerine, nafakanın altıda birisidir. Altıda beşi de, ana - baba bir kardeşinin üzerinedir. Çocuğun nafakası ise, hasseten ana-baba bir kardeşinin üzerinedir.

Bir adamın, müteferrik üç tane bacısı olsa; o adamın na­fakası, mirasları kadar, üçünün üzerinedir. Beşde üçü, ana-baba bir bacının üzerine; beşte biri, baba bir bacının üzerine; beşte bi­ride, ana bir bacının üzerinedir.

Oğlunun nafakası, ana - baba bir halanın üzerinedir. Şayet, oğlun yerinde kız olsa mesele hâli üzeredir.

Kardeşleri hakkında, babanın nafakası, ana-baba bir kar­deşinin üzerinedir. Müteferrik bacıları hakkında ise, ana-baba bir bacısının üzerinedir.

Keza, kızın nafakası, ana-baba bir amcanın veya ana-ba­ba bir halanın üzerinedir. Bedâi"de de böyledir.

Gğu] ile beraber bulunan baba, zenginlikte ihtilâf eyleseler, oğul : «o zengindir, nafakası benim üzerime değildir» dese, baba da : «Ben fakirim» dese; Münteka´da zikredilmiş ki, gerçekten söz oğu-lun sözüdür. Beyyine babanın beyyinesidir. Babanın ben fakirim sö­züne inanılmaz her ne kadar şahidi olsada ve eğer oğul ikrar eder­de o köle id: sonra azad edildi o zaman onun babanın nafakası oğu-lun üzerine olur.

Şayet, baba, oğlunun malından kendi için harcar sonra p"a cğul onu dâva eder ve : «Sen, zengin olduğun halde harcama´yap­tın» der; baba da : «Evet, yaptım; ben fakirim» derse; da´va zama­nı babanın hâline bakılır : Eğer, fakir ise, istihsânen, onun sözü ge^ çerlidir. Eğer zengin ise, oğJunun sözü geçerli olur. Şayet, ikisi de, beyyine getirirlerse; oğlun beyyinesi kabul edilir. Hulâsa´da da böy­ledir.

Babanın nafakası ve elbisesi oğlunun üzerine takdir edil­diği zaman; bir aylık nafaka ve bir.yılhk elbiseyi, oğul verir; baba­sı da : «Zayi oldu.» der ve eğer doğru söylediğine inanılırsa, ikinci defa vermesi cebredilir. Diğer mahremler de böyledir. Tatarhâmy-ye´de de böyledir.

Baba muhtaç olur; oğlu da, ona nafaka vermeden kaçınır; durumu lu her vermek için hâkim de olmazsa; baba, oğlun malın­dan çalabilir.

Hâkimin bulunduğu yerde, bir baba oğlunun malından çalarsa; günahkâr olur. Oğul ise, kifayet miktarı vermeyince günahkâr olur. Babanın kifayet miktarı, alması da caiz olur.

Kifayet miktarının üstünde çalması sebebiyle de günahkâr olur.

Keza, baba, muhtaç olmadığı zaman, oğlunun üzerine nafa­ka yoktur. Babanında, oğlunun malından çalması caiz olmaz.

Eğer babanın evi veya hayvanı olursa; bize göre, oğlunun üzerine nafaka takdir edilir. Ancak, evinde fazlalık olursa bu du­rumda, bir tarafında oturur; diğer tarafının satılması babaya em­redilir ve satılan kısmın parasını nefsine infak eyler.

Keza, babanın binek hayvanı pahalı ise, onun satılıp daha ucuz bir hayvan alması ve fazla parayı nafaka yapması emredilir.

Bu hususta, ana-baba, evlad, diğer mahremler müsavidir. Sahih olan da budur. Zehıyre´de de böyledir.

Din ihtilafı (= ayrılığı) ile nafaka vacip olmaz. Ancak, ka­rı - koca, ana - baba, dedeler ve nineler çocuk ve çocuğa müstes­nadır.

Müslüman olan adama, nasrâni olan kardeşinin nafakası vâcib olmaz.

Keza, müslüman olan adamın nafakası, nasrânî olan kar­deşinin üzerine vâcib olmaz. Hi´dâye´de de böyledir.

Müslüman veya zimmî olan bir adam, ehl~i harpten olan babasının, her ne kadar dâr-i İslâm´da, güvence altında olsalarda, nafakası için, zorlanmaz.

Keza, güvenceli olarak bize gelen harbî müslüman veya zimmi olan ana - babasının nafakası için zorlanmaz.

Zimmet ehli kendi aralarında, ehli İslâm gibidir. Her ne kadar, milletleri değişik olsa da bir şey değişmez. Serahsî´nin Mu-myt´nde de böyledir.

Bir zımmî müslüman olduğu zaman önün ehl-i İslâm olma­yan bir karısı olur ve İslâm´a razı olmaz ve aralan açılırsa; id-deti içinde, o kadına, nafaka yoktur.

Kadın müslüman olsa da, kocası İslâm olmadan kaçınsa ve ara­ları açılsa; kadın iddette durduğu müddetçe, nafakası ve evi koca­sının üzerine vâcibdir. Mebsût´ta da böyledir.

Harbî olan bir adam, karısıyla beraber bize gelip, güven altına girse; kadın nafaka talep eylese; hâkim ona nafaka takdir eylemez. Siyerdi Kebîr´de, İmâm şöyle buyurmuştur :

Şayet, hâkim, karının nafakasını, ana - babanın nafakasını, ço­cuğun nafakasını, dâr-i harpte esir olan müslümanm malından tak­dir eder; onlar da, esirin dâr-i harpte irtidâd eylediğini belgeler; bunu da, hakimin, kadına nafaka takdirinden önce yaparlarsa alı­nanı tazmin eder.

Eğer, kadın «bunu, benim iddet nafakama mahsup ediniz.» derse, hâkim ona : «Sana, nafaka yoktur.» der Muhıyt´te de böyle­dir.

Bir zımmî, mahremi ile evlense, işte bu, dinlerinde olan gibidir. Kadın nikâh nafakası isterse; işte bu, İmâm Ebû Hanife (R.A.)"nın kıyası üzerinedir. Ona, nikâh nafakası takdir edilir. Âlim­lerin icmâi ile, bu nikâh, şahitsiz yapılmışsa da, kadın nafakaya müstehaktır. Zehıyre´de de böyledir.

En doğrusunu,-ancak Allahu Teâlâ bilir. [37]

6- Kölelerin Nafakası

Kölenin ve cariyenin nafakası, onun efendisinin üzerine­dir. Köle ve cariyenin memlüke, müdebbere ümm-ü veied, küçük, büyük, kötürüm, sıhhatli, kör gözlü, merhûrr ve icarlanmış olması müsavidir. Muhjyt´te de böyledir.

Eğer, köle ve cariyenin kazancı, nafakalarına kâfi gelmez­se; geride kalanını, efendisi öder. Kazançları fazla gelirse, fazlaları da efendisinin olur. Sirâcü´l Vehhâc´da da böyledir.

Cariyenin misli, icara verilmediği zaman, Cşöyleki : güzel olurda icarlayanın fitnesinden korkulursa) efendisine, onun nafa­kasını vermesi emredilir. Fethu´l-Kâdîr´de de böyledir.

(ÜKöleye idfâyet miktarı nafaka takdir edilir. Beldenin Örf ve adeti olan ekmek ve katık verilir. Elbise de, böyledir. Gâyetü´s-Sürûcî´de de böyledir.

Taharet için, kölenin suyunu satın aîmak, efendisinin üze­rine vâcibdir. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Mükâtebenin ve yansı azada edilmiş kölenin nafakası efen­disinin üzerine vâcib olmaz. Bedâi´de de böyledir.

Bir adamın kölesi olur; o da kazanca mâlik bulnursa; na-Vikası efendisinin üzerine vâcib olmaz.

O köle. efendisinin rızası olmadan, onun malından yiyemez.

Eğer, âciz ise yeme hakkı vardır.

Eğer. köle kazanç yapmaya kadir olur da, efendisi onu men îderse; köle ona : «Bana, ya kazanç için izin ver veya bana nafaka .er.» der. Eğer, efendisi çalışmasına izin vermez; o zaman, köle • kendisinin malından, nefsi için harcama yapar. Velvâliciyye´de de böyledir.

Satılan kölenin nafakası, teslimden önce, satanın üzerine-ir. Elinde durduğu müddetçe, bu böyledir. Sahih olan da, budur, fikâye Şerhi´nde de böyledir.

Emânet bırakılan, ariyet konan kölenin nafakası, emânet ırakan ve ariyet verenin üzerinedir. Bedâi´de de böyledir.

Bir adam, bir köleyi gasbeylemiş olsa efendisine döndere-ıc kadar, onun nafakası gasbedenin üzerinedir. Fetâvâyi Kâdîhân1-da böyledir.

Bir adamın elinde, küçük bir köle olsa; başka birine «Bu îtnin kölendir; benim yanımda emânettir.» der; o da, inkâr eder ve emânet olmadığına, Allah adına yemin ederse; o küçüğün nafa­kası, zi´l - yed olan adamın Üzerinedir. (Yanın, köle yanında olan, cnu elinde bulunduran, adamın üzerinedir.)

Eğer, köle, büyük olursa; yemin verilmez. Onun nafakası, kime menfaati oluyorsa, onadır. İster, ona malik olsun, ister olmasın. Gâyetü´s - Sürûcî´de de böyledir.

Köle, iki kişinin arasında olsa; onun nafakası da, İkisinin üzerinedir. Redâi´de de böyledir.

İki adamın, ortaklaşa bir kölesi olsa, onlardan birisi ha­zırda bulunmasa; diğeri, ona hâkimin izni olmaksızın, nafaka ver-:.e; arkadaşının da izni olmasa; nafakası tatavvû (= fazlalık) olur. Fethu´l - Kadîr´de de böyledir.

İki adamın, ortak bir köleleri olsa; birisi onu, ortağının yanında bırakarak; gaip olsa; diğer ortak, işi hakime çıkarsa ve böyle olduğunu isbatlasa; hâkim muhayyerdir. İsterse, bu beyymeyi kabul eder; isterse etmez. Şâyel, kabul ederse; ona nafaka ile em­redip, hüküm verir. Bu, emânet bırakma gibi olur. Fetâvâyi Kâdî-hân´da da beyledir.

Bir kimse, küçük oğlanı veya cariyeyi, azâd ederse; azâd edenin üzerine, nafaka vâcib olmaz. Ancak, o kimse, beytül - mâl-dnn nafakaların. Eğer, malı yoksa, bu böyledir.

İhtiyar, kötürüm, hasta, köle beytü´l -mâldan nafakalanır. Bu, o ş3İısın, malı ve akrabası olmadığı /.aman böyledir. Muz-n-fOvâfta da böyledir.

Bir kimse, şayet kölesini azâd ederse; ve o, da, baliğ, sağ­lam-olursa, nafakası, kendi kazanandandır. Bedâi´de de böyledir.

Bir kimse, kaçmış bir köleyi, efendisine vermek için yakalar ve hâkimin emri olmaksızın, ona harcama yaparsa; fazladan mas­raf etmiş olur. Bunu almak için, kimseye müracaat edemez. Fetâ-vâyi Kâdîhan´da da böyledir.

Bir adam kocan bir köleyi yakalar; onun sahibini arar, fakat, bulamaz ve hâkime gelerek haber verir ve hâkimden, infakla em­retmesini isterse; bu durumda, hâkim beyyinesiz, onun sözüne il­tifat etmez. Beyyine ikame ederse; ondan sonra, hâkim muhayyer­dir: Dilerse, kabul eyler, dilerse kabul etmez. Zehıyre´de de böyle­dir.

Bir adamın elinde olan câriye üzerine, şahitler : «Gerçek­ten, o hür» diye, şehâdette bulunsalar; beyyineleri kabul edilir. Hâ­kim, onların adaletini tanımazsa, onların hâlinden sorar ve onların üzerine nafaka takdir eder. Bu nafakanın verilmesi için de, cebir kullanılır. Bu kadını, âdil bir kadının yanına bırakır ve emin olan kadının nafakası, beytü´l - mâldan Ödenir.

Eğer şahitleri dinlemek uzun sürer, cariyenin sahibi; onun na­fakasını verir; senra da, o kadının hür olduğuna hüküm verilirse; sahibi ona müracaat edip, aldığı nafakayı geri ister. Çünkü, onun haksız olarak nafaka aldığı meydana çıkmıştır.

Keza, bu cariye izinsiz olarak, efendisinin malından yemiş-se eğer beyyinesi red olunursa; câriye de efendisine iade edilir. Efendisi de, bu durumda bir şey için müracaat eyliyemez. İzinsiz efendisinin malından aldığı zaman da durum böyledir.

Keza, bir adamın elinde bulunan bir câriye hâkime şikâ­yet , edip efendisinin infak eylemediğini iddia etse; hâkim, ya sat­masını veya ona infak etmesini emreder.

Eğer, hâkim, nafaka üzerine cebreder; o da nafakasını verir sonra da onun aslen hür olduğunu belgeler; hâkim de onun hürri­yetine hüküm verirse; efendi, bu nafaka için müracaat eder. İzinsiz elarak onun malından aîdığı şeyi geri alır. İzni ile yediğini geri alamaz.

Bir adam, diğer bir adamın elindeki cariyeyi benim diye iddia -eylese; iddia olunan da, onu inkâr etse; iddia eden iddiasının üzerine beyyine ibraz ederse; hâkim, o cariyeyi, şahitlerden sorana kadar, yed-i emine teslim eder.

İddia olunan adama da, görünüşte mal sahibi olduğu için, o cariyenin nafakasını vermesini emreder. Eğer cariyeye, infak eyler, sonra da, iddia edenin beyyinesi reddedilip câriye iddia olunan ada­ma kalırsa; ona karşı yapacağı bir şey yoktur. Eğer, müddeînin beyyinesi kabul edilir; hâkim, onu (= cariyeyi) iddia edene hükme­derse; iddia olunan adam, nafaka için müracaat edemez. Çünkü, onun gâsıp olduğu meydana çıkmıştır. Câriye de, mağsûbedir. Ve gâsıbın malından yemiştir. Gasbolunanm cinayeti; gasbedenin üze­rinedir. Fetâvâyi Kâdîhan´da da böyledir.

Eğer cariyenin yerinde köle olsa; mesele, hali üzeredir. Artık, hâkim, onu yed´i-emine bırakmaz. Ancak, iddia olunan adam; kendi nefsi için ve köle için kefil bulamaz; iddia eden adam da, mülâzemeti üzerine kadir olamaz; kölenin de iddia olunan adamın elinde telef olmasından korkulursa; o takdirde, hâkim onu yed-i emine teslim der. Câriye, bunun hüâfınadır.

Keza, iddia olunan adam, fışkıyla bilinen, gılman ile bera­ber, suç işleyen birisi olduğu zaman artık, hâkim, onu yed-i emine bırakır. Bu, yalnız bu dâvaya mahsus değildir. Belki de, her yerde gulam sahibi gılmani İle beraber fücurda bulunduğu mârufsa, o za­man, hâkim gulam (= genç oğlanı) onun elinden alıp yed-i emine bırakır. Emri bil ma´ruf nehyi ani´l - münker yoluyla böyle yapar. Hâkim, yed-i emine bırakınca; o köleye çalışıp, nefsi masrafını ka­zanmasını emreder. Şayet, kazanca gücü yeterse böyle yapar.

Câriye, bunun hilaf madır. Çünkü, o kazançtan âcizdir. Hatta, câriye kazanca kadir ve ekmekçi, çamaşırcı ve emsali gibi tanınan birisi olsa; o zaman, kazançla emredilir. Bunu, Şeyhu´l - İmâm Ebû Bekir el - Belhî ve Fakiyh Ebû İshale el - Hafz söylemişlerdir.

Eğer, köle kazançtan âciz ve hastalığı, küçüklüğü, yüzün­den kazanamiyorsa; iddia olunan adama, ona infak yapması emre­dilir.

Eğer, kölenin yerinde, hayvan olsa, iddia edilen adam da, kefil balamasa; iddia edenin elinde de helak olacağından korkulsa o za­man, hâkim iddia çelene : «Ben iddia olunanı, ona infak etmekle cebretmiyorum; fakat, sen, onu yed-i emine teslim etmemi istersen teslim c.ky´m; değilse, yed-i emine teslim etmem» der. Köle ve câ­riye bunun hilafınadır. Muhıyt´te de böyledir. [38]

7- Hayvanların Nafakası

Bir adam, bir hayvana sahip olsa o adamın, o hayvana bakması lâzım olur. Otunu ve suyunu verir.

Eğer, bundan kaçınırsa, onun üzerine cebrolunmaz. O şahıs hayvanını satmaya da cebrolunmaz.

Ancak o adam, diyâneten emrolunur. Bu husus, Allahu TeâJa ile kendi arasındadır. Emr-i bil-ma´ruf ve ııehyi ani´l - münker. üze­redir. ,îster infak eder; isterse, satar. Sahih olanda budur.

Hayvanın sütünü, yiyeceğinin azlığından dolayı zarar göre­cek şekilde, fazla sağmak mekruhtur.

Sütü hiç sağmadan, terk etmek de mekrûhdur.

Süt sağan kimsenin, hayvana eziyet vermemek için, tırnak­larını kesmesi müstehâptır.

Yavrusu süt emen, başka şey yemiyen hayvanın sütünün, yav­rusu doyduktan sonra artanını almak müstehapiır.

Hayvana gücünün yetmiyeceği ağır yükü yükletmek devamlı gezdirmek, ve bunların gayrisini teklif etmek mekruhdur. (Cevhe-reıtü´n - Neyyîre)

İki kişi, bir hayvana ortak olur ve bunlardan birisi, o hay­vana bakmaktan kaçınırsa; diğer şahıs, hâkimden, «ortağına emre­derek, hayvanın nafakasının verilmesini sağlamasını» isteyince; hâkim, bakmaktan kaçınan şahsa : «Ya hissemi satarsın; veya ona bakarsın.» der.

Bunu, Hassâf, Nafakât isimli kitabında zikretmiştir. Muhıyt´te de böyledir.

Arılan olan bir kimsenin, balın bir kısmını, arıların kova­nında bırakması müstehâptır.

Kış mevsiminde, daha çok bal bırakmak da müstehâptır.

Gıda olması için, an kovanına, baî yerine başka bir şey bırak­mak´, —bal bırakmak kadar— güzel olmaz. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

En doğrusunu, ancak AUâhu Teâlâ bilir; dönüş o´nadir. [39]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] İnnet: Erkeğin,., reuiıiiy yet uzvu bulunduğu halde, mücameate muktedir olamaması hali. İktidarsızlık.

[2] Cüb ; ErkeMik uzvu ile bernber, husyjionnde, kesilmiş olması hali.

[3] İbhaın : Kapalı bırakma, açıklamama, belli etmeme, gizli kapn-klı Uılmn.

[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/191-204.

[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/207-217.

[6] Tahlil : Hürmet - i galizayı izale ederek, evvelki koca için, nikâhı yenile­menin; helâl olmasına vesile olan, bir muameledirki, buna hülle de denir.

[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/217-223.

[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/223-224.

[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/227-228.

[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/228-241.

[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/241-251.

[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/255-266.

[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/267-270.

[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/271-288

[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/291.

[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/291.

[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/292-293.

[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/293-296.

[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/296-300.

[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/300-310.

[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/313.

[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/313-314.

[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/314.

[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/314-315.

[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/315-316.

[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/316-328.

[27] In.net: Adem-i iktidar ( — iktidarsızlık) denilen arızadır ki, erkeğin, recü-liyyet uzvu mevcut olduğu halde, mücâmaate muktedir olamaması hali­dir. Bu durumda olan erkeğe ınnin denir.

[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/331-338.

[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/341-354.

[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/357-362.

[31] Dı´ve : Henüz doğmuş olan veya anama rahminde bulunan bir çocu hak­kında -Bu bendenir» veya hu «bu benim çocuğumdur» diye, ikrar ve iti­rafta bulunmaktır.

[32] f-irflî : Bir kadının, kocası veya efendisi için doğurduğunun teayyün et­miş olmasıdır.

[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/365-373.

[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/383-405.

[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/406-412.

[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/413-421.

[37] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/422-429.

[38] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/430-433.

[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 3/434.

iNDEX

5- HASTA KİMSELERİN TALÂKI
Hasta Kimselerin Talâkı
6- TALÂKI RİC´İ
Talâk-ı Ric’ i
Boşanmış Kadına Helâl Olan Şeyler
İmâm :
7- İLÂ..
Îlâ.
İlâda Kullanılan Lafızlar
Dört Çeşit Îlâ Vardır
8- HULÛ´ (=MUHÂLEA)
1- Muhâlea´nın Şartları, Hükmü Ve Bu Konu İle İlgili Mes´eleler
2- Muhâleaya Âit Caiz Olan Ve Olmayan Bedeller
3- Mal Karşılığı Talâk.
9- ZIHÂR..
Zıhâr
Zıhârın Şartı
Zıhârın Rüknü.
Zıhâr´ın Hükmü :
Zıhârın Şartı
10- KEFFÂRET-İ ZIHÂR..
11- LİÂN..
Liân.
Liânın Sebebi :
Liânın Şartı :
Liânın Ehli
Liânın Hükmü :
Liân Nasıl Yapılır :
12- INNET.
Innet
13- IDDET.
Iddet
14- HIDÂD (=KADININ YAS TUTMASI)
Hıdâd ( = Kadının Yas Tutması)
15- NESEBİN SUBÛTU..
Nesebin Sübûtu.
16- HIDÂNE ( = ÇOCUĞA BAKMA VE TERBİYE ETME HAKKI)
17- NAFAKALAR..
1- Zevcenin (= Kadının) Nafakası
3- İddet Bekliyen Kadının Nafakası
4- Çocukların Nafakası
5- Zevil-Erhâmın Nafakası
6- Kölelerin Nafakası
7- Hayvanların Nafakası



Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)