Thread Rating:
  • 0 Vote(s) - 0 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Osmanlı Fıkraları
#1
Osmanlı Fıkraları

Zağarlar

1908 Meşrutiyet inkılabından sonra toplanmış olan Osmanlı Meclis-; Mebusanı'nda Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi adında bir zat vardı. Bu, etliye sütlüye karışÂ­maz, Meclis'te sessizce bir kenarda otururdu. Sadrazam Talat Paşa bunun ne düşüncede bir adam olduğunu öğrenmek merakına kapılmış ve birgün kendisine Meclis'in kahveha­nesinde oturup bir çay veya kahve içme teklifinde bulundu. Oradan buradan kendisini yoklayan Talat Paşa'ya Hacı Ahmed Efendi:


"-Paşa! .. " demiş. "Uğraşma.,. Ben memleket işlerinden anlamam. Malatyalı bir çobanım!"

Talat Paşa:

"-Hayır. olamaz. Senin memleket meseleleriyle alakalı olarak birtakım görüşlerin olmasaydı bizim arkadaşlarımız (irti­hat ve Terakkı erkanı) seni listeye yazıp mebus (milletvekili) seçtirip buraya göndermezlerdi. Senin de memleketin siyaset ve idaresi üzerine elbette birtakım düşüncelerin vardır." diye ısrar edince Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi kendisine başından geçen şu vak'ayı anlatmış:


-'Paşa" demiş. "Ben gençliğimden beri çalışarak bin koyunluk bir sürü meydana getirdim. Ancak kendim de ihtiyarladım. çocuklarımı çağırıp dedim ki:

-Evlatlarım! işte size mükemmel bir sürü! .. Alın idare edin! Ben artık işle güçle alakadar olmayacağım."

Onlar da elimi öpüp ayrıldılar ve sürüyle meşgul olmaya başladılar. Lakin bir kaç gün sonra gelip dediler ki:

"-Baba sen hiç kurda koyun kaptırır mıydın?"

"-Hayır" dedim ve sordum.
"-Ne oldu, niye soruyorsunuz?'"

-Baba biz her gece kurtlara bir veya iki koyun kaptırıyoruz." dediler. Kendilerine sürünün idaresinde ne değişiklik yaptıklarını sordum.


Dediler ki:


"-Baba! Sen bize sürüyü dört zağarla (çoban köpeği) teslim ettin. Biz tecrübesiziz. Ola ki; bu dört zağarla böyle kala­balık bir sürüyü koruyamayız diye dört tane yeni zağar aldık."
Onlara, geceleri uyumayıp bu yeni zağarları kollamalarını ve ne görürlerse gelip bana anlatmalarını tenbihledim. Ertesi günü gelip anlattıkları şaşılacak bir şeydi:

"-Vadiye bir dişi kurt geliyormuş. Onun uluması üzerine yeni zağarlardan biri sürüdeki yerini bırakıp gidip onunla düzüşüyormuş. Bu zağarın bıraktığı boşluktan istifade eden bir erkek kurt da gelip sürüden bir koyun kaparak dişinin yanı­na getiriyor ve birlikte afiyetle yiyorlarmış."

Kendilerine dedim ki:

"-O zağarı vurup öldürün!'" Öyle de yaptılar. Lakin bu hikaye devam etti. Diğer yeni zağarlar. telef olanın yerine aynı işi yapıyormuş. Onları da bu suretle teker teker vurdurttum.

Bu defa şaşılacak bir şeyoldu. Aynı işi bizim eski zağarlar yap­maya başlamış. O zaman anladım ki; bu zağarlar bu meraneti birbirlerine öğretip aşılıyorlar: Kendilerine dedim ki:

"-Hiç kendilerine sürü emanet edilmemiş dört tane yeni zağar bulun. Onları bizimkilerin yanına getirmeden ayrı bir yerde tutun. Sonra bizimkiler; de teker teker vurup öldürün. Artık zağarsız kalmış olan sürüyü eski zağarlarla koklaşmamış olan o dört yeni zağara teslım edin." Böyle yaptılar. Mes'ele halloldu. "

. Bu sözleri dikkat ve .alakayla dinleyen Talatt Paşa Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi'ye şu tenblhte bulunmak ihtiyacını hissetmiş:

"-Hacı Efendi! Ola ki Efendimiz (İkinci Abdülhamid Han) da seni çağırtıp memleket ahvali hakkında fikrini sorar. Sakın O'na bu hikayeyi anlatma !. .. "


Not: Ülkemizde rüşveti ortadan kaldırmak hususunda samimı bir arzu taşıyan siyaset ve idare erbabımızın dikkatler­ine arz ve ithaf olunur.

Bir Musa İki Firavun'a Ne Yapsıın?

Hasırcızade Mehmed Ağa, memleketi Antep'te iken, oraya teftiş için bir vali gelmiş.Dalkavuk olan ahaliden iki kişi ise: "Ahaliden dalkavuk ve yaramaz iki kişiye çok yüz ve­riyor" diyerek kaymakamı şikayet etmişler.

Vali de kaymakama söylenecek olmuş. Hasıcızade Mehmed Ağa valiye hitaben:

"Bir Musa iki Firavun'a ne yapsın?” diyerek valiyi susturmuş.


Sen Yalnış Yere Gelmişsin

Azledilen memurlardan biri, Yedikule'deki Hacı Ev­had Tekkesi şeyhi Küçük Efendi'ye gelir, himmet rica eder. şeyh Efendi kendisine şöyle der:


"Ey oğul! Bab-ı Ali denilen bir tekke vardır. şeyhine Sadrazam derler. Vazife talebinde bulunanlar ona gidip himmet isterler. Sen buraya yanlış gelmişsin!"


Bizim Cehaletimizi Anlarlar

Bir gün Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'ya arkadaşı sormuş:


"Hürriyet ve maarif sayesinde milletin gözü açılırsa ne olur?"


Mustafa Fazıl Paşa:

"Ne olacak, o zaman millet bizim cehaletimizi ve kendi ızdırabını daha yakından görür."

Neden Gülmemiş

İstanbul'un nüktedan kişilerinden Ahmed Bey bir da­vette çok güzel bir fıkra anlatır. Davette bulunan herke­si güldürür. Yalnız mecliste bulunan Hasan Bey hiç gül­mez, Hasan Bey'in bir arkadaşı:

"Birader, Ahmed Bey'in anlattığı fıkraya niçin gül­medin?"

"Ben Ahmed Bey'le konuşmuyorum. Eve gidince güleceğim. "


Vali Paşanın Arabası Bu

Ahmed Vefik Paşa Bursa valisi iken, zaman zaman arabasına biner ve gezermiş. Fakat bu gezilerinin gaye­si Bursa sokaklarında yol açmak içinmiş. Açtıracağı yol için bazen kasten dar ve çıkmaz sokaklara girermiş.
Arabası geçemez veya karşısına yolu kapayan bir ev çı­karsa hemen:

"Vali Paşa’nın arabası bu, hiç durmak olur mu? di­yerek amele getirterek yolları genişletirmiş.

Bir Manastırın İdaresi de İş mi?
Kırkkilise* kadılığından azledilen bir memur, boş bu­lunan Manastır kazası kadılığını ister. Kendisine:
"Orası mühim bir mevkidir, idare edemezsin." deni­lince, şöyle der:

"Efendim, kırk kilise yi idare eden adam, bir manas­tın idare edemez mi?

Yunan Yerine Yunmayan Daha Doğru Olur

Bütün Ortaçağ Avrupa'sı gibi, Yunanistan da en basit sağlık ve temizlik işlerinden mahrum bir ülkeydi. şehirler açık çöplük, evler ahırdan farksız, insanlar alabildiğine kirli ve pasaklıydı .

Fatih Sultan Mehmed Han, bir gün hocası Molla Gürani ile sohbet ederken, söz bir ara Yunanlılara gelince durumu bir kelime oyunuyla dile getirdi:

-Hocam, bunlar hiç yunmamışlardır. "Yunan" yerine "Yunmayan" demek daha doğru olur." der.

Ateşten Bir Yer Talebi


Uzun müddet açıkta kalan bir kadı, Emir BuhariHazretlerine müracaat ederek bir makama tayini için kazasker efendiye bir tavsiyename yazmasını rica eder.
Hazret-i Emir:

"Peki!" deyip derhal şu mealde bir tezkire yazar:

"Duacınızın mektubunu getiren, Cehennem'den bir hasır serecek kadar yer talebinde bulunduğundan, mes'ulüne müsaade buyurulması rica olunur."



Size de Yemin Ettirdi mi?

Sultan Üçüncü Mustafa Han, nükteleriyle meşhur şair Haşmet'i merak edip görmek istemiş ve bu arzusu­nu Koca Ragıp Paşa'ya söylemişti. Paşa da


"Efendim, Haşmet hakikaten nüktedan bir adamdır ve nedim olmaya layıktır. Ancak kendisi pek arsız ve aç gözlüdür. Korkarım ki, ihsanınıza kanmayarak sizi ra­hatsız eder. İstirham ederim, kendisine bir şey ihsan buyurmayınız!"dedi.i

Ertesi gün Haşmet'e arsızlık et­memesini, bir şey istememesini sıkı tenbih ettikten ve bir de yemin ettirdikten sonra onu saraya göndermiş

Haşmet huzura çıktı ve pek çok nüktedanlık yaptı.

Sarayda üç gün kaldı, fakat hiç ihsan görmedi. Üçüncü günün sonunda tekrar huzura çıktı ve veda etti. Yine ih­san görmedi. Saraydakilerle vedalaştı, yine ihsan yok. Belki çıkışta verirler ümidiyle kapıya vardı, yine ihsan yok. Ağalara göründü, ihsan yok.. Geri döndü, huzu­ra çıkmak için izin istedi. Padişah onu kabul etti:

"Hayrola, hani gidiyordun, niye geldin? diye sordu. şair Haşmet yer öptü, sonra pek müteessir bir halde:


"Efendimiz", dedi. Ragıp Paşa beni·, buraya gönde­rirken bir şey istemememi tenbihle yemin ettirdi. Ben (le bir şey istemedim. Fakat giderken de bir ihsan çık­ii ıayınca merak ettim, acaba size de, Haşmet'e ihsanda lı"lunmayın diye yemin ettirdi mi?"


Haşmet'in bu sözünden memnun olan padişah ona umduğundan da fazla ihsanda bulundu.

Kuyumcu Ustasından Bin Sopa Yiyen şehzade

Kanuni Sultan Süleyman, şehzadeliğinde kuyumcu­luğu öğrenmesi için babası tarafından İstanbul'un en meşhur kuyumcu ustası olan Kostantin'in yanına çırak olarak verilmişti. Belli saatlerde ustasının yanına gider ve çıraklık ya pardı.
Henüz tecrübesiz olduğu ilk günlerinde ustasını kızdırmış ve Kostantin Usta yemin ederek şehzade Sü­leyman'a:

"Eğer şu işleri iyi çıkarmazsan sana bin değnek vu­racağım" diyerek yemin etmişti. şehzade Süleyman da bunu annesi Hafsa Sultan'a anlatmıştı. Validesi, Kostan­tin Usta yı çağırarak, oğlunu affetmesini rica edip kendi­sine ihsanda bulunmuştu. Kostantin Usta ise, aldığı al­tınları, şehzade Süleyman'a vererek:

"Al bunları, eritip beş yüz tel çubuk haline getir!" de­di. şehzade Süleyman söylenileni yaptı ve ustasına ver­di. Kostantin usta onu dövmek için yemin etmişti ve bu­nu bir şekilde yerine getirmek istiyordu. şehzade Süley­man'ı falakaya yatırdı ve elindeki beşyüz altın çubukla ayaklarına iki sefer vurdu. Bu suretle yeminini iki sefer vurduğu beş yüz çubukla yerine getirmiş oldu.

Geri Verilen Yemin!.

Yıldırım Bayezid üzerine gelen Haçlı ordusunda en mükemmel cinsten on bin Fransız süvarisi vardı ve bun­lara Burgondiya dukasının henüz yirmi iki yaşındaki oğ­lu, gayet mağrur Prens Korkusuz Jean kumanda ediyor­du. Fransızlar:

"Gök düşecek olsa mızraklarımızın ucunda tutarız!" diyorlardı.

Korkusuz Jean da Yıldırım Bayezid'i esir edeceğini söylüyor; ona neler yapacağı hakkında yüksekten atıp tutuyordu.

Niğbolu Muharebesi Türk ordusunun zaferiyle bitti. 1. Korkusuz Jean ve daha birçokları esir düştüler.

Yıldırım, onlara iyi davrandı. Memleketlerine gönde­rirken bir daha kendisine karşı silah kullanmayacakları hakkında yemin ettirdi. Bununla beraber Korkusuz Jean'a dedi ki:

"Bu yemini sana geri veriyorum. Eğer şerefli bir adamsan silahını yeniden ve mümkün olduğu kadar ça­buk eline al; benimle harp için bütün hükümdarlarla bir­leş. Bu hoşuma gider, zira bana parlak bir zafer daha kazanmak fırsatını vermiş olursun."

Bunca pisliği neresinden çıkarıyor?


şiir yazmaya hevesli zengin bir ağa, yazdığı şiirleri uşağı ile incelemesi için meşhur şair Keçecizade İzzet Molla'ya yollamış. İzzet Molla bakmış şiirlerin ipe sapa gelir yanı yok, ağaya, "Perhiz yapsın" diye haber göndermiş. Aradan zaman geçmiş. Ağa İzzet Molla'ya bir tomar daha şiir göndermiş.
İzzet Mola yine "Perhiz yapsın, demiş. Bir müddet sonra ağa bir parti daha şiir yollamış. İzzet molla şiirlerin çokluğuna bakıp ağanın perhize devam etmesini isteyince uşak,
-Efendim, ağam o kadar perhiz yaptı ki iğne ipliğe döndü, devam edecek hali kalmadı, demiş.
İzzet Molla parlamış:
-Ulan, ağan bu derece sıkı perhiz yapıyor da bunca pisliği neresinden çıkarıyor?..."


Nasıl olsa gülemez...


Çok zengin ama geçimsiz, dirliksiz bir adam, bir cariye satın almak için esir pazarına gitmiş. Kendisine çok güzel bir cariye göstermişler. Adam beğenmiş. Fakat güldüğü zaman çirkin dişleri göze çarpıyormuş. Adam bu yüzden kararsızlığa düşmüş. Bu esnada yanında bulunan meşhur İzzet Molla bu geçimsiz adama akıl vermiş:

-Efendimiz, bu cariyeyi kaçırmayın. Nasıl olsa devlethanenizde ona gülmek nasip olmaz.


Can çekişme...

Büyük vatan şairi Namık Kemal, yazı ve konuşmalarında, İmparatorluğun sürekli gerileyen, zayıflayan durumunu anlatabilmek için sık sık "imparatorluk can çekişiyor" ifadesini kullanıyormuş. Bu ifade üzerine bazıları kendisine sataşmışlar:

- Yıllardır "imparatorluk can çekişiyor" diye yazıp söylüyorsun, ama hala ayakta duruyor, yıkılacak gibi de görünmüyor...

- Benim dediğim bakkal Mehmet ağanın can çekişmesi değil, koskoca imparatorluğun can çekişmesidir. 600 yıllık İmparatorluğun can çekişmesi elbette bir yarım yüz yıl sürer..

Ben bir kasabayı alana kadar dünyanın zorluğunu çekiyorum

Kanunı Sultan Süleyman Han, bir gün bir şehirde gezerken tanınmış bir şairi son derece pejmürde bir kı­lık ile görmüş. Her şair gibi bu şairin de sevgilisine şiir­lerinde bol keseden beldeler ve şehirler bağışlamış oldu­ğunu hatırlayan Padişah şaire şöyle der:
"Eeee, şair efendi, sevgilinin bir benine Semerkand ile Buhara'yı verecek kadar hovardalık edenin sonu işte budur. Ben bir kasabayı alıncaya kadar dünyanın zorluğunu çekiyorum. Sen her mısranda beşini-onunu birden harcıyorsun- "

Doğrusu bu ateş bin altına değer

Kanuni Sultan Süleyman, Halkalı yakınlarında avla­nırken çıkan bir fırtınada yağmurdan ıslanmışlar. Bir eve sığınmışlar. Sultan, ateşin karşısına geçip şöyle demiş:
"Doğrusu bu ateş bin altına değer."
Bir müddet sonra konakladıkları evden ayrılırken padişah ev sahibine borcunun ne kadar olduğunu sorar.
Köylü şöyle cevap verir:
"Bin bir altın efendim."
Bu cevaba çok şaşıran padişah, bu kadar fazla ücre­ti istemesinin sebebini sorar. Köylü bunada şöyle cevap verir.
"Efendimiz, ateş için bin altınlık değeri siz söylemiştiniz. Bir altın da konak ücretidir."

Ellisinide Ona Vurun

Sultan Üçüncü Murad Han'ın müsahiplerinden biri huzurdan ayrılırken bahşiş verileceği sırada padişaha şöyle der:
"Padişahım, bu gün altın istemem. Onun yerine ba­na yüz değnek vurulsun."
Padişah yüz değnek vurulmasını emretmiş. Dayağın elli sopası vurulunca müsahip şöyle demiş: .
"Durun, bir ortağım var, ellisini de ona vurun."
Padişah ortağın kim olduğunu sorar:
"Her gün beni davet eden Bostancı, seni ben çağır­dım diyerek verilen bahşişin yarısını elimden alıyor. Bu­gün bana vurulan sopaların yarısı onun olsun.
Padişah bu sözden çok hoşlanmış ve geri kalan elli sopayı da Bostancı'ya vurdurmuş.

O su içerken bile besmele çekmez şeyhülislam İbn Kemal hazretIerine birisi gelip, şair İşretı'yi çekiştirmeye başlamış ve:
"Efendimiz, şair İşretı şarap içerken besmele çeki­yormuş. Bu küfür değil mi?" diye sormuş.
İbn Kemal hazretleri de demiş ki:
"Ben şair İşretı'yi çok iyi tanırım. O su içerken bile besmele çekmez."

Hep Bir Ağızdan Konuşmayın


Sultan Dördüncü Murad Han'ın, Bağdat seferi sıra­sında kurduğu divanda müzakereler devam ediyordu. Herkes düşüncesini söylemekte iken bu sırada dışarıda ahırların birindeki eşekler de anırmaya başlamış. Bunun üzerine padişah şöyle demiş:
"Hep bir ağızdan konuşmayın, zira dışarıda zırlayan­la içeride dırlayanı fark edemiyoruz."


Benimle Padişahımın Arasına Kimse Giremez

Sultan Dördüncü Murat Han'ın sadrazamlarından Kemankeş Kara Mustafa Paşa, yazılarını padişaha doğ­rudan yazarmış ve hiç kimseye itimat etmezmiş. Padişa­hın musahibi Silahtar Mustafa Paşa, sadrazamın kendi­sini adam yerine koymayarak yazılarını kendisine gön­dermediğinden şikayet etmiş ve bunun üzerine padişah sadrazama, yazılarını musahibe de yazmasını emretmiş. Sadrazam bu emre şu cevabı vermiş:
"Padişahım, önce bu kuluna bildir; Silahtar kulunun senin saltanatında ortaklığı var mıdır, yok mudur? Eğer varsa emir padişahımın, her emri ona da yazmak lazım gelir. Yok ise padişahım yalnız sizi padişah bilirim, an­cak size yazarım. Böyle olunca benimle padişahımın arasına kimse giremez."

Bunun üzerine padişah emrini geri almış.


Üçünüzü de Öldürsün de Bizi Kurtarsın

Sultan Ahmed Hanım imamı ve hocası Mustafa Efendi'nin "Hocazade" namıyla maruf oğlu Mesut Efen­di ilmiye sınıfına girdiği sıralarda rütbesinin yükseltilme­si için kardeşiyle beraber şeyhülislamı rahatsız eder ve saray adamlarına da devamlı surette şefaat ettirirdi.
Bunların baskılarına tahammülü tükenen şeyhülis­lam Yahya Efendi bızar olduğundan:
"Allah hoca efendiye rahmet eylesin ki bu çelebileri okutmamış. Bu halleriyle bizi aciz bıraktılar. Ya tahsil etselerdi bunlara kim cevap verirdi?" dedi.
Hocazade Mesut Efendi bir aralık kendisinden büyük bir rütbeye nail olunca haset eden kardeşi Ali Efendi, bi­raderini öldüreceğini annesine söyler. Kadın bu sözden ürkerek şeyhülislam Yahya Efendiye müracaatla:
"Aman efendim, Ali'ye de biraderine verilen rütbe­den ihsan buyurun, Mesut'u öldürecek!" der. Yahya Efendi birkaç kere:
"Korkma, öldürmez." derse de hanımı kandıramaz.
Söz uzayınca:
"Ah, kadın, nasıl öldürebilir? Öldürürse onu da öldürürler. Onlar ölünce sen de kederinden ölürsün. Fakat hanginiz o kadar şanslı, üçünüz de ölün de, biz elinizden kurtulalım!

Kapı gıcırtısı!..


Fuat Paşa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları, politikacı ve diplomatlarla devamlı münasebet halinde olmuş, bu itibarla aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze kadar gelmiştir. Fuat Paşa’nın nükteleri çok duyulmuş olsa da her konuşulduğunda zevk verecek kadar zariftir...

Fuat Paşa, Batılı diplomatlarla görüşme yaptığı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapar.

Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bab-ı Ali’yi (Yüce Kapı) kastederek:

- Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), der.

“Grese ihtiyaç var!”

Fuat Paşa bu, durur mu? Anında cevabı yapıştırır:

- Gres’e (Greece) (hem makine yağı hem de Yunanistan’ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yağlanmaya, bir anlamda Yunanistan’ın yeniden bize bağlanmasına) ihtiyacı var!..


Git şu Paşa’ya sor!

Ahmet Vefik Paşa Paris Büyükelçisi iken İmparator III. Napolyon’un yeni yaptırdığı bir opera binasının açılış törenine davet edilir. Tören sırasında Ahmet Vefik Paşa, Napolyon’a en yakın locaya kurulmuş, tavır ve davranışlarıyla imparatora hiç aldırmayan bir izlenim verir. Bu umursamazlığa içerleyen Napolyon, Ahmet Vefik Paşa’ya bir adamını göndererek:

- Git şu Osmanlı Paşasına sor, kendini hala Kanuni devrinde mi sanıyor, der.

Adam gelir ve Napolyon’un dediklerini aynen aktarır.

Ahmet Vefik Paşa bu soruya aynı umursamazlıkla şu cevabı verir:

- İmparator hazretlerine hatırlatırım ki Osmanlı tahtında Kanuni olsaydı, kendileri orada olmaz, yerlerinde ben olurdum.

Devlet adamı ikiyüzlü olmaz!


Yusuf Kamil Paşa ve davetliler önceden bildirilen mükellef yemekleri iştahla yedikten sonra, meyve faslına geçilir. Masaya buzlu çilekler gelir. İlk olarak uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı iri bir çileği ağzına götürürken kazara masadaki tuzluğun içine düşürür. Ama ziyan olmasın diye tuza bulaşmış çileği alıp yer. Berbat bir tat verdiği halde bozuntuya vermez ve masada bulunanlara:
- Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunur. Bunun üzerine birkaç kişi dener. Bunlar:

- Paşam gerçekten nefis oluyor...

- Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim.

- Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, Paşa’ya yaranma hedefi güden şeyler söylerler.

Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, yardımcılarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Minas Efendiye de:

- Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sorar.

Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap verir:
- Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, memlekette işler bu yüzden kötüye gidiyor!..

Uğursuzluk


Avcı Sultan Mehmet bir gün adamlarıyla beraber akşama kadar bir keklik bile vuramaz. Bunun sebebini de, sabahleyin gördüğü bir dervişin uğursuzluğuna bağlar. Solaklara seslenir. Saraydan çıkarken, şu şu tipte, sivri külahlı, sırtı kambur birinin önünden geçtiğini söyler ve hemen bu adamı bulmaları emrini verir. Tarife göre Bektaşi babalarından ayyaş Hamza Babayı yaka paça huzura getirirler.
Sultan:
- Bre uğursuz, nabekar! Bugün sabahleyin karşıma çıktın. Bu yüzden akşama kadar bir ava rastlayamadım. Bu ne uğursuzluktur. Vurun kellesini...
Bektaşi bakar ki kelle elden gidiyor. Son bir dileğini açıklamak için söz alır:
- A devletlim siz beni gördünüz bir keklik vuramadınız. Ama insaf ediniz, benim de bugün ilk gördüğüm sizdiniz ve kellemi kaybediyorum. Söyleyin, uğursuzluk hangimizde!"
_________________________________________________________________________________

Aklıma Gelmedi


Vaktiyle reayadan haraç alındığı malum; haraç tahsildarları şurayı burayı teftiş ederlerken bir meyhanede başı açık ve hangi milletten olduğu belli olmayacak bir kılıkta oturan Bekri Mustafa'yı görünce haraç kağıdı sormuşlar. Bekri keyif haliyle onları terslemiş, onlar da yanlarındaki zabıta kuvveti ile alelacele ve yaka paça kaldırıp yola düzülmüşler. Yolda giderken bir tanıdık rastlamış, sormuş ve işi anladıktan sonra Bekri'ye:
- Müslüman olduğunu niçin söylemedin? deyince:
- Sus be kardeş aklıma gelmedi, demiş.
________________________________________________________________________________
Yemin Edeceğim


Koca Ragıp Paşa sadrazam iken bir gün ahbaplarına hitaben “Rüşvet almadığınıza yemin edebilir misiniz?” dedikten sonra, oradakiler yemini billah ederek rüşvet almadıklarını söylerler. Mecliste meşhur Haşmet de vardı ve bir köşeye çekilmiş sessizce duruyordu.

Ragıp Paşa,

- Haşmet, Rumeli de hayli mansıplarda bulundun. Sessizce durup yemin edemediğine bakılırsa bir hayli rüşvet almışa benzersin” deyince,
Haşmet
- Sultanım, Müslümanlarda, yalan yere yemin edenler çatlar diye bir itikat vardır. şimdi ben efendilere bakıyorum. Eğer çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim” demiş.

_______________________________________________________________________________

Osmanlı Donanması

Osmanlı donanmasıyla Venedik donanması arasında savaş çıkmış. Venedik donanmasının komutanı Andrea Doria imiş. Gözcü Osmanlı donanmasının yaklaştığını fark edince hemen Andrea Doria'ya haber vermiş:

-Osmanlı yaklaşıyoor.
Andrea Doria sormuş:
-Kaç gemi var?
Gözcü:
-10-20 kadar.
Komutan hemen emir erini çağırmış:
Oğlum bana hemen kırmızı gömleğimi getir.
Emir eri şaşırmış:
-Niçin komutanım?
Andrea Doria:
-Savasırken yaralanacağız. Kan izi belli olmasın ve de askerlerin cesareti kırılmasın diye...Bu arada gözcüden yine ses gelmiş:
Efendim 50 kadar oldular.
Andrea Doria heyecanlanmış ve emir erine tekrar seslenmiş:
-Gömleği boşver. Sen bana kahverengi pantolonumu getir...


_______________________________________________________________________________

Atla Ne Konuştu?

Asıl adı Mustafa olan İncili Çavuş, Nasrettin Hoca'dan sonra en büyük Türk fıkra kahramanlarından biridir.

İncili Çavuş unvanını, Padişah IV. Murat'ın başlığına takdırdığı inciden almıştır. şakacılığı ve hazır cevaplığıyla tanınmış olan İncili Çavuş, İran'a elçi olarak gönde­rilmişti Hediyelerle ve bir heyetle birlikte İran şahı'nı ziyaret edip gerekli görüşmelerde bulunarak İran'daki programı tamamlamıştı. Artık İstanbul'a dönülecekti.

İran şahı, Türk elçilik heyetine görkemli bir uğurlama töreni hazırlatmış, ileri gelenleri ve halkı toplatmıştı.

İncili Çavuş’a bir at hediye etmiş ve: "Bu küheylan benim sana hediyemdir. Yolculuk esnasında binersin.” demişti. Ama bu hu öyle bir attı ki; uyuz mu uyuz, cılız mı cılız, zayıf mı zayıf. Üf desen yıkılacak. Ayakta zor duracak kadar yaşlı.

İncili Çavuş adeta kendisiyle alay edilircesine böyle bir at hediye edilmesi karşısında bozulmuş, ama bozuntuya vermeden ağzını atın kulaklarına götürerek bir şeyler söylemiş. Sonra da kulaklarını atın ağzına götürerek bir süre dinlemiş ve basmış kahkahayı.
Başta şah olmak üzere vezirler ve halk, şaşkın şaşÂ­kın bu manzarayı izledikten sonra şah sormuş:

"Atla ne konuştun? Sen ata ne dedin? At sana nesöyledi ki, böyle kahkahayla gülersin?"
İncili Çavuş şöyle demiş:

"Ben ata sordum: Ey ruhumun ruhu! Tanır mısın Hz. Nuh'u?"
şah: "Eee! At ne dedi?" deyince,

İncili Çavuş: "Valla, at bana şöyle dedi:

Nuh da ne ki be gardaş Sırrımı kimseye etme faş
Ben Hz. Adem'e taş taşımışam, taş."

_________________________________________________________________________________
Bana Burada iş Yok

Osmanlıların yirmi ikinci padişahı olan Sultan II. Mustafa 1695-1703 yılları arasında hüküm sürmüştür. Bu devirde İran şahı bir nezaket eseri olarak Osmanlı sarayına, iyi yetişmiş ve mesleğinde uzman olan bir doktor göndermişti. Osmanlı sarayına gelen hekim, sarayın sosyal yaşamını soruyor. Deniyor ki:

"Burada acıkmadan sofraya otuurlmaz ve tam doymadan sofradan kalkılır."

Bunu öğrenen hekim:
"Öyle ise bana burada iş yok, boşuna gelmişim." diyerek memleketine dönüyor.

ANCAK ONDAN ANLAR

II. Abdülhamit zamanında Enderun'da Tıfli lakabı ile meşhur bir zat vardı.
Bir gece körkütük sarhoş olmuş ve Karacaahmet mezarlığına giderek ölen arkadaşının başında nara atmış ve kahkalarla gülmeye başlamıştı. Ancak bölgenin güvenliğinden sorumlu subaşı kendisini yakalayıp karakola götürür.

Komiser Tıfli'yi şöyle bir süzdükten sonra sordu:
“Gece yarısı mezarlıkta ne işin vardı?"
”Arkadaşıma üç ihlas bir fatiha okuyordum komiserim” dedi.
Bu duruma öfkelenen komiser:
“Ulan atarak ve kahkahayla fatiha okunduğu nerde görülmiştür?" deyince Tıfli şu cevabı verdi:
“Komiserim sen bilmezsin orada yatan ancak bundan anlar.”


ÖKÜZ

Çevresindekilerce gizliden gizliye "Öküz" olarak adlandırılmış olan Mehmet Paşa'nın komuta ettiği ve İran'a karşı düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti kışlak çadırında toplanmış taarruz planlarını gözden geçirirlerken, birliklerin iaşesi ve taşıma işleri icin getirilmiş öküzlerden biri çadırın aralığından kafasını uzatıp gözlerini Öküz Mehmet Paşa'ya dikmiş. Çevresindekiler gülmemek icin kendilerini zor tutmuşlar, biraz tebessüm ederlerken, ökuz gitmiş. Ancak bir süre sonra tekrar gelip, başını yine içeri uzatmış ve yine uzun uzun Öküz Mehmet Paşa'yı süzmüş. Bu sefer çevresindekiler artık kendilerini tutamayıp kahkahaları basmışlar. Herkes gülmekten kırılırken, Ökuz Mehmet Paşa,

"Bu hayvan bana ne diyor biliyor musunuz?" diye sormuş.
"'Hadi senin kim olduğunu anladım da, bu yanındaki eşekler neyin nesi?' diye soruyor."

Size Naklediyor muyum?


Abdülaziz Paris’te iken, III. Napolyon bir gün Fuat Paşa’ya, Abdülaziz ile ilgili bazı latifeler yapar ve Paşa’ya da sıkı sıkı tembihte bulunarak: - Sakın bunları padişah hazretlerine söyleme! Der. Paşa da şu latife ile teminat verir:
- Bu pek tabiidir haşmetmeap. Padişahımızın sizin hakkınızda söylediklerini de size naklediyor muyum?

Ayrılık Çeşmesi


Devletin içine düştüğü müthiş para buhranına çare aranır ve saraydaki altın eşyanın paraya çevrilmesi düşünülürken Abdülaziz’e bunu Fuat Paşa söylemiş ve Abdülaziz’in:
- Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları fazla görüyorsunuz? Demesi üzerine Paşa şu cevabı vermek cesaretini göstermiştir:

- Padişahım, yarın maazallah bu memlekete düşman girince bizler efendimizin rikabına sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar bu altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?


Sağlam Devlet

Bir ecnebi mahfilde Osmanlı İmparatorluğu’nun hala sağlam olduğundan bahsediliyordu. Fuat Paşa şöyle teyit etti:

- Evet, muhakkak ki sağlamdır. Çünkü siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz da gene dayanıyor.

Masrafsız Hayat


Abdülaziz Fuat Paşa ile beraber Paris’e gittiği zaman eski şehremini muavini Ömer Faiz Efendi de maiyetindekilerle berabermiş. Hazret latifeci, nüktedan birisi imiş. Fuat Paşa Paris şehreminine iadei ziyarete giderken Faiz Efendi’yi de belediyeci olmak münasebeti ile yanına almış. Laf arasında Paris Emini, İstanbul’un nasıl sulandığını ve masrafının ne kadar tuttuğunu sormuş. O zaman İstanbul sokakları sulanmazmış. Ömer Efendi Fuat Paşa’ya:
- Paşam, masraf yoktur; kahveci, berber, bakkal ve aşçıların himmetiyle sulanır. Bunların nargile suyu, çirkefi varken masrafa ne gerek var diyelim mi? demiş.


Okuryazar


Meşhur Hattat Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin şöhretine güzel yazıdaki büyük mahareti kadar basit ilmi ve yalan derecesindeki mübalağaları da yardım etmişti. Kendisi Keçecizade İzzet Molla ile pek sıkı fıkı ahbap idi. Bir gün II. Mahmut, İzzet Molla’ya bu sıkı fıkılığın sebebini sordu ve şu cevabı aldı:
- Ben biraz okurum, fakat yazım fenadır. Onun da okuması kıt, fakat yazısı güzeldir. İkimiz bir araya gelince bir adam oluyoruz.


Geri kalanları da say, vereyim!


Bir gün birisi, Fatih Sultan Mehmed Han'ın yoluna çıkıp:


-Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle, demiş.

Sultan:

- Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana birer birer say, her biri için değil birer, onar akçe vereyim, diye cevap vermiş.


Bu kişi, ancak on beş kadar peygember ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri için onar akçe verdi ve:

- Geri kalanları da say, onlar için de vereyim, demiş.



Senin Karlarını Uludağ'a Toplattım

Ahmed Vefik Paşa vali olduğu sırada Bursa'da çok ağır bir kış olmuş ve her taraf karla dolmuş. Vali o zamanlar fermanlı olarak Uludağ'ın karlarını toplayıp satmak hakkına sahip olan buzcubaşıya emir salmış:


- Çabuk şehirden karları toplat, demiş.


Buzcubaşı ise:


- Pekela, sabah olsun toplarım, cevabını vermiş.


Fakat o gece bir lodos esmiş ve bütün karları eritmiş. Ertesi sabah buzcubaşı valiye gitmiş ve:


- Vali paşamız, hani benim karlarım? Onları sizden isterim, çünkü toplatmasaydım bana ceza verecektiniz. şimdi zararımı ödeyin, ben onları toplatıp kuyulara dolduracaktım, yarın da satıp para kazanacaktım, demiş.


Ahmed Vefik Paşa'da ona:
- Senin karlarını Uludağ'a toplattım. Git oradan al, demiş.


Emniyetli Bir Kimsesin


Koca Ragıp Paşa, bir gün ansızın, yaptırdığı kütüphaneye gitti. Etrsfı ve kitapları toz toprak içinde görünce kütüphane memurunu çağırdı ve ona:

Aferin Hafız-ı Kütüb! Doğrusu pek emniyetli bir kimsesin. Sana teslim edilen eşyaya hiç el sürmüyorsun , dedi.


İki Haklı Olursa


Bir kadıya sormuşlar:

- Davayı nasıl hallederesiniz?

- Haklıyı haklı, haksızı haksız çıkararak, demiş.


- Ya ikisi de haklı olursa ne yaparsınız?


Kadı bu soruya şu cevabı vermiş:


- Vallah,, ben bunca yıldır kadılık ederim, daha iki haklının mahkeme kapısından içeri girdiğini görmedim.


Boynuzsuz koç...

Osmanlı imparatorluğunda yetişmiş bir iki kadın şairden biri olan Fitnat Hanım ile çağdaşları olan Koca Ragıp Paşa ve şair Haşmet arasında geçtiği rivayet edilen bir çok olay anlatılmaktadır.
Bu üç kişi ellerine fırsat düştüğünde birbirini kıyasıya iğnelemekten de geri durmazlarmış. Ragıp Paşa'nın da, Haşmet'in de Fitnat Hanıma aşk duyguları besledikleri de bilinmektedir.

Bir kurban bayramı arefesinde, Fitnat Hanım kurbanlık almak için Beyazıt çevresinde dolaşıyormuş. şair Haşmet de oradaymış. Haşmet gökte ararken yerde bulduğu Fitnat Hanımı görünce hemen önünde bir reverans yapıp bir emri olup olmadığını sormuş. Fitnat Hanım bir emri bulunmadığını, bayram için kurbanlık bir koç alacağını söylemiş. Haşmet takılmadan edememiş:

- Bu bayram kulunuzu kurban etseniz olmaz mı?
- Maalesef olmaz, çünkü bu bayram boynuzsuz bir koç kurban edeceğim.

Mumla ararsın...


Fitnat Hanım, çok güzel, henüz sakalı bile çıkmamış bakkal çırağı bir delikanlıya aşık olmuş. Bu nedenle bir bahane bulup sık sık bakkala, delikanlıyı görmeye gelirmiş. Bunu duyanlar delikanlıya,
"Fitnat Hanım gelip sana dikkatle baktığı zaman 'çok bakma güzel, ateş-i hüsnümle (güzelliğimin ateşiyle) yanarsın' de." diye öğretmişler. Gerçekten Fitnat Hanım gelip kendisine bakınca delikanlı bu dizeyi söylemiş.
şair, hazır cevap Fitnat Hanım da hemen cevabı yapıştırmış:

Hattın (sakalın) çıkınca sen de beni mumla ararsın!

Kolayı var...


İmparatorluk dönemi şairlerinin en esprililerinden biri olan şair Haşmet'in (18. yy.) kendine göre aptalca işler yapanların adını kaydettiği gizli bir defteri varmış. Kim ahmakça, akılsızca bir iş yapsa adını oraya işlermiş.
Haşmet'in böyle bir defter tuttuğundan haberdar olan padişah (3. Mustafa) bir yolunu bulup bu defteri elde etmiş. Padişah zevk ve merakla bu defteri karıştırırken, aptalca işler yapanların listesi demek olan bu defterde kendi adına da rastlamış. Hemen şair Haşmet'in huzuruna çıkarılmasını emretmiş. şair karşısına çıkınca vakit kaybetmeden paylamaya başlamış:


- Bu ne küstahlık! Sen nasıl oluyor da benim adımı böyle aptallar listesine kaydediyorsun?

- Efendimiz sakin olunuz, izah edeyim. Siz geçenlerde baş seyise yüklü bir para vererek cins bir Arap atı almaya gönderdiniz. O kadar parayla Arabistan'a gönderilen kimse artık geri döner mi? Bunun için sizin adınız da orada bulunuyor.


- Peki, ya baş seyis geri dönerse?
- Kolayı var efendimiz, sizin adınızı siler onunkini yazarız...
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)