Thread Rating:
  • 168 Vote(s) - 3.14 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Bazı Büyük Evliyaların (Allah Dostları)ınınn Hayati ve Kıssalari
#1
Bazı Büyük Evliyaların (Allah Dostları)ınınn Hayati ve Kıssalari


Evliyânın tanınmışlarından ve Tâbiînden Abdullah bin Gâlib (rah- metullahi teâlâ aleyh) Zâviye harbi denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sıra- da oruçlu idi. Düşman saflarına hücum edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra kılıcını sı­yırıp kınını kırdı. Bu, şehîd düşünceye kadar sa- vaşacağım manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı. Savaşa savaşa şehîd düştü.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) Merv´de bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet´i yaymak için cihâda, düşmanla harbe gi­derdi. O, medresede müderris, hoca; câmide vâiz, şehirde tüccâr; harb- de büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem sâhibi idi. Kalemiyle cihâda dâir eser yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan kahramanlıklar gösterdi.

Abbâsîler devrinde Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı. Ab­bâsî ordusu sessiz, sâkin ve aydınlık bir gecede Tarsus´un kuzeyinde karargâh kurmuştu. Tarsus´un sırtlarında İslâm ve Bizans orduları görü­nüyordu. İki taraf da kendilerini kuvvetli göstermek için alevleri göklere yükselen ateşler yak­mışlardı. Bu ateş ocaklarından birinin etrafında te­peden tırnağa silâhlı askerler hilâl şeklinde oturmuşlar, ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü bir zat onlara ders anlatıyordu. Kimse vaktin na­sıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Sözü kesip, duâsını yapınca istirahate çekildiler.

Sabah namazı kılındıktan sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu karşı kar­şıya geldi. Bizans ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı zırhlara bürünmüş biri kılıç sallayarak ortaya çıktı. Döğüşmek için müslüman- lardan er istedi. Müslü­man saflarından bir kahraman onun karşısına çıktı. Fakat, şehîd düştü. Bu hâl müslümanların gayretine do­kundu, ikinci bir yiğit daha çıktı. O da şehîd oldu. Sonra birkaç er daha şehîdlik şerbe- tini içti. Rum ordusunda sevinç çığlıkları yükselirken, müslüman ordu- sunda tekbir ve Allah Allah sesleri ortalığı çınlatı­yordu. Bu sırada müslü- man askerlerin arasından, atının üzerinde heybetli biri­nin meydana çıktı- ğı görüldü. Tamâmen zırhlara bürünmüştü. Fakat kimse tanımı­yordu. Rum´un karşısında dimdik durdu. Herkes son derece heyecanlı idi. Çar­pışma başladığı gibi, çevik bir hareketle kılıcını Rum´un göğsüne sapla- dı. Müs­lüman saflarında tekbîr sadâları yükseliyordu. Rum tarafı ise şaş- kına döndü. İkinci çıkan er de birincinin âkibetine uğ­radı. Sonra birkaç ki- şiyi daha öldürdü. Müslümanlar son derece sevinç­liydi. Müslüman er ye- rine dönünce bu kahrama­nın Abdullah bin Mübârek hazretleri olduğunu görüp hayret ettiler.

Seferde bile ibâdetlerini gizlerdi. Gazâ arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır:

Seferde bir gece, Abdullah bin Mübârek istirâhate çekilmişti. Ben de mızra­ğıma dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vak­tine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi. Uyumadığımı ve halinden haberdar olduğumu anlayınca, hayâsından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle yaptı.

İbn-i Hibbân ise şöyle anlatır: Bütün mücahidler İbn-i Mübârek ile Şam´a varmıştık. Orada halkın ibâdetini, gazâya hazır hallerini, her gün seriyyelerin, küçük askerî birliklerin geliş-gidişlerini görünce, İbn-i Mübâ­rek; "Bu güzel haller ile Rabbimizin huzûruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını açtık." bu­yurdu.

Misis´teki ikâmeti sırasında ilim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı. Misis´te, ikindi namazında Cumâ Mescidi´ne gelir, güneş batıncaya kadar kıbleye karşı oturur, Allahü teâlânın zikriyle, meşgûl olur, kimseyle ko­nuşmazdı. "Kim gün­düzünü Allahü teâlâyı anarak geçirirse, o, bütün gün zikretmişlerden sayılır." buyururdu.

Misis nâhiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Küçük yaştaki tale­besi Abde bin Süleymân´a hadîs-i şerîf yazdırır ilim öğretir, üstelik ona para da verirdi.

Mücâhid velîlerden Abdülkâdir Cezâyirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şerif­lerden olup, soyu hazret-i Ali´nin oğlu hazret-i Hasan efendimize da­yanmakta­dır. Baba ve dedeleri Cezâyir´in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayı­lırlardı. Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barba­ros Hayreddîn Paşanın Ce­zayir´i fethinde bir nefer gibi çalışmış ve Ce­zayir´de Osmanlı hâkimiyetinin ku­rulmasında, ziyâdesiyle gayret sarfet- mişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir´in babası Muhyiddîn de Kâ­dirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.

Şeyh Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdül- kâdir´i küçük yaşta ilim öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana´da ya- pan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur´ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı. Ül­kesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset, dev­let idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.

1826´da babasıyla birlikte Mısır´a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini zi­yâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz´a geçerek hac vazî­fesini îfâ etti. 1829 yılında Şam´a geldi. Burada evliyâ­nın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile görüşüp duâ­sına kavuştu. Buradan Bağdad´a geldi. Şerefli âilesinin tabi olduğu evli­yânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber efendimizin soyun­dan Seyyid Abdülkâdir Geylânî haz­retlerinin mübârek kabrini ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.

Abdülkâdir´in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Tem­muzunda Fransızlar Cezayir´i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâ­resine son ver­diler. Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn´i kendilerine emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir´i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona devretti. Kendisi Oran´daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı.

Abdülkâdir-i Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yap­tığı ko­nuşma ile cesâret, uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâ­kârlık gibi vasıf­larını ortaya koydu. Konuşmasında şöyle demişti: "Eğer liderliği kabul ediyor­sam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bu­lacağınız, îmânımızı savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya ha­zırım."

Emir Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahra­manlık, bi­nicilikteki mahâret ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı. Askerî bir lider olarak kendini kabûl ettirdi. Bu sebeple Fransızların Ce­zâyir´i işgâl etmesinden iki sene sonra babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).

Abdülkâdir-i Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sis­temli bir harekat başlattı. Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada da sürdürerek birçok böl­geleri de bu yolla ele ge­çirdi. Fas Sultanı Abdurrahmân´ı kendi tarafına ve Fransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri et­rafına topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına ka­dar bütün batı Cezâyir´e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir´in Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl böl­gedeki Fransız komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîret­leri himâ­yesi altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçala­maktı. Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta´da yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).

Bu yenilgi üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birlikle­rin başında gelen General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir´i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip Abdülkâdir´i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker´i kısa sürede ele geçirdiler. Bu zaferle kendisine fev­kalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde Abdülkâdir´in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir´in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönder­diği raporlarda:

"Abdülkâdir hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı bir liderdir." diyordu.

Nitekim Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir´le Tafna Antlaşmasını yap­maya mecbur kaldı (1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.

Abdülkâdir-i Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya çalıştı. Devlet merkezini Maasker´den Tag- dempt´e nak­letti. Kanun ve kaideleri düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler karşılığında ver- giden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve her­kesten zekat topladı. Fas yoluyla İn­giltere´den sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.

Bu arada Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyor­lardı. 1837 Ekiminde Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey´i yenerek Konstantine şehrini zaptettiler. 1839´da ise Abdülkâdir´le Kabiliye bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir´i Konstantine´ye bağlayan Bîbân geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda küçük fakat hareket kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda "cihâd-ı mukaddes" ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altına çağırdı. Ku­mandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttır­maya çalıştı.

Abdülkâdir-i Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlat­mış bulunuyordu. Bu harbin sonunda ya Cezayir´de İslâmı muzaf­fer kılacak veya bu uğurda çok istediği şehadete kavuşacaktı.

Emir Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete ge­tirdi. Düşmanın vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesisle­rinde barut, mermi ve silah da imal edebiliyor ve mal­zeme sıkıntısı çekmiyordu.

Ancak Abdülkâdir´in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubi­yetin ezikliği içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyar­ları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp yıkmak ve hayvanları telef et­mek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu yirmi bin kişilik ve dağınık vazi­yetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek gibi bayağı yol­lara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri, Abdülkâdir´in ordusunda tefrika ve an­laşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bu­nun üzerine Abdülkâdir Mera- keş´e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş´in müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaş­maya de­vam etti. An- cak bu defâ da Fas kralı Abdurrahmân´ın ihaneti ile karşı­laştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını kabul ederek cihad meydanından çekilir­ken Abdül- kâdir´e yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir´in harekât merkezi olan Sumala düşman eline geçti. Emir´in paha biçilmeyen şahsî kütüp­hânesi içindeki belgelerle birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Bü- yük Sahra´ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da tarafdârlarının telef ol- ması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka´da kalması şar- tıyla General Lamoriciere´ye teslim olmak zo­runda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemek- tedir. "Kader."

Ancak Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Ab- dülkâdir, Cezayir vâlisi Duc d´Aumele tarafından Fransa´ya gönderildi. Emir ve yanında­kiler önce Toulon´da, sonra da Loira Vadisindeki Anboi- se kalesinde beş yıl ha­pis kaldılar.

Toulon´a geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzu­sundan vazgeçerse kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:

"Kral namına bana bütün Fransa´nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zen­ginliği şu cüppemin üzerine yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtı­rımdan ge­çirmem. Ben burada sizin misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana değil, size ulaşacaktır." dedi.

Napolyon, Fransa´da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî´ye Osmanlı ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852´de İstanbul´a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî Sultan Abdülmecîd Han´la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü. Daha sonra Bursa´ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855´de Bursa´da büyük bir zelzele olması üzerine Şam´a geçti.

Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam´a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve ço­cuklarının terbiyesi ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngi­liz ve Fran­sızlar, Osmanlı Devletini kuvvet zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi. Osmanlı Dev­leti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya başla­mışlardı. Lübnan ve Suriye´de Dür­zîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunî­lere de Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı topraklarında birbi­rine kırdırıp, kendi emelle­rine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir sah­nesi olarak 1860 se­nesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa konsolo­sunu ve bin beş yüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tara­fından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfâtı olarak Emir´e Le- gion d´honneur nişanının grandcruix´sını verdi. Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862 senesinde hacca gidip iki sene Hicaz´da kaldıktan sonra İstanbul´a gelerek, Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.

Daha sonra Şam´da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî H.1300´de vefat etti. Nâşı Sâlihiyye´de Muhyiddîn Arabî türbe­sine defnedildi. Devrin târihçileri "Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel do­lunay battı H. 1300 di­yerek ölümüne târih düşürdüler.

Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsa­tını bulan Avrupalıların da takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak, düşmanlarını yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.

Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin bü­yüklerindendi. Dünyâ ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kah­raman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan batıya her yere yayıldı. Za­mânının âlim­leri arasındaki ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâ­metleri görüldü.

Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yaz­dığı Mevâkıf adlı kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle yazmaktadır:

Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: "Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdi­ğinde o nîmetin onun üzerinde görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin gö­rülmesi yalnız fiil, iş ile olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da söz ile göstermek, açıklamak la­zımdır.

Haccederken yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:

Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullah´ın Ravda-i mutahhera- sına gittim. Resûlullah´a (sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer´e selâm verdikten sonra, Resûlullah´ın huzû­runda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâ­yeniz benim için kâfidir." de­dim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sen be- nim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana evladım buyur­maları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her iki- sinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana Pey- gamber efendimizin zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habî- bin; "Beni gören hakîkî görür. Zîrâ şeytan benim şeklimde kendini hiç kim­seye gösteremez." buyurmaktadır, diye duâ ettim. Sonra da Kade- meyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark taraf­taki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendim­den geçtim. Her şeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî´de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur´ân-ı ke­rîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu seyyidimizdir." sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Müba­rek sakalının aklığı fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mü­bârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaş­tıkları va­kit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar ettim.

Abdülkâdir-i Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütü­nüyle müşâhede edip, görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî´yi gören generaller; kendisiyle dost ol­maya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler sorarlardı. Abdülkâdir Ce- zayirî´nin Fransız gene­rali Dumas´a İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındaki cevabı şu şekildedir:

...Bu meselenin gerçek yüzü ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksine­dir. Müslümanların nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haiz­dirler. Me­sela onlar zevcelerini pek severler ve onlara karşı çok merha­metlidirler. Muhab­betin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise hürmet etmek­tir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyur­dular ki: "Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet edip kötülük yaparlar." Diğer bir hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâ­ben buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim." Resûlullah efen­dimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bin­dirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sa­yıla­mayacak kadar çoktur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.

Abdülkadir Cezâyirî hazretleri, komutanlarından Muhammed Hasnâ- vî´ye yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:

"...Şecâat, kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandı­rılmış) ve Hak teâlâya tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Mu- hammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı mücâhid karde- şim! Allahü tealâ anlayışını arttır­sın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhâfaza eylesin. Muhak­kak ki cihâd, peygamberlerin (aley- himüsselâm) şiârı, müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim.

Gayret ve çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yar­dım eyle­sin! Allahü teâlâ Kur´ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîle­tini, kendi yolunda şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuş­tur. Bunlar üzerinde iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda şehîd ol­manın ne demek olduğu iyi anlaşı­lır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazîleti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil´de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet´i vâd buyurmuştur. Şerefini bu­radan anlamalıdır. Kendi yo­lunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ec- re kavuşacaklarını da müjdelemiştir.

Kıymetli kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib et­mekteyiz ve sizinle görü­şüp kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir za­man- da bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."

Muhammed bin Hasan Bay´a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâm­dan sonra şöyle demektedir:

"...Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşünce­siyle vekî­limizi gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibi­dir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Dâimâ birbirle­rini destekler ve kuvvetlendi­rirler. Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlâ- nın râzı olduğu şeylerde ve takvâ hu­sûsunda olmalıdır. Bu, Allahü teâ- lânın size emridir..."

Millî Mücâdelenin ilk bayraktârı Ahmed Hulûsi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Denizli Müftülüğünde iken Türkiye´nin paylaşılmasını ihtivâ eden Mondros Mütârekesi imzâlanmıştı. Şubat 1919´da Paris´te bir araya gelen Îtilâf devletleri temsilcileri Balıkesir, Aydın ve İzmir´i Yuna­nistan´a vermeyi karar­laştırdılar. Bu gelişmeler üzerine Nûreddîn Paşa, bölge ileri gelenleri ve din adamları liderliğinde, İzmir Müdâfaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti adı al­tında bir teşkilât kurdu. Bir kongre toplan­masını kararlaştıran cemiyet, Balıke­sir, Aydın ve Denizli livâlarından de­lege gönderilmesini istedi. Denizli´den gön­derilen delegeler arasında Ahmed Hulûsi Efendi de bulunuyordu. Kongreye İz­mir vâli ve kolordu komutanı Nûreddîn Paşa başkanlık etmiş ve ilhak tahakkuk ettiği tak­dirde mukâ- vemet edebilmek için teşkilât kurulması kararlaştırılmıştı. Paşa, İzmir´in Yunanistan´a verilmesi hâlinde silâhlı bir müdâfaaya kalkı­şılaca­ğını söy- lediği sırada Ahmed Hulûsi Efendi büyük bir uzak görüşlü­lükle kendi­sine şöyle demişti:

"Paşa! İstanbul işgâl altındadır. İşgâl kuvvetleri İstanbul hükûmeti üzerinde tazyiklerde bulunarak sizi terfian veya memuriyetinizi nakil sû­retiyle İzmir´den uzaklaştırırlar. Çünkü buradaki hıristiyan unsurlar işgâl kuvvetleriyle temas hâ­lindedirler. Sizin burada fiilî mukâvemet için girişe­ceğiniz her hareketi onlara bildirirler. Onlar da hükûmete tesir ederek, bu teşebbüsü netîcesiz bırakırlar. Bakınız Rum papazlarından metropolit Hrisostomos daha şimdiden bu şehrin fahrî vâlisi gibi hareket etmeye başlamış ve Yunan işgâlinin hazırlıklarına gi­rişmiş bulunmaktadır."

Ahmed Hulûsi Efendinin söyledikleri çok geçmeden gerçekleşti. Nû- reddîn Paşa azledilerek yerine vâliliğe Kambur İzzet, kumandanlığa da emekli paşalar­dan Nâdir Paşa tâyin edildi.

Ahmed Hulûsi Efendi ise, İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin elîm bir âkıbete sürüklenmekte olduğunu görerek der­hâl yo­ğun bir teşkilâtlanma çalışmasına girişti. Onun bu faâliyetlerini De­nizli mutasar­rıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle anlatmaktadır:

Ahmed Hulûsi Efendi, benimle çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli sancağının kazaları olan Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal´da bilhassa müftüler ve müderrislerle eşrâfın rehberlik ettiği heyetlerin teşkîlini te­min ettiğini söyleyip, artık mukadder olan Yunan iş­gâli önünde neler yapılması îcâb ettiğinin şimdiden düşünülüp lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tav­siye etti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, müftü efendinin sözlerinde hiç bir imkâ­nın gerçekleşmesi şartı yoktu. Ya­pılması gereken vatanın istiklâli ve haysiyeti îcâbıydı. İlmi, irfânı, ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem şahsiyeti, sancağın her tarafında sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor şartlar altında vazîfeye çağırdığı kimseleri meziyet ve husûsiyetleriyle çok iyi takdir ederek tâyin ve tespit etmişti. O müstesnâ günlerin bendeki en derin inti­baı şudur: Çok güç şartlar altında girişilecek hizmetlere lâyık mânevî rehberler bulur ve onların telkinleri kalp ve vicdanlarda ümit izleri mey­dana getirebilirse elde edilemeyecek güzel netîceler, ufukların ardında demektir. Ben Ahmed Hu­lûsî Efendinin mübeccel ve muhterem varlı­ğında bu ebedî hakîkatın en muhte­şem misâlini görmüşümdür."

Bu arada beklenen fecî âkıbet gerçekleşti. İzmir 15 Mayıs 1919 Per­şembe sabahı Yunanlılar tarafından işgâl edildi. Acı haber Denizli´ye ulaştığı zaman ir­kilmeyen, ümitsizlikle yıkılmayan tek insan Ahmed Hu­lûsi Efendiydi. Çünkü o, mukadder sonucu biliyor, din, vatan ve nâmus için neler yapılması gerektiğini düşünmüş bulunuyordu. İzmir´in işgâli üzerine ilk iş olarak Denizli´de bir pro­testo mitingi tertipledi. Müftülük dâi­resinin yakınındaki bir câmide bulunan Sancak-ı şerîfi asılı bulunduğu yerden tekbirler ve salât ü selâmlar ile indirdi. Etrafında şehrin ileri gelen şeyh ve imâmları olduğu hâlde câminin etrâfında bekleşen kalabalığın önüne geçti. Kalabalık Belediye Meydanına doğru yürü­meye başladı. Tekbir seslerini işiten halk, işini gücünü bırakarak Belediye Mey­danına koşuyordu. Müftü Hulûsi Efendi meydanı doldurmuş bulunan Denizlili­lere hitâben ağlamaklı bir sesle şöyle konuştu:

"Hemşehrilerim!.. Karşımıza çıkarılan düşman daha dünkü uşakları­mızdır. Biz onlara mağlûb da olmadık. Bu düşman her kim olursa olsun Türk´ün ve Müslümanlığın son müstakil yurdu olan topraklarımızı da eli­mizden almak isti­yor. Bizler şimdiye kadar esir yaşamadık ve yaşayama­yız. Silâhımız yoksa sa­pan taşıyla düşmana karşı çıkmak ve onu tepe­lemek her Türk ve Müslümana farz-ı ayndır. Fetvâ veriyorum. Silâh azlığı veya çokluğu mühim değildir. Bir­çok ülkelere hükmetmiş Fâtihlerin to­runlarıyız."

Sözü sık sık tekbirlerle kesilen ve son derece heyecanlı geçen mi­ting, De­nizli halkının düşmana mukâvemet için hazır bulunduğunu ve şehrin muhterem müftüsü Ahmed Hulûsi Efendinin emir ve direktiflerine uyacaklarını göster­mişti. Fakat Ahmed Hulûsi Efendi yalnız Denizli için değil, bütün civar, vilâyet ve kazâları da içine alan bir millî mukâvemet hareketi meydana getirmek isti­yordu. Bu sûretle Aydın ve Nazilli´ye emin adamlarından birkaçını göndererek onlarla temasa geçti. Müftü Efendinin faâliyetlerini yakından tâkib eden Denizli Rumları ise; "Onun sarığını ba­şına dolayacağız." diye haber göndermekteydiler. Ancak kahraman De­nizli müftüsü bu tehditlerden korkacak ve din ve nâmus müdâfaasından geri duracak bir kimse değildi. Bizzât kendisi Dinar´a ve Afyonkarahisar´- a gitti. Bu bölgelerdeki diğer müftü, vâiz ve müderrislerle te­masa geçerek silahlı çeteler teşkil edip, ilerleyen Yunan kıtaları karşı­sında bir mukâ- vemet cephesi meydana getirmek husûsunda onları ha­rekete geçirdi. Bu bölgede efeler, yedek subaylar, mütekaid (emekli) su­baylar ve halktan herkes mahallî müftülerin idâre ettiği teşkilâta kaydolu­narak kısa zaman- da harbe hazır vaziyete getirildiler.

Hazırlıklarını tamamlayan Hulûsi Efendi, Yunanlıların Nazilli´ye gir­meleri üzerine emrindeki kuvvetle derhal harekete geçti. Nazilli´de bulu­nan Yunan ku­mandanı üç-beş bin kişilik bir kuvvetin üzerine geldiğini haber alınca derhal mevziini terkederek Aydın istikâmetine çekildi. Müftü Hulûsi Efendi kumanda­sındaki milis kuvvetleri Nazilli´yi kolaylıkla ele ge­çirdiler. Fakat burada durma­yarak Aydın´a doğru gerilemiş bulunan Yu­nan kuvvetlerinin takibine başladılar. Nazilli´de ve yol boyunca uğranılan her köyde toplanan halka, heyecanlı nutuk­lar îrâd eden Müftü Efendinin emrindeki kalabalık gittikçe artıyordu. Bu nûr yüzlü din adamına karşı herkes büyük hürmet, îtimâd ve muhabbet besliyordu.

Ahmed Hulûsi Efendi bu gayret, şevk ve inançla Aydın´ı Yunanlılar­dan geri almaya muvaffak oldu. Bundan sonra artan kuvvetlerin idâresi işini kumandan­lık vasıfları iyi bilinen Demirci Mehmed Efeye bıraktı. An­cak bu sırada toparla­nan Yunanlılar büyük kuvvetlerle gelerek Aydın´ı tekrar işgâl ile büyük katli­amlarda bulundular.

Bundan sonra bölgede tam bir ölüm kalım mücâdelesi başladı. Ah- med Hu­lûsi Efendi bizzât bir nefer gibi çarpışmalara katıldı. Verdiği vâz- larla da topla­dığı gönüllülerle milis kuvvetlerini devamlı destekledi. Böyle- ce Denizli bölge­sinde Yunan ilerleyişine set çekti. Bu müdâfaa hattı ol- masaydı. Ankara´nın, dü­zenli askerî birliklerin kurulmasını sağlayama­dan Yunan birliklerinin eline geçmesi işten bile değildi.

Ahmed Hulûsi Efendi Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra ge­lişen si­yâsî olaylara karışmamış ve geri kalan ömrünü Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle geçirmiş, gençlere dîn-i İslâmı öğretmeye çalışmıştır.

Millî mücâdele mücâhidlerinden Ahmed İzzet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; 14 Mayıs 1919´da İzmir´in işgâli ile memleketin acılar içine düştüğü yıllarda Çal´da müftü ola­rak vazîfe yapmaktaydı. Halkın ne yapacağını şaşırdığı o karanlık gün­lerde pekçok defâ Çarşı Câmii şerîfinde, hükûmet önündeki meydanda dînî nutuklar söyledi. Halkı mukâvemete teşvik etti. Kendisine gelenleri ümitsizliğe kapılmadan teşkilât­lanmaya sevketti.

Kaymakam Fazlı Güleç ise; "Müftü Efendi, şer´an üzerine düşen va­zîfeyi yapmıştır. Bu bâbta benim de hakk-ı kelâmım vardır. Beni dinler­seniz orduları­mız dağılmış, silâhı elinden alınmıştır. Askerlerimiz cephe­leri bırakmıştır. Bu sebeple Müftü Efendinin söylediklerini yapmak, düş­manı gazaplandırmaktan, neticede ise onların ayakları altında perişân olmaktan başka bir işe yaramaya­caktır." diye ona karşı çıkıyordu.

Bunlara karşılık Ahmed İzzet Efendi kendi ifâdesiyle sözlerini şöyle nak­letmektedir: Gözlerimiz görerek, bedenimizde can varken, kendimizi ve mukad­desatımızı düşmanın yed-i habîsine, kirli eline terk ve vatana ayak basmalarına tahammül edemeyeceğimizi, behemehal müdâfaa ter­tibâtı almamız lâzım geldi­ğini, silâhsız ve vâsıtasız da olsa düşmana kar- şı koymaklığımızı, evvela bizleri sonra evlâd-ü iyalimizi şehîd etme­den memleketimize düşman giremeyeceğini, hattâ hepimizi şehîd etseler bile, Allahü teâlânın izni olmadan düşmanın bu top­raklara ayak basma­sının mümkün olamayacağını söyledim.

Ancak fikir birliği tam hâsıl olmadığı için bu hareket bir müddet için netîce­siz kaldı. Ahmed İzzet Efendi kendi köyü olan Süller´e gitti. Bu sı­radaki hâlini ise şöyle anlatmaktadır: Bir müddet köyümde kaldım. Bu­rada kendi kendimi he­sâba çektim. Kalbim bana; "Bu bapta sen haklısın, ısrar et, cenâb-ı Hakk´ın vâdi yerini bulacaktır." diyordu.

Ahmed İzzet Efendi bundan sonra fiilen düşmana karşı koyma hare­ketine katıldı. Önce Ali Kurt köyüne gitti. Burada 25-30 kişilik bir çeteye sâhib olan Dede Efe´yi düşman üzerine harekete geçmeye iknâ etti. Bu­radan Denizli´ye geldi. Müftü Ahmed Hulûsi Efendiyi görerek kendisine fikirlerini anlattı. Ahmed Hulûsi Efendi çok memnun olarak kendisini tebrik etti. Sonra mutasarrıf Fâik Öztırak´la görüştü. Faik Beyin; "Çâresiz vaziyetteyiz. Böyle bir durumda bir kaymakam, bir mutasarrıf ve bir vâli ne yapabilir " sözleri üzerine fevkalâde celallenen Ahmed İzzet Efendi; "Fâik Bey! Kaymakamlık, mutasarrıflık ve vâ­lilik, milletle kâimdir. Millet cayır cayır yanmaya başladı. Biz buna seyirci ka­lamayız. Ne yapacaksa­nız yapınız. Ben kudretim nisbetinde bu uğurda bir vazîfe almaya gel­dim." cevâbını verdi.

Ahmed İzzet Efendi bundan sonra düzenli birlikler kuruluncaya kadar teşkil ettiği milis kuvvetleriyle bizzat savaşlara katıldı. Ahmed Hulûsi Efendi ve De­mirci Mehmed Efe ile birlikte hareket etti. Yunanlılara ağır kayıplar verdirdi. Elinde tüfek olduğu hâlde birliklerinin en önünde çar­pışmalara iştirak etti. Na­maz vakitlerinde emrindekilere namazı kıldırıyor sonra yine en önde ileri atılı­yordu. Bu hâli ile bölge halkının gönlünde taht kurdu. Yediden yetmişe herkesin sevgisini, saygısını kazandı.

Bu savaş esnâsında Ahmed İzzet Efendinin köyü de yağma ve tahrib edi­lenler arasındaydı. Köyü basan işgâl birlikleri Ahmed İzzet Efendiyi aramışlar, bulamayınca evleri ve değirmenlerini ateşe vermişlerdi. İşgâlin kalkmasından sonra mahallî hükümet Ahmed İzzet Efendinin zararını on bin altın olarak tespit etti. Bu vakâyı haber aldığı zaman Ahmed İzzet Efendi şöyle demiştir: "Bu ka­dar serveti ve hattâ cânı fedâ etmeden dâ­vâyı tahakkuk ettirmek ve Allahü teâlâya tam kulluk etmiş olmak müm­kün değildir. Önemli olan vatan ve mille­timizin, nâmus ve mukaddesâtı­mızın kurtulmuş olmasıdır."

Ahmed İzzet Efendi, Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra öm­rünü büyük bir tevâzu ve ferâgat hissi içinde yaşayarak geçirdi. Muhitinin ve çevresi­nin fakir insanlarına karşı bütün varlığını sarfederek hizmete koştu. Yardımla­rıyla birçok kâbiliyetli gencin, okuyup yetişmesini sağladı. 1952 yılında ebedî âleme göçtü.

Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) baba tarafından as­ker, anne tarafın­dan ise ilim ile meşgûl olan bir âileye mensuptu. Küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Daha sonra baba mesleği olan asker­lik yolunu seçti. Altı-bölük sipahisi olarak Sultan İkinci Bâyezîd Hanın seferle­rine katıldı.

Ancak bu sırada karşılaştığı bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yö­nelik plânlarını tamamen değiştirerek baba mesleği olan askerliği bırak­masına ve il­miye sınıfına geçmesine sebeb oldu. Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:

Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Pa­şanın oğlu İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise, vezîrin ve bu kumandanın huzû­runda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâ­sında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni ol­madı. Buna hayret ettim. Arkadaşla­rımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim oldu­ğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi Molla Lütfi´dir." dedi. "Ne kadar maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Ma­kâmı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur " de­dim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar." dedi. Düşün­düm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret eder­sem, şu âlim gibi olu­rum." dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim.

Nitekim İbn-i Kemâl ordu ile Edirne´ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu. Askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne´deki Dârü´l-hadîs´e tâyin edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm etti. Kendisinden Şerhu´l-Metali´ ve haşi­yelerini okudu. Arka­daşları arasında zekâsı, kavrayış kabiliyeti ve yete­neği ile temâyüz etti. Kısa sü­rede ilimde yüksek makamlara kavuştu. Daha sonra Kestelli Muslihiddîn Mus­tafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muârifzâde Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden usûl ve tefsîr dersleri alarak tahsîlini tamamladı.

İlim adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i Kemâl´in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne´de Taşlık Medresesine tâyin etti. Ay­rıca İdris-i Bitli­sî´nin Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı târihine benzer Türkçe bir Os­manlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin akçe ihsân eyledi.

İbn-i Kemâl 1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp´teki İshak Paşa Medre­sesine nakl edildi. Bir yıl kadar sonra Edirne´deki Halebiye Medre­sesine tâyin edildi.

Sultan Selîm Hanın vefâtı, devrin yıkılmaz ve eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.

Yavuz Sultan Selîm´in vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede talebe yetiştirmeye devâm etti. 1526´da Şeyhü­lislâm Zenbilli Ali Efendinin vefâtı üzerine Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi. Şeyhülislâmlık makâmına gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamâ­nındaki birçok âlim bâzı meselelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashîh ve kont­rol maksadıyla ona gönde­rirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültü­rünün en büyük mü­messili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükem­mel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ fayda­larını bilen ve bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ ve­rirdi. Bunun için "Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi. Büyük velîlerin te­vec­cühünü kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede, dâhili ve hâ­rici, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı ki­taplarıyla mücadele etti. İbn-i Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm´i ol­duğu gibi Kânûnî Sultan Sü­leymân´ı da Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevî- lere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâ­dişâhın Şâh Tahmasb´a gön­derdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.

Senûsîlik hareketinin büyük mücâhid lideri olan, İslâm birlik ve kar­deşliği­nin en mükemmel örneğini veren velî Ahmed es-Senûsî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin soyu Peygamber efendimizin to­runu hazret-i Hasan efen­dimize kadar uzanmaktadır. Ceddi Seyyid Muham- med ibni Ali es-Senûsî, Ku­zey Afrika´da İtalyan ve Fransız istilâ hareket- lerine karşı İslâm dünyâsının birlik ve berâberliğini temin maksa­dıyla Senûsîlik tarîkatını kurdu. İlk defâ Derne ci­vârında dağlık bir arâ­zide Zâ- viye-i Beyzâ adını verdiği tekkesini tesîs etti. Mertliği, dînine bağ­lılığı ile kısa zamanda muhitinde geniş ilgi topladı. Her taraf Senûsî tek­keleri ile doldu. Harekete dâhil olanlar öncelikle şahsî ahlâk ve inançları bakı- mından en mükemmel bir seviyeye getirilirdi. Sonra da aynı üs­tün­lüğü etraflarına yaymak üzere faâliyete geçirilirlerdi. Fakat Senûsîlik hare­ketinin hedefi yalnız Kuzey Afrika değil, bütün İslâm dünyâsıydı. Müslü- man milletlerin sosyal, ekonomik ve kültürel seviyelerinde muaz­zam bir inkılâp vü­cuda getirerek İslâm dünyâsını uyandırıp kalkındırmak ve birleştirmek istiyor­lardı.

Seyyid Muhammed 1895 yılında ölünce yerine oğlu Muhammed Mehdî es-Senûsî geçti. Hareket onun zamânında alabildiğine genişledi. Bütün sâha kontrol altına alındı. Kısa zamanda Güney ve Batı Afrika´da milyonla zencinin sistemli bir şekilde müslüman olmasını sağladılar. Ara­bistan´a, Malezya´ya ve hattâ Hin­distan´a tarîkatlarının mümessillerini göndererek İslâm dünyâsı çapında bir uya­nış sağlamaya çalışıldı. Senû- sî tarîkatı âdetâ hakîkî bir devlet hâline geldi.

1902´de ise Muhammed el-Mehdî´nin ölümü üzerine yeğeni Ahmed eş-Şerîf es-Senûsî hazretleri daha büyük bir azimle dâvâyı eline aldı.

Ahmed eş-Şerîf, 1873´te Cağbûb´da doğdu. Babası Muhammed eş-Şerîf´tir. Küçük yaştan îtibâren mükemmel bir tahsîl ve terbiye gördü. Din ilimlerinde âlim oldu. Her türlü silâh kullanmakta mahâret sâhibi idi. Or­duların sevk ve idâ­resinde fevkalâde meziyet sâhibiydi.

Tarîkatin başına geçtikten sonra faâliyetleri hızlandırdı. Her tarafa yayılan ihvanlar (kardeşler) örnek ekonomik organizasyonlara girişerek, müşterek zirâî, sınâî ve ticârî teşebbüsler kurdular. Her yerde okullar açarak örnek bir ahlâkın yenilmez îmânlı fertlerini yetiştirdiler. Senûsîlik tarîkatı 1911´de İtalyanların Trablusgarb´ı ele geçirmek için giriştikleri bü­yük askerî harekâta kadar tamâmen bir kültür hareketi olarak sulhçu metodlarla çalıştı. Ancak Trablusgarb´ın tehdîd altına girmesiyle derhâl burayı müdâfaa mevkıinde bulunan Türk kuvvetlerinin yanında yer aldı­lar. Türk askerlerinin gerilemeye mecbûr olmasından sonra da memle­ketlerini dağlık mıntıkaya çekilerek azimle müdâfaa ettiler. Bu mücâde­lelerde sayıca, düşman kuvvetlerinin çok altında bulunmalarına rağmen cihân târihinin en büyük kahramanlık örneklerini verdiler. Ahmed es-Se- nûsî, bu savaş sırasında ilk defâ, yayımladığı beyannâmeleri, el-Hükû- metü´s-Senûsiyeti´l-Celîle adı ile imzâlamaya başladı. Böylece Senûsiye hareketini ilk kez bir devlet olarak îlân etti.

Birinci Dünyâ Savaşında İtalya müttefikleriyle harbe girince Senûsîler mec­burî olarak onun karşısında yer aldılar. 1915´te Mısır´ı işgâl eden İn­gilizlere karşı giriştikleri harplerde büyük kayıplar verdiler. Ahmed es-Senûsî, Birinci Dünyâ Savaşının sonlarında Sultan Mehmed Reşâd´ın isteği üzerine İstanbul´a geldi. O, son derece bağlı bulunduğu Osman-oğullarına ve Türk milletine, İslâm dünyâsı üzerindeki nüfûz ve îtibâ- rından istifâde ederek faydalı olmak istiyordu. Fakat bir müddet sonra Mondros mütârekesinin imzâlanmasıyla son müstakil İslâm devleti olan Türkiye´nin de Batı emperyalistlerinin taksimine mâruz kal­dığını elem ve dehşetle gördü.

Birinci Dünyâ Savaşında İngilizler, İslâm dünyâsını parçalayıp yut­mak için çok kesif bir câsusluk ve propaganda faâliyetlerine girişmişlerdi. Bu çalışmalar sonucunda Hint müslümanlarının aşırı dostluk ve bağlılık­larına mukâbil Arap dünyâsında bâzı çözülmeler başlamıştı. Birçok Arap liderlerine Osmanlı Devle­tinin yıkılmasıyla kurulacak devletlerden taçlar vâdedilerek ayrılık telkin edil­mekteydi. Sultan Reşâd Han sarsılan İslâm birliğini "hilâfeti hâiz olan Türkler" etrâfında yeniden tesis ve takviye için Şeyh Senûsî hazretlerini huzûruna kabûl etti. Ondan Müslüman Âlemini dolaşarak Hilâfet etrafında bozulan birliği yeni­den kurmasını ricâ etti. Gerçekten de o devirde müslümanların en fazla sözünü dinleyecekleri şahsiyet gâyet haklı bir şöhrete mâlik olan Şeyh Senûsî hazretleri idi. Şeyh hazretleri derhâl muvâfakat ederek Sultana, Türk milletine hizmete ha­zır bulunduğunu bildirdi. Ancak tam İslâm Dünyâsını dolaşmaya çıka­cağı sırada kendisini dâvet eden Sultan Reşâd Han vefât etti. Sultan Vahideddîn´in cülûs merâsiminde bulunmak üzere seyâhat ertelendi.

Osmanlı pâdişâhlarının saltanata çıkışlarında cülûs merâsimi denilen bir me­râsim yapılırdı. Bu merâsimde devrin en kıymetli İslâm âlimi tara­fından Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde yeni pâdişâha umûmi­yetle hazret-i Ömer´in kılıcı kuşatılırdı. Sultan Vahideddîn´in cülûs merâ­siminde ona bu kılıç Şeyh Ahmed es-Senûsî tarafından kuşatıldı. Şeyh hazretleri pâdişâha kılıcı takarken şöyle duâ etti: "Cenâb-ı Hak´tan zât-ı şâhânelerine ömrü tavil (uzun ömür), ecr-i cemîl (sevap) niyâz ederim, efendimiz."

Ancak bu sırada netîceleri îtibâriyle bir felâket olan Mondros mütâre­kesi imzâlanınca, Pâdişâh, Senûsî hazretlerine maiyetiyle birlikte Bur­sa´da oturma­sını irâde etti. Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri daha sonra yine Vahideddîn Hanın isteği üzerine Türk Kurtuluş Savaşında çalışmak üzere Anadolu´ya geçti. Ana­dolu´yu, daha ziyâde doğu ve güney vilâyet­lerimizi bir bir dolaşarak halkı Anka­ra´ya bağlamaya çalıştı. Her gittiği yerde beyazlara sarınmış olarak mahallî kıyâ­fetiyle kürsüye veya min­bere çıkıyor, vâz ve irşâdlarıyla ordumuza gönüllüler kazandırıyordu. Onun her sözü bir nasîhattı. Elinde kılıcı, at üstündeki hali, heybeti, Ana­dolu Türk insanının üzerinde efsânevî tesirler meydana getiriyordu. Onun Kurtuluş Savaşındaki vâz ve nasîhatları, halkı birliğe dâvet edişi yalnız Anadolu´da değil, bütün İslâm dünyâsında derin akisler uyandırdı. Bu maksatla rastladığı gazetecilere Türk milletinin mücâdelesinin meşrûlu­ğunu ve bütün müslümanların kendilerini desteklemelerinin dînen vâcib olduğunu ifâde eden kat´î beyânatlar vermekteydi.

Şeyh Ahmed Senûsî hazretleri, Kurtuluş Savaşının sonlarına doğru, bu ha­reketin kurmayları arasında hilâfete ve halîfeye karşı başgösteren soğukluk üze­rine Anadolu´da daha fazla durmayı uygun bulmadı. Büyük bir üzüntü içerisinde Ankara´dan ayrılarak Arap memleketlerine gitmek üzere yola koyuldu. Giderken söylediği şu sözler onun siyâsî bir dâhi ol­duğunu göstermektedir:

"Bugün İslâm milletleri arasında en kuvvetli ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idâre yönünden en ümit vericisi Türk Milleti´dir. Binâenaleyh, bütün İslâmî ha­rekât ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk Mil­letini bu yakın alâka ve yardıma, dayanışmaya ve bu çok mühim vazîfeye ehil kılan birçok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilâfeti temsil etmiş olması, bütün İslâm âleminin kalbgâhı olan Hare­meyn ve civârının hâdim ve hâmisi ol­mak şerefine sâhip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması, asırlar boyunca İslâm´ın alemdârlığını yapması ve onu, İlâhî bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıdan koruması ve nihâyet hâli hazırdaki tutumun hâlâ ümid verici olması gibi sebepler, bu büyük milleti bugün de İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için, düşünüp çırpındığımız topyekün bir kurtuluşun yegâne kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir.

Türkiye´nin ve İslâm Âleminin kurtuluşu Allahü teâlânın izniyle, ancak Müslüman Türk Milleti sâyesinde mümkün olabilir ve böyle olacaktır."

Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri Türkiye´den ayrıldıktan sonra Şam´a gitti. Yaygın şöhreti ve ziyâretçilerinin çokluğu yüzünden kendi­sinden korkan Fran­sızlar, onu Şam´ı terke zorladılar. Buradan Filistin´e geçti. Orada da İngilizler kendisinden çekinip, endişelendiler. Artan İngiliz baskısı yüzünden Mekke´ye geçti ise de vehhâbî inancında olan İbn-i Suûd´la anlaşamadı. Sonunda Yemen imamlığı ile Suûd krallığı arasında tampon bir devlet olan Asîr´e çekildi. Burada Senûsî şeyhlerinden İdris es-Senûsî´nin torunu olan başka bir İdris es-Senûsî hü­kümdârdı. Ancak Asîr´de lâyık olduğu hüsn-i kabûlü gören Ahmed es-Senûsî, H.1352´de vefâtına kadar burada kaldı.

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rah- metullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Hazret-i Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys kabîlesinden biri elimden tu­tarak;

"Sana bir müjde vereyim mi " dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlar­sın, Resûlullah efendimiz beni İslâma çağırmak için sizin kabîleye gön­dermişti. Onlara İslâmı anlatıp, dâvette bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım." demiştin ve müslüman ol­muştun. Kabîlen arasında tutulan ilim, irfan sâhibi, zekî bir kimse oldu­ğun için, tavsiyen üzerine kabîlenizin men­supları da müslümanlığı kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları, Medîne´ye dö­nünce Resûl aleyhisselâma anlattım. Resûlullah senin için; "Allah´ım! Ahnef´i bağışla!" buyurdu. Bu­nun üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah´ın bu mübârek duâsından daha ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.

Ahnef bin Kays, halîfe hazret-i Ömer´i Medîne´de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte ziyâret etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede abasına sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Haz­ret-i Ömer;

"Senin bir ihtiyâcın yok mu " diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:

"Ey Mü´minlerin Emîri! Evet var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer şehirlerin halkından olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler. Biz ise çorak, rutûbetli, bir tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir yere mekân tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var. Yiyecekle­rimizi ve faydala­nacağımız şeyleri çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir insan, tatlı su alabilmek için iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit ihtiyaçları­mızı karşılamaz ve fakirliğimizi gidermez­sen, yok olup giden kavimler gibi ola­cağız." Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâl­dan, maaş bağladı. Vâli Ebû Mûsâ el-Eş´arî´ye, Basra´ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı.

Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş´arî´ye yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays´ı kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve sözlerine kulak ver." buyur­muştu.

İran imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince, Merv şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyân ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays´a Horasan üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran şehirlerindeki isyânı bastırdı ve Horasan´a yürüdü. Önce Herât´ı fethedip Merv eş-Şehcân´a doğru ilerlerken, Nişâbur´a Mutarrif bin Abdullah ko­mutasında, Serahs´a da Hars bin Hassân komutasında bir birlik gön­derdi. Ahnef bin Kays, Merv eş-Şehcân´a varınca, Yezdicürd, Merv er-Rûz´a kaçtı. Buradan, Türk sultânına ve Çin krallarına mektup yazıp yar­dım istedi. İslâm ordusu Merv er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd Belh´e gitti. Ahnef bin Kays, Merv er-Rûz´u ordu karargâhı yaptı. Kûfeli- lerden meydana gelen bir birliği Belh´e Yezdicürd´ün üzerine gön­derdi. Yezdicürd´ün askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli bir muhâre- be oldu. Yezdicürd´ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef bin Kays, Kûfelilerden meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın izniyle Belh şehrini aldılar. İslâm mücâhidleri Belh´in he­men akabinde Nişâbur ve Toharistân´ı da aldılar.

Ahnef bin Kays, bu fetihleri anlatan bir mektubu hazret-i Ömer´e gönde­rince; "Keşke oraya ordu göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı." buyurdu. Bu sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü´minlerin emîri!" diye sormaktan kendini alamadı. Bu­nun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç defâ yerlerinden da­ğılacaklar, ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecek­tir. Bu musîbet burayı fethettiğimizde, bu­rada bulunacak müslümanlara gelece­ğine, fethedilmeyip buranın müs- lüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb verdi.

Hazret-i Ömer daha sonra, Ahnef bin Kays´a, Ceyhun Nehrini geç­memesini bildiren bir mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hâkâ­nından aldığı yar­dımla geri döndü. (Türkler o asırda henüz müslüman ol- mamışlardı.) Ahnef bin Kays, Yezdicürd´ün aldığı yardım kuvvetiyle üze- rine geldiğini öğrenince, fikir­lerini öğrenmek için, kıyâfetini değiştire­rek, gece askerleri arasında dolaşıp on­ları dinledi. Mücâhidlerden birisi­nin;

Eğer komutanımız bizi dağın eteklerine çekerse, nehir, düşmanla aramızda hendek vazifesi görür. Sırtımızı da dağa dayamış olduğumuz için düşman arka­mızdan da saldıramaz. Biz de düşmanla bir cephede muhârebe yapardık. Uma­rım Allahü teâlâ bize zafer ihsân eder dediğini duydu. Sabahleyin namazdan sonra; "Ey mücâhidler! Biz azız, düşman ise kalabalık. Bu sizi korkutmasın. Nice az bir topluluk, pekçok düşmana Allahü teâlânın izni ile gâlip gelmiştir. Allahü teâlâ sabredenlerle berâ­berdir. Şimdi buradan ayrılın. Sırtınızı dağa ve­rin. Dağ arkanızda, nehir ise bizimle düşman arasında kalsın. Düşmanla tek ta­raftan muhârebe edelim." dedi.

Yirmi bin kadar olan İslâm ordusu bu emri yerine getirdi. Türk asker­lerin­den birisi meydana çıkıp er istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı. Türk süvârisi öldü. Bunun üzerine arkasından sı­rayla iki asker daha çıktı. Ahnef bin Kays bunları da öldürdü. Türkler, o zaman savaş âdeti olarak, üç süvâri çıkıp karşı taraftan üç kişiyle çarpı­şıncaya kadar yerlerinden ayrıl­mazlar, ordu hücûma geçmezdi. Üç süvâ­rileri de öldürülünce, durumu hâkanla­rına bildirdiler. O da bu durum hayra alâmet değil deyip, ordusunu geri çekti.

Türk hâkânını müslümanlarla karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fır­sattan isti­fâde ile, müslümanların elinde bulunan Merv eş-Şehcân´a git­mişti. Orada bulu­nan Hârise bin Nu´mân komutasındaki küçük mücâhid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak ve vakit kazanmak için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcân yakınlarında bir mağarada sakladığı hazînesini çıkartan Yezdicürd, Türk hâkâ­nının yanına dönerken, İranlı­lardan bir kısmı;

"Ne yapmak istiyorsun " diye sordular. O da; "Türk hâkânının yanına gidi­yorum. Oradan da Çin ülkesine gitmeyi düşünüyorum" deyince, on­lar;

"Bu çok kötü bir düşüncedir. Bizimle birlikte müslümanlarla sulh yap. Çünkü onlar dindâr, sözlerine sâdık ve bize yumuşak davranıyorlar. Mu­hakkak ki, bizi memleketimizde böyle insanların idâre etmesi, dinsiz ve vefâsız kimse­lerin memleketine gidip, onların idâresi altında yaşamaktan daha iyidir" dediler. Onların bu tekliflerini reddedince; "O zaman hazîne­lerini bırak. Biz onların yö­netiminde memleketimizde yaşıyalım." dediler.

Yezdicürd bunu da kabûl etmeyince, halk onu azledip, hazînelerine el koy­dular. Yezdicürd de, Türk hâkânının yanına gitti ve Türk illerinde i- kâmet etti. İranlılar hazîneleri Ahnef bin Kays´a getirip teslim ettiler. O- nunla andlaşma yaptılar. Kendi ülkelerinde mallarına sâhib olarak müslü- manların idâresinde, kisrâlar döneminden daha rahat bir şekilde yaşadı- lar.

Ahnef bin Kays tarafından gönderilen fetih haberi ve ganîmetler haz­ret-i Ömer´e ulaştığında, müminleri câmide toplayıp, gelen mektubu her­kesin huzû­runda okuttu. Sonra, şu hutbeyi îrâd etti:

"Allahü teâlâ Kur´ân-ı kerîmde Resûlünü hak din ile gönderdiğini, O´na tâbi olanların dünyâ ve âhiret hayırlarına kavuşacaklarını vâd etti ve meâlen şöyle buyurdu: "O Allahü teâlâ peygamberini, müşrikler iste­mese de bütün dinlere gâlip kılmak için, hidâyetle (Kur´ân-ı kerîmle) ve hak dinle (İslâmiyet´le) gön­derdi."(Tevbe sûresi: 33). Bu vâdini yerine getiren ve İslâm ordusunu muzaffer kılan Allahü teâlâya hamdolsun. Şunu iyi bilin ki, mecûsî devleti yıkılmış, mahvolmuştur. Artık onlar müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa bile sâhip değillerdir. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sizin nasıl hareket edeceğinizi görmek, sizi imtihân etmek için onların mallarını, mülklerini ve halkını sizin emrinize vermiştir. Allahü teâlâ vâdini yerine getirir. Sakın hâlinizi değiştirme­yin. Yoksa Allahü teâ- lâ sizin yerinize başkalarını getirir. Şüphesiz ben bu üm­met hakkında, arasında çıkacak fitneden korkarım."

Hazret-i Ömer´in şehâdetinden sonra, mecûsîler, Yezdicürd´ün kış­kırtma­sıyla yaptıkları andlaşmayı bozdular. Hazret-i Osman bunun üze­rine, Horasan bölgesine İbn-i Âmir komutasında bir ordu gönderdi. İbn-i Âmir, bölgeyi tanı­dığı için Ahnef bin Kays´ı öncü birliklerin komutanı yaptı. İslâm ordusu kısa zamanda isyânı bastırdı ve fethedilmeyen diğer yerleri de ele geçirdi.

Yezdicürd, Ahnef bin Kays hazretlerine mağlûb olup, hâkanla Türk ülkesine geri dönerken, Çin hükümdârına bir elçi gönderdi. Elçi, mektû­bunu ve hediyele­rini Çin hükümdârına sundu. Çin hükümdârı elçiye;

"Hükümdârların birbirlerine yardımda bulunması karşılıklı vazifeleri­dir. Ancak sen bana, sizi memleketinizden çıkaran kimselerin ahvâlini anlat. Görü­yorum ki, sen sayı bakımından onların az, sizin ise çok oldu­ğunuzu söylüyor­sun. Az olmalarına rağmen size gâlip gelmeleri, onlarda, sizde bulunmayan bir takım iyi hasletlerin bulunduğunu göstermektedir." deyince, elçi;

"Siz onlar hakkında soracağınız şeyleri sorun, ben de cevap vere­yim." dedi. İmparator;

"Bu insanlar ahde vefâ gösteriyorlar mı " diye sorunca, elçi;

"Evet" cevâbını verdi. "Sizinle savaşmadan önce, size ne teklif edi­yorlar " diye sorduğunda;

"Bizi şu üç şeyden birisine dâvet edip, istediğimizi kabûl etmekte ser­best bı­rakıyorlar. Ya dinlerini kabûl etmek, ya cizye vermek veya savaşa râzı olmak." dedi. İmparator yine;

"Onların komutanlarına itâatleri nasıldır " diye sorduğunda;

"Onlar komutanlarına son derece itâat ederler ve bağlılık gösterirler." diye cevap verdi. "Onlar neyi haram, neyi helâl kılıyorlar Kendilerine helâl edileni haram, haram edileni de helâl kılıyorlar mı " diye sordu. Elçi;

"Hayır" cevâbını verince, imparator;

"İşte bu insanlar, kendilerine haram kılınanı helâl, helâl kılınanı da haram kılmadıkça hiç bir şey onları mağlûb edemez." dedikten sonra, Yezdicürd´e şu mektubu yazdı:

"Şâyet elçinden bâzı bilgiler öğrenmemiş olsaydım, sana Merv´den Çin´e kadar uzanan bir ordu gönderirdim. Fakat elçinin anlattığı bu ka­vim, bu halle­riyle dağlar üzerine hücûm etseler, dağları devirirler. Onlar­daki îmân gücünü kimse yenemez. Eğer benim üzerime gelseler, beni de yok ederler. Sana tavsi­yem, onlarla sulh yapman ve ülkende kalman, ke­sinlikle onları tahrik etmemen­dir."

Akbıyık Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) İkinci Murâd Han ve Fâtih Sul­tan Mehmed devrinde yaşayan büyük velîlerden olup, Asıl adı Ahmed Şemseddîn´dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin sohbetinde yetişti. Onun feyz ve bereketi ile kemâle erişti. Kalblere şifâ olan sözleri ile ileri dere- celere ka­vuştu.

Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer ta­raftan İkinci Murâd Han´ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı gi­riştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli´deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.

Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tara­fından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu pa­rayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapama­yacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az za­man içinde, hocasının soh­betinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bay­ram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mah­zurlarından bahsederek Akbıyık Sultan´a;

"Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan iş­lerle meşgul ol."

Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;

"Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünyâ, âhiretin tarlasıdır." buyuru­yor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi "

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;

"Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur." buyurdu.

Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince se­bebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.

Akbıyık Sultan´ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayı­lamaya­cak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kap­tırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fu­karâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bur­sa´da büyük bir imâret yaptıra­rak gelen geçen yoksullara ikramlarda bu­lundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.

Ve nihâyet... Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üze­rinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretle­rinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.

Bu arada dînine hizmet etmek, İslâmiyeti küffâr diyârına duyurmak aşkı Akbıyık Sultan´da hiç sönmeden için için gittikçe alevlendi. 1444´te Varna´da haçlı sürüleri perişan edilirken o, mânevî liderlerin en önün­deydi.

Nisan 1453... Osmanlı ordusu son defâ İstanbul önlerinde göründü. Pey­gamber efendimizin fetih müjdesi gerçekleşmek üzeredir. Molla Hüs- rev, Molla Gürânî, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi gönül erenleri or- dunun en önün­deler. Akbıyık Sultan, Akşemseddîn hazretleri ile berâ­ber Fâtih Sultan Mehmed Han´ın yanında bulunuyor ve devamlı askeri teşcî´ edip coşturuyor, duâ ve söz­leri ile onları gayrete getiriyordu.

İstanbul´un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşem- seddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç pâdişâh Sultan Mehmed, İs- tanbul´un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre doğru hare­ket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunma­sını istedi. Bu dâvet üze­rine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Yine orduya ka­tılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul´un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mu- kaddes bir gâye kabûl edil­diğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle bir- likte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyor­lardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet adamla­rını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı ordusunun Bizans´ın im- dâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olum­suz propagandalara karşı orduda pâdi­şâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü var- dı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî´nin; "İstanbul´un fethini şu çocukla bizim köse görür­ler!" sözünü bili­yor ve tahakkuk edeceğine kalp- ten inanıyordu.

Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa´dan asker ve erzak geti­ren ge­miler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre gir­meye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslü­manlar üzüntülü idi. Pâdi­şâha gelen bâzı devlet adamları;

"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bü­tün ha­zîneyi tükettin. İşte Frengistan´dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kal­madı." dediler.

Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn´e göndererek;

"Şeyhe sor, kal´a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mı­dır " dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:

"Ümmet-i Muhammed´den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."

Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Pa­şayı tekrar Akşemseddîn´e gönderip;

"Vaktini tâyin etsin." dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldı­rarak;

"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniy- ye´nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gön- derdi. Mektubunda;

"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göster­mekte kusur etmemelidir. Resûlullah´ın ve Eshâbının sünneti budur." di­yordu.

Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul´un fethi hak­kında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması hu- sûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.

Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn´- den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn;

"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle." buyurdu. Sonra çadırına giren Ak- şemseddîn haz­retleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve ka­pılarını iyice kapattırdı.

Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, eren­ler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akı­yorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn´in yanında olma­sını arzuladı ve ha­ber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn´in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir de­lik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşem- seddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, ba­şından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bı­rak­mıştı. Bu hâ- li ile İstanbul´un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yal­varıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, ho­cası Akşem- seddîn´in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böy- lece İstanbul´un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçek- leşti.

Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul´a girdikten sonra, İslâmiyet´in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Bu- na uygun hare­ket edilmesini bildirdi.

İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı´dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya´ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyi­şin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunu­yordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn´i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyor­lardı. Akşemseddîn´in, genç pâdişâhı göstererek;

"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;

Sultan Mehmed de;

"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim ho­camdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.

Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul´a girdikten sonra, hocası Akşem- seddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bula­madılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O za­mandan beri bu yere, onun ismine izâfeten "Akşem- seddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya´ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya´yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı´nda bir zafer alayı tertiplen­mişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir ko­nuşma yaptı. Bu konuşmasında;

"Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Pey­gamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâ- allah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstan- bul içinde hayr-ü-hase­nâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu.

Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal ablak sorguç ta­kıp; "Pâ­dişâhım, bütün Âl-i Osman´ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.

Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul´un fethedileceği zamânı nasıl bildin " diye sorulunca, şöyle cevap verdi;

"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul´un fetih vaktini çı­kar­mıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır´ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn´e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ah- med´den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;

"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim Himmetini iste­dim Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi " diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;

"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönder­diğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" de­diği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöh­retten kaçıp, kendisini gizle­yerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.

Halvetiyye tarîkatı şeyhlerinden Ali Dede Bosnevî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) Bosna´nın Mostar kasabasında doğdu. Küçük yaşta din ve fen ilimlerinin tahsîline başladı. Kısa sürede ilerleyerek bu ilimlerde ke­mâl dereceye ulaştı. Ancak bu ilim kâfi gelmemişti. Bu sebeple İstanbul´a geldi. Devrin ulemâsından dersler aldı, ilmini ilerletti. Öğrendikçe ilâhî aşkı artıyordu. Nihâyet hocalarının tavsiyesi ile Bosnalı Bâlî Efendinin halîfesi Nûreddînzâde´ye bağlandı. Uzun sene hizmetinde bulundu. Nef­sinin isteklerine sırt çevirdi ve tasavvuf mertebele­rinde ilerledi. Sonra ho­casının izni ile hac vazîfesini yaptı ve Ravda-i mutahherayı ziyâret etti.

Ali Dede Bosnevî hazretleri 1566´da Sigetvar seferine katıldı. Bu se­fer Kâ­nûnî Sultan Süleymân´ın son seferi oldu. Pâdişâh çok hasta idi ve kalenin günler süren kuşatmasına rağmen düşürülememesine çok üzü­lüyordu. Nitekim vefâtın­dan bir gün önce Sokullu Mehmed Paşaya gön­derdiği hatt-ı hümâyûnda; "Şu ocağı yanası dahi alınmaz mı " demişti. Ertesi gün Ali Dede Bosnevî´nin, askeri duâlarla teşyî edip cesâretlen­dirmesi ile kale zabtedildi. Bu sırada Kânûnî de ve­fât etmişti.

Sigetvar Kalesi civârında Kânûnî Sultan Süleymân Han için bir türbe inşâ edildi. Ali Dede Bosnevî hazretleri de türbedârlığa getirildi. Türbenin yanına bir de zâviye yaptıran Ali Dede, böylece Osmanlı Devletinin bu serhat boyunda İslâmı yaymaya, dînin emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. Bundan sonra "Türbe Şeyhi" ünvânıyla tanındı. Sohbet halkası kısa sürede genişledi. Yaşayı­şını, davranışlarını, iyi hallerini, cömertliğini kısaca tam uygulamaya çalıştığı Resûlullah efendimizin ahlâkını gören gayr-i müslimler seve seve müslüman oluyorlardı. Sohbet ve derslerinde hep İslâmiyete uyulması, dînin emirlerinin yerine getirilip yasaklarından kaçınılması üzerinde konuşurdu.

1597 senesinde Serdar-ı ekrem Satırcı Mehmed Paşanın dâveti üze­rine Varat Seferine katıldı. Avusturya ordusuna karşı askeri teşyî ederek zaferin ka­zanılmasını sağladı. Sefer dönüşü H.1007 de Sigetvar Kalesi yakınlarında ikindi namazını edâ ederlerken dördüncü rekatta Hakk´ın rahmetine kavuştu. Sigetvar´daki makâmına defnedildi.

Serhad evliyâsının büyüklerinden olan Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Rumeli´nde gâzîler arasında meşhûr olup, onların mânevî desteği oldu. Ali Efendi, genç yaşında aklî ve naklî ilimlerde ilerleyip, vakitlerini ibâdet ve Kur´ân-ı kerîm okumakla kıymetlendirmişti. Peygamber efen­dimizin bildirdikle­rine tâbi olmakta ısrarlı olunca, güzel ahlâkta üstün oldu. Birgün Kur´ân-ı kerîmi hatmederken;

"Bu hatm-i şerîfi Resûlullah efendimizin rûhu için okuyacağım." diye niyet eyledi. Hatmi bitirince, Resûlullah efendimizi rüyâsında görmekle şereflendi. Kendisine Allah yolunda ilerleyeceği, yüksek makamlara ka­vuşacağı bildirildi. Mübârek bir zâta talebe olacağı, ondan çok istifâde edeceği işâret edilip, bâzı alâmetleri gösterildi. Serhat boylarında, Allahü teâlânın rızâsı, insanların huzur ve saâdeti için çarpışan Osmanlı akın- cılarının arasına karışıp yıllarca cihâd etti. Rüyâsında işâret edilen Mah- mûd ismindeki Allah dostu bir velîden ilim ve feyz alıp kemâle geldi. Halkın arasına karışıp, müezzinlik, imâmlık, hatîplik gibi hizmetlerde bu­lundu. Halk arasında Hak´la beraber olup, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak ilim ve feyz saçtı. Kendini halktan bir kimse gibi gösterip, gösteriş ve riyâdan uzak bir hayat yaşadı. Hasan Paşa ku­man­dasındaki Osmanlı askerlerinin, Seçen Kalesi civârında yaptıkları sa­vaşta, onların arasındaydı. Bulunduğu savaşlarda onun varlığı askerin mâneviyâtını yükseltirdi. Sık sık akıncı birlikleri arasına karışır, onlara, insanlara iyi davran­maları ve her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaları husûsunda nasîhatlerde bulunurdu.

İşi, fikri ve zikri hep Allahü teâlânın rızâsı olan Ali Efendi, bâzı serhad ka­sabalarını ziyâret edip, bir kısmında uzun zaman ikâmet etti. İki defâ hacca gitti. Şam´da, Çelebi Halîfe talebelerinden Üveys Efendinin yo­lunda olan Abdülkerîm Efendi ve kardeşi Muhammed Çelebi ile görüşüp sohbet etti. Üveysiyye yoluna dâhil oldu. Tekrar serhad boyuna döndü. Çok sıkıntılar çekti. Yirmiden fazla çocuğu vardı. Evlâdının hepsi vefât etti. Kalbi merhametinden kan ağlarken, gö­zünden bir damla yaş akıt­madı. Bu, Allahü teâlânın emrine râzı olmanın bir ifâ­desi idi. Veren de, alan da O idi. Çocuklarından Ömer ve Hasan Çelebiler, ilimde icâzet al­dıktan sonra vefât etmişlerdi. Baba kalbi bu işe daha fazla daya­namadı. Vücûdu günden güne eridi. Yatağa düştü. O sırada Sultan Üçüncü Meh- med Han, Eğri seferine çıkmıştı. Askerin bâzısı firâr etmiş, Osmanlı ordusu zor duruma düşmüştü. Ordunun yenildiği haberi, Molla Ali Efen­dinin kulağına kadar gelmişti. Haber kendisine gelince bir mikdâr durak­layan Ali Efendi; "Ha­yır haber doğru değildir!" dedi. Çok geçmeden ordu­nun muzaffer olduğu haberi geldi.

Molla Ali Efendi, çok cömert bir kimse idi. Kudretine göre gariblere ve yol­culara ziyâfet ve ikrâmlarda bulunurdu. Altmıştan fazla Kur´ân-ı kerîm yaz­makla şereflendi. Kur´ân-ı kerîm okumakta, Allahü teâlânın ismini zi­kir ve te­fekkürde devamlı idi. Söylediği söz, okuduğu duâ tesirini hemen gösterirdi.

Ali Gav Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) on birinci asırda yaşamış gâzi ve mücâhid şeyhlerdendir. Türkler, on birinci asrın başlarından îtibâ­ren Anadolu´ya yoğun bir şekilde akınlar yapmaya başlamışlardı. Bu akınlar Malazgirt Zaferinin ön hazırlıkları mâhiyetinde idi. Mücâhid gâziler ve şeyhler önderliğinde hare­kete geçen Selçuklu Türkleri, gönül verdik­leri İslâm dînini yaymağa ve çoğalan nüfûsa yeni yerleşim yerleri ara­maya çalışıyorlardı. Bilhassa Afşin Bey idâre­sindeki Türklerin yiğitlik, alplik, mertlik, cesâret ve muhâripliğinin yanısıra, İslâmın cihâd rûhu ve emri ile hareket etmeleri, Rumları müthiş bir bozguna uğ­rattı.

Bu cihat hareketi esnâsında Afşin Beyin kuvvetleri arasında dikkati çeken bir kişi vardı; Derviş Ali. Bu zât, Afşin Bey kumandası altındaki kuvvetlerin mânevî komutanı ve fetihlerin mânevî fâtihidir. Hiç bir ânını boşa geçirmek is­temez, her nefesini, Allahü teâlânın dînini yaymak için sarfederdi. Gâzileri de­vamlı cihâd etmeğe ve İslâmiyeti yaymağa teşvik ederdi. Fırsat buldukça da İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmekle meşgûl olurdu.

Gönülleri cihâd aşkı ile tutuşan gâziler, Gaziantep, Haleb ve Antakya bölge­sinde uğramadık yer bırakmadılar. Nihâyet 1068 yılında Konya ku­şatma altına alındı. Günlerce süren muhâsaraya rağmen şehir, bir türlü düşürülemedi. Ordu komutanı şehri kuşatan duvarları savaş yoluyla aşamayacağını anlayınca, harp meclisini toplayarak ne yapılması gerek­tiğini sordu. Bu gibi durumlarda gâzi şeyhlerin sözlerine çok îtibâr edilirdi. Meclistekiler, Şeyh Ali´ye bakarak onun konuşmasını beklediler. Şeyh Ali kısa bir murâkabeye, düşünceye daldıktan sonra;

"Ordumuz kuşatmayı kaldırıyormuş gibi geri çekilsin ve gizlenelim, sonra gizlice kaleye girmenin çâresini araştırırız." dedi. Bu teklif, emirler tarafından beğenildi. Selçuklu kuvvetleri dağınık bir şekilde çekilmeye başladılar.

Selçukluların çevreden tamâmiyle uzaklaştıklarını gören ve günlerce süren muhasaraya rağmen teslim olmadan kuşatmayı atlatmanın sevin­cine kapılan şe­hir halkı, birkaç gün sonra normal yaşantılarına başladı. Kapılar açıldı. Çarşı ve pazarda faâliyetler normal seyrine döndü.

Halk şehir içinde olduğu gibi, şehir dışında da bağ, bahçe ve yaylak işleriyle uğraşmağa başlamıştı. Bir gece şehre dönmeye başlayan sığır sürülerinin arasına bir öküz postuna bürünmüş bulunan Şeyh Ali de ka­rıştı ve böylece kimseye belli etmeden şehre girmeye muvaffak oldu. Şehirde, akşam karanlığında kimseye görünmemeyi başararak bir yere gizlendi. Herkesin yorgunluktan derin uykuya daldığı bir saatte yavaşça gidip, şehri kuşatan duvarların kapısını açtı ve o gece yakınlara kadar gelerek bekleşen askerlere kararlaştırdıkları işâreti verdi. Şeyh Ali´nin her türlü tehlikeyi göze alarak açmayı başardığı kapıdan şehre akan as­ker­ler, nöbetçileri de tesirsiz hâle getirdikten sonra şehre hâkim olmakta ge­cik­mediler.

İşte şehrin ele geçirilmesi sırasında bu gâzi şeyhe, öküz postuna bü­rünme­sinden dolayı Ali Gav Sultan denildi. Gav, Farsçada öküz demek­tir.

Ali Rızâ Acara (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kurtuluş savaşının mücâ- hid gâ­zilerindendir. Kars, Ardahan ve Batum 1878´de Rusların eline geçmişti. Bu yıl­larda başlayan hürriyet ve istiklâl mücâdelesinde Ali Rızâ Acara da yerini aldı. Rus ve İngilizlere karşı Batum´da Türklük ve müslü- manlığı kurtarmak üzere gi­rişilen zor, çetin ve amansız mücâdele 1918´- de Brest-Litovsk Antlaşması ile he­define ulaştı. Bu antlaşma ile Ev­liye-i Selase de denilen Kars, Ardahan ve Batum anavatana kavuştu.

Sultan Vahideddîn Han bu münâsebetle Elviye-i Selâseden bir heyeti İstan­bul´a dâvet etti. Bunun üzerine Temur Paşa başkanlığında bir heyet İstanbul´a geldi. Bu sırada Ali Rızâ Acara İstanbul´da bulunuyor ve Mek- teb-i Kuzâtta oku­yordu. Yıldız´da pâdişâhın verdiği yemeğe katıldı. Ali Rızâ Acara bizzat şâhid olduğu bu vakayı şöyle nakletmektedir:

"Yemekte Vahideddîn Han, Temur Paşa´ya ve diğer heyet âzâlarına pekçok iltifat gösterdi. Yemekten önce ise şu konuşmayı yaptı: Bir baba düşününüz ki, evlatlarını kaybetmiştir. Kırk yıl onların yokluklarının ıstıra­bıyla yaşadıktan sonra birgün evine dönünce onları çıkıp gelmiş ve ye­mek masası etrâfında top­lanmış bir halde görse, nasıl heyecan ve sevinç duyar, tasavvur edebilir misiniz İşte ben o sevinç ve heyecan içinde­yim."

Temur Paşa, İstanbul´da bulunduğu müddetçe kendisine her türlü resmî iş­lerde rehberlik eden Ali Rızâ Efendinin hizmetlerinden son de­rece memnun ol­duğu için Batum´a döndüğünde onu her tarafta medh ü senâ etmiş ve îtibârını yükseltmiştir.

Ali Rızâ Acara, Mekteb-i Kuzâttan mezûn olunca Batum´a geldi. Da- ha önce Temur Paşanın onun hakkında yaptığı medh ü senâsı sebe­biyle muazzam bir ilti­fât ve alâka gördü. Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmetinin ku- rucusu müteşebbisleri arasında yer aldı. 1915-17 yılları arasında düşma- na ve komitacılara karşı hare­keti bizzât idâre etti. Ta­mamen mahallî "A- cara" elbisesi giydirilmiş bulunan milis askerleriyle karşılarındaki on sekiz komiteye karşı parlak zaferler kazandı. Yapılan savaşlarda sekiz bin esir ile pekçok silâh ve malzeme ele geçirdiler. Kâ­zım Karabekir Paşa ile yaptığı yazışmalar sonunda esirleri serbest bı­raktı. Mal­zeme ve silâhları ise kendisine verilmek üzere Hopa´ya gön­derdi.

Ancak bu sırada artan İngiliz baskı ve sıkıştırması üzerine Ali Rızâ Efendi Batum´dan çıkmaya mecbûr oldu. Esâsen bu sırada Birinci Büyük Millet Mecli­sine Batum Mebusu olarak seçildiğinden Ankara´ya da çağı­rılmaktaydı. Fakat Batum´daki mücâdele dolayısıyla Meclise dört ay geç iltihâk edebildi. Gelirken Trabzon´a uğrayarak Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Barutçuzâde Ahmed ve ulemâdan İbrâhim Cûdî Efendilerle görü­şüp konuştu. Câmilerde halka vâzlar vererek, onları millî mücâdeleye ve birliğe teşvik etti.

Ali Rızâ Efendi, bundan sonra "Deli" nâmıyla bilinen Hâlid Paşanın kuv­vetleri içinde gerek silahı ve gerekse hitâbeti ile emsalsiz ve unutul­maz hizmet­lerde bulundu. Yalova´dan Kars´a kadar "Tekâlif-i harbiye" için dolaşıp şehir şe­hir, câmi câmi vâz ve konferanslarla halkın Kurtuluş Savaşına teşviki istikâme­tinde azim ve sebatla çalıştı.

Cephede bulunduğu bir sırada İkdâm Gazetesi´nin muhâbiri ile yap­tığı mü­lâkat, onun cenâb-ı Hakk´ın lütfu ihsânıyla tahakkuk edecek za­fere ümit ve inancını belirtmektedir. Muhâbir; "İleriyi nasıl görüyorsu­nuz "

"Çok iyi olacak."

"İngilizler İstanbul´dan giderler mi "

"Mecburen."

"Pek güç, bak Mısır´dan gitmediler."

"Mısır´ın arkası Sudan, İstanbul´un arkası ise Anadolu´dur. Anadolu´­daki azim ve îmân, İngiliz´i İstanbul´dan kovacak bir kudrete sâhiptir."

"Bunu nasıl anlıyorsunuz "

"Bu bir histir, böyle şeyler aklî hesaplara uymaz. Bu millet i´lâ-yı ke­lîmetullah dâvâsına bin yıl fedâkarâne hizmet etmiş büyük ve emsalsiz zafer­ler kazanmıştır. Biz de o şehid ve gâzilerin evlâdlarıyız. Cenâb-ı Hak bizi onların hizmetleri hürmetine yardımından mahrûm etmeyecektir. Benimle birlikte bütün Anadolu halkı, bu inancı taşımaktadır. İnanıyoruz, o hâlde zafer bizimdir."

Bu ümit ve cesâretle çarpışarak Kurtuluş Savaşının âbidevî şahsi­yetleri ara­sında yerini alan Ali Rızâ Acara Efendi, savaş sonunda vatanı Batum´un Ruslara terkedildiğini esef ve üzüntü ile gördü. Savaş mey­danlarının bu namlı mücâhidi, Cumhuriyet´in îlânından sonra kendini ta­mâmen tâat ve ibâdete verdi. 1969 yı­lında Ankara´da Rahmet-i Rah­mâ- na kavuştu.

İznik´le Mekece arasındaki bir mevkide Hâlid Paşa kuvvetleri yeni bir sa­vaşa girmenin hazırlığı içinde bulunuyor. Bütün efrâd hazır vaziyette durmakta­dır. Yoklama yapıldıktan sonra heybetli, siyah sakallı, ilim ve fazîlet sembolü, sarığıyla kır bir atın üzerinde Ali Rızâ Acara Efendi mey- dana çıktı. Efrâdı bir baştan bir başa at üstünde dolaştıktan sonra orta yerde durdu. Gür sesi ile ruh­lara rahatlık, heybet ve heyecan veren şu konuşmayı yaptı:

"Askerler! Kardeşlerim! Mübârek dînimizin ana şartlarından biri de hacdır. Hacılar hac maksadıyla mübârek Kâbeye gittikleri zaman orada "Hacerü´l-Esvede" yüzlerini, gözlerini sürmek sûretiyle onu öperler. Çün- kü Hacerü´l-Esved cenâb-ı Rabbülâlemin tarafından Cennet´ten gön­derilmiş mübârek bir taştır. Siz de bugün öyle şerefli bir mücâdele ve hizmet üzerindesiniz ki, cenâb-ı Hakk´ın yardımıyla muvaffak olup, zafer müyesser olunca, bütün millet, ihtiyar analarımız, güngörmüş babaları­mız, genç kızlar, çocuklar, hâsılı bütün arkada bıraktıklarımız Hacerü´l-Esvedi öpen hacıların heyecan ve iştiyakiyle sizi sarılıp öpecek ve bağ­rına basacaktır. Siz bu mücâdelede ölürseniz "şehîd", kalırsanız "gâzi" olmak sûretiyle Cennet-i âlâdan gönderilmiş bulunan Hacerü´l-Esved gibi bu mazlûm milletin mukaddesâtına dâhil olacaksınız. Cenâb-ı Hak, nurlu ve açık alınlarınız gibi bahtınızı da açık eylesin ve yarın rûz-ı mahşerde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm efendimizin iltifât ve şefâatlerine mazhar kılacak zaferi lütfu ihsân buyursun. Sizleri, İslâm´ın bin yıllık va­tanı olan bu topraklarda ezan seslerini devâm ettirecek bu savaşın gâli­biyetiyle şereflendirsin."

Ali Rızâ Acara Efendinin böylece devâm eden heyecanlı vâzı so­nunda er­lerden yedi kişi aşırı heyecan sebebiyle bayıldı. Bundan sonra başlayan taar­ruzda erler, kükremiş arslanlar gibi düşmana saldırdılar. Ali Rızâ Efendi de elinde silâhla askerin arasında idi. Cenâb-ı Hakk´ın yar­dımı ile düşman püskür­tüldü.

Nakşibendî büyüklerinden Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi te- âlâ aleyh) Erzurum´un Hasankale ilçesine bağlı Kındığı köyünde doğdu. Babası Hâce Hüseyin Efendi, annesi, Seyyide Hadîce Hanımdır. 1890 yılında babasıyla Bitlis´e giderek Muhammed Küfrevî hazretlerine talebe oldu. Her gün iki saat hocasının sohbetinde bulunurdu.

Efe hazretleri anlatır: Bir gün sohbetten sonra hazret-i Pir dışarıya çıkmış­lardı. Ben de kendimde olmaksızın kapıya yöneldim. Odadan dı­şarı çıktığımda hazret-i Pir´i bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, di­ğer kolunda Şeyh Abdülbâkî hazretleri olduğu halde sofada ayakta bek­ler gördüm. Elleriyle yak­laşmamı emrettiler. Yanına vardığımda mübârek ellerini şakaklarıma koyup öyle bir nazar ettiler ki, başım Arşa değdi san­dım."

Muhammed Lütfi Efendi, bu nazarla bilinmeyen, anlaşılmayan dere­celere kavuştu. Ertesi sabah Pîr-i Küfrevî hazretleri kendisini halîfe seçti­ğini ve halkı irşâda memur ettiğini bildirdi. Böylece icâzetini (diploma) al­dıktan sonra bir müddet daha Sivaslı Câmiinde göreve devâm etti.

Sonra tâyini Erzurum´un Dinarkom köyüne çıktı. Burada iken 1916´da Rus­ların doğuda Van, Muş ve Bitlis´i ele geçirmeleri üzerine Erzurum´a geldi. Rus istilâsının devâm etmesi ile Tercan´ın Yavi Köyüne gitti. Bu­rada bir taraftan imâmlık yaparken diğer taraftan gönlüne girdiği herkesi Rus zâlimlerine karşı silahlandırdı.

1917´de Rusya´da bolşevik ihtilâlinin vukû bulmasından sonra Ruslar, Os­manlı topraklarından çekilirken silahlarını Ermenilere vererek onları mâsum ve savunmasız Türkler üzerine kışkırttılar. Ermenilerin hedefi, Doğu Anadolu´yu da içine alan büyük Ermenistan devletini kurmaktı. Bu­nun için Türk ve Müslü­man olan halkın bölgeyi terketmesini istiyorlardı. Bu gâyeleri tahakkuk ettirmek üzere görülmemiş bir kıyım ve imhâ hare­ketine başladılar. Beşikteki bebeklere ve yatalak hastalara varıncaya ka­dar öldürdüler. Bâzılarını câmi, ev ve ahırlara toplayarak sonra ateşe verdiler. Bu mezâlim, doğudan batıya doğru büyük bir göç dalgasının başlamasına sebep oldu.

Ermenilerin bu insanlık dışı fiillerine karşı, Muhammed Lütfî Efendi, Yavi ve komşu köylerden topladığı altmış kişilik bir müfrezeyle harekete geçti. Önce Oyuklu köyü yakınında Rusların karargâh deposu olan ve Ermenilerin elinde bulunan bir silah deposunu bastı. Bu silah ve malze­meleri Haydari Boğazı´ndaki Zergide köyünde bulunan Türk ordusuna ulaştırdı. 12 Mart 1918´de Türk ordusu ile birlikte Erzurum´a girdi. Ancak aynı gün babası Hâce Hüseyin Efendi şehîd düştü.

Doğu´nun Ermeni mezâliminden kurtarılmasından sonra tekrar Ha- sankale´ye döndü. Kendisine Hasankale müftülüğü teklif edildi ise de kabûl etmedi. Bu sı­rada Alvar köyü insanlarının ısrarlı istekleri üzerine oraya yerleşti. Bundan sonra halk arasında "Alvar İmâmı" ve "Efe haz­retleri" ünvanıyla tanındı. Bir Nakşibendî-Hâlidî şeyhi olarak 1939´a ka­dar bu köyde, bu târihten sonra da Er­zurum´da halkı irşâd ile meşgûl oldu. 1947, 1949 ve 1950 yıllarında olmak üzere üç defâ hacca gitti. 12 Mart 1956´da vefât etti. Cenâzesi Alvar köyüne götürüle­rek oraya defne­dildi.

Tâbiîn devrinin mücâhid velîlerinden olan, Amr bin Utbe (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri, şüpheli olmak korkusu ile mubah şeylerin ço- ğundan sa­kınır dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak du­rur, zühd hayâtı yaşardı. De­vamlı gazâlara katılır, cenâb-ı Hak´tan şehîdlik rütbesi isterdi. O; "Rabbimden üç şey istedim. Birincisi dünyâya rağbet etmeye- yim. Dünyâlıktan elde ettiğime de elde edemediğime de önem vermeye- yim. İkincisi, Allahü teâlâ çok namaz kılmayı nasîb etsin. Üçüncüsü, şe- hîdlik rütbesine kavuşayım. Allahü teâlâ bana ilk iki isteğimi nasip etti. Üçüncüsünü bekliyorum. İnşâallah ona da kavuşu­rum." demiş ve her ü- çüne de kavuşmuştur.

Amr bin Utbe, bir gün dört bin dirhem vererek çok soylu bir at satın aldı. Tanıdıkları; "Bu ata bu kadar para verilir mi " dediler. Bunun üze­rine onlara; "Bu atın, Allahü teâlânın yolunda attığı her bir adım, benim gözümde dört bin dirhemden daha kıymetlidir." cevâbını verdi.

Amr bin Utbe hazretlerini, kölesi şöyle anlatır:

"Amr bin Utbe bir gazâya çıkmıştı. Bir nöbet esnâsında namaza durdu. Bu sırada bir arslan kükremesi işitildi. Herkes telâşa kapılıp, sağa sola kaçmaya başladı. Amr bin Utbe, kendinden geçmiş bir vaziyette namazına devâm etti. Arslan, etrâfında dolaşıp bir şey yapmadı. Sonra arkadaşları; "Arslandan kork­madın mı " dediler. O; "Allahü teâlânın dı­şında başka bir şeyden korkmaktan Allahü teâlâya karşı hayâ eder, uta­nırım." diye cevap verdi.

Amr bin Utbe hazretleri, babasının kumandasında katıldığı bir ga­zâda beyaz bir elbise çıkarıp onu giydi ve; "Kanımın bunun üzerine ak­masını istiyorum." dedi. Daha sonra harb başladı. Mâseyzân denilen mevkide yapılan bu şiddetli muhârebede atılan iri bir taş ile yaralandı ve sonra vefât etti. Böylece uzun za­mandır arzu ettiği şehîdlik makâmına kavuştu. Şehîd olduğu yere giydiği elbise ile defnedildi.

Arab Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Harput velîlerinden olup ismi Yûsuf, babasının ise Arabşah´tır. Arab Baba, Harput´un fethi için gelen Sel­çuklu kumandanlarından olup, aynı zamanda büyük bir ve­lîdir.

İslâmiyeti yaymak için bâzan kılıç kullanan Arab Baba çoğu zaman insan­lara doğru yolu göstermek için vâz ve nasîhatlerde bulundu. Sık sık "Kılıçla geldim kalemle gideceğim!" buyururdu. Vefât târihi belli değildir.

Arab Baba´nın türbesi 1276 târihinde yapılmıştır. Türbenin alt katında kabir odası, üst katında ise ziyâret edilen sanduka vardır. Arab Baba´nın kabrinin bir özelliği de nâşının herkes tarafından görülebilecek şekilde olmasıdır. Daha önce ziyârete gidenler yeşil örtüleri açıp bakabilirlerdi. Son zamanlarda Arab Baba´nın nâşı cemakan içine alındı. İnanmayan­lar cesedin mumyalandığını iddiâ etmektedir. Bununla ilgili şöyle bir hâ­dise anlatılır:

Belediye başkanının birisi inanmayarak, nâşı müzeye kaldırdı. Halk buna mâni olmaya çalıştı. Ancak belediye başkanı:

"Hayır! Bu cesed mumyalıdır. Bunu âlem de görmeli. Müzeliktir bu cesed!" cevâbını verdi.

Ertesi sabah cesedin, müzeye kaldırıldığı yerde olmadığı görüldü. Belediye başkanı bunu birilerinin yaptığını sandı ve tekrar müzeye koy­durdu. Aynı hâdise birkaç defâ tekrar etti. Belediye başkanı isteğinde çok ısrar etti, fakat sonunda felç oldu.

Atâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Üsküdar´daki Özbekler Tekke­sinin son şeyhidir. İstanbul´un İngiliz işgâlinden kurtarılması sırasında büyük kahra­manlık ve fedâkarlıklar göstermiştir.

Atâ Efendinin postnişîn olarak vazîfeli bulunduğu Özbekler Dergâhı­nın ku­ruluşuyla ilgili şu menkıbe nakledilir: Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde Öz­bekistan´dan kalkıp hacca gitmek üzere yola çıkan bir grup Türkistanlı, Halîfeyi görmek ve izin almak için İstanbul´a gelmişlerdi. Çünkü eskiden beri hacca gi­decek olanlar, sultandan izin almak maksa­dıyla İstanbul´a gelirler, Cumâ selâm­lığında Halîfeyi görürler duâsını alırlardı. Bu bir nevî izin almak idi. Türkistan´­dan gelen Özbekler de ilk Cumâ selâmlığında Halîfeyi görmek üzere Sultantepesinde çadırlarını kurup yerleşmişlerdi. Sultan İkinci Mahmûd Han maiyyetiyle oradan ge­çerken, çadırlarının şeklinden onların yabancı olduğunu anlayarak kim olduklarını merâk etti ve bir adamını göndererek durumu öğrendi. Sonra da atını sürerek yanlarına gitti. Durumlarını anladıktan sonra; "Halîfe em­retse burada kalır mısınız " deyince, hepsi birden; "Hay hay emr ü fer­mân Pâdi­şâhımız efendimiz hazretlerinindir." dediler. Bunun üzerine Sultan İkinci Mahmûd Han; "Öyle ise ben halîfeyim, emr ediyorum. Hac­dan sonra dönünüz, burada kalınız. Size münâsip bir dergâh yapıla ve siz de gelecek hemşehri hacı­larınızın hizmetini îfâ edesiniz!" diyerek onların el etek öpmesine meydan ver­meden atını sürüp gitti. Hac dönü­şüne kadar, bir dergâh ve iki odalı bir ev ya­pıldı. O günden îtibâren "Özbekler Tekkesi" diye anılan bu dergâh yapıldı ve Türkistanlı hacıların hizmetlerinde kullanıldı.

İstiklâl Harbi sırasında, İstanbul ile Anadolu arasındaki gizli haber­leşmenin merkezi ve İstanbul´dan Anadolu´ya gitmek üzere hareket edenlerin üssü olarak kullanılan Özbekler Dergâhının şeyhi Atâ Efendi bu sırada büyük fedâkârlık ve kahramanlıklar gösterdi. İstanbul´un İngi­lizler ve İtalyanlar tarafından işgâl edildiği kara günlerde vatanı kurtara­bilme çârelerini araştırdı. İngiliz işgâline, ilk karşı koyma hareketi olarak "Karakol Cemiyeti"ni kuranlar arasında yer aldı. Temsil ettiği dînî ve mâ­nevî kıymetleri, vatanın selâmet ve kurtuluşuna vakfetti. Kendisi gibi olan tasavvuf ehli ve âlim kimselerle elele vererek en gözü pek gençlerin gös- teremediği cesâreti ortaya koydu, kapı kapı dolaşarak, birçokları­nın a- ğızlarının açılmadığı o günlerde müminlere ümit telkin etti, başına sa­rın- dığı yeşil destârı, sarığı ve üzerindeki siyah cübbesi ile işgâl kuvvetle­rinin dikkatini çekmeden çalışmalarını sürdürdü. İşgâl kuvvetlerinin evle­rin ha- remine bile soktuğu yerli-yabancı câsûslar, ilk zamanlar tekke, mescid ve câmilerden ve dînî şahsiyetlerimizden şüphe etmiyorlar, Türk´ün bu mâ- nevî öncülerini yakından ta­nımıyorlardı. Başı sarıklı, destârlı, üzeri cüb- beli olan bu vatanperver insanlardan olan Atâ Efendi, düşmanların bu gafletlerinden istifâde etmesini bildi. Evlerde, câmi ve mescidlerde müs- lümanlara cesâret veren ve onların işgâl kuvvetlerine karşı direnmelerini teşvik eden konuşmalar yaptı. Mahallelerde tesiri bü­yük olan câmi imâm- larını safına alarak onları silâh ve cephânelerin nak­linde vazîfelen­dirdi.

Gündüzleri insanlara nasîhatlariyle ümid telkin eden Atâ Efendi, gece olunca silâhlanıyor, Nakkaş Karakolundan Özbekler Dergâhına kadar olan yol­ları tutturuyordu. Silâh ve cephâneler taşınıyor, oradan da Kara­kol Cemiyetinin fedâileri eliyle Büyük Çamlıca´nın arkasından dolandırıla­rak Libâdî´deki göz doktoru Esad Paşanın çiftliğine aktarılmak üzere Kı­sıklı imâmı Nûri Hocanın Libâdî´deki evinin yanındaki mahzende saklatı­yordu. Münâsip zamanlarda tom­ruk taşıyan arabaların alt bölümüne yerleştirerek Alemdağı´nda gizli karargâh kuran millî kuvvetlere ulaştırıl­masını sağlıyordu. Özbekler Dergâhında gizli bir hastâne bile kurmuştu. Azgın Rum ve Ermeni çeteleriyle çarpışırken, düşman işgâli altındaki cephâne depolarını basarken yaralanan mücâhidler burada yatı­rılıyor, gizlice gelen hamiyetli ve yardımsever doktorlar tarafından tedâvî görü­yordu.

Atâ Efendinin asıl fedâkârlığı, Anadolu´ya geçecek kimseleri dergâ­hında ba­rındırmasıydı. Birçok meşhûr isim onun dergâhında misâfir ol­muşlar, daha sonra da müsâit vakitlerde Ankara yolunu tutmuşlardı. Vu­run Kahpeye isimli eseriyle, Atâ Efendi gibi düşünen ve yaşayan din adamlarını kötüleyen, onları İstiklâl Savaşı aleyhindeymiş gibi gösteren Hâlide Edip Adıvar da, bu dergâhta misâfir olup, Anadolu´ya geçen kim­selerdendi. Atâ Efendi, Üsküdar´ın çarşı ve kahvelerini dolaşır, tesbit edilmiş parola ile Anadolu´ya gidecek kimseleri bulup dergâhında top­lardı. Sonra da bunları on beşer-yirmişer kişilik kâfileler hâline koyar, ge­rekli emniyet tedbirlerini aldıktan sonra Çamlıca´nın eteklerinden işgâl mıntıkası dışına çıkarırdı. Her gün Üsküdâr´da dolaşırken kurduğu gizli cemiyet vâsıtasıyla çeşitli haberler toplardı. Aldığı bu haberlere göre ha­reket eder, Müs­lümanlara yol gösterirdi.

Atâ Efendinin dergâhı bir posta merkezi gibi çalışırdı. İstanbul´dan Anado­lu´ya, Anadolu´dan İstanbul´a en kritik haberler bu kanaldan ulaştı­rılıyordu. Bil­hassa İstanbul´dan Anadolu´ya geçmiş olan Kuvay-ı Milliyeci- lerin, İstanbul´daki âileleriyle irtibatları en fazla bu posta vâsıta­sıyla temin ediliyordu. İstanbul´da, Anadolu´nun harekâtının adam ve si­lâh ihtiyâcını karşılamak üzere kurulan ma­hallî mukâvemet ve faâliyet merkezleri ile de temasta bulunan Atâ Efendi, onla­rın gönderdikleri adam ve silâhları da kurduğu bu teşkilât sâyesinde Anadolu´ya gizlice ulaştırı­yordu.

Atâ Efendinin talebeleri ve Özbekler Tekkesinin kahraman dervişleri Çam­lıca eteklerine kadar sokulan milis kuvvetlerine yardım etmek, îcâ­bında onları saklamak ve yaralılarına gerekli ihtimâmı göstermek sûre­tiyle de faydalı olu­yordu.

1920 senesi Nisan ayının bir akşamı idi. Havada tatlı bir bahar şenliği ve se­rinliği vardı. Hafif esen rüzgâr, her yana bahar kokularını yayıyordu. Özbekler Tekkesi de benzeri sık sık görülen müstesâ gecelerinden birini daha yaşıyordu. Bütün odaları biraz sonra Anadolu yolculuğuna çıkacak misâfirlerle doluydu. Bu misâfirler arasında işgâl kuvvetleri tarafından kapattırılan son Osmanlı Me­buslar Meclisinin bir kısım âzâları, üyeleri de bulunuyordu. Atâ Efendi ise der­gâhın bahçesinde bâzı kimselerle oturu­yordu. Çadırlaşmış ve çiçeklerle donan­mış bir akasya ağacının altında, tatlı tatlı sohbet ediyordu. Etrafını saran ve onu dinleyen yolcuları ko­nuşmalarıyla teselli ediyor, yüreklerine çöken ayrılık acıla­rını, gariplik duygularını unutturmaya çalışıyordu. Bu esnâda Üsküdar câmile­rinde yatsı ezânı okunmaya başlamıştı. Atâ Efendi sustu, yanında bulunanlarla birlikte huzûr ve huşû içinde okunan ezânları dinledi. Tam bu sırada Fıstıkağacı ile dergâh arasındaki yol üzerinde gözcülük yapan bir derviş soluk soluğa bah­çeye girdi. Yanına sokulduğu Atâ Efendinin kulağına eğildi ve fısıldadı: "Aman Şeyhim! Üsküdar´daki İtalyan polis kumandanı, yanında birkaç İngiliz zâbit ve polisi olduğu hâlde buraya doğru geliyor­lar!.. Bilmem ki..." Şeyh Atâ Efendi dervişin sözünü bitirmesine meydan bırakmadı. Hemen yerinden fırladı. Bah­çede ve odalarda kümelenen ve dertleşen misâfirlerine koştu. Yaklaşan tehlikeyi haber verdi, alınması gerekli tedbirleri de hepsine ayrı ayrı bildirdi. İki dakika bile geçmemişti ki, bahçede sessiz bir hareket başladı. Anadolu´ya geçmek üzere orada bekleyen misâfirler kendilerine kılavuzluk eden dervişleri takib ederek dergâhtan, set başına doğru sarkan ağaçlık ve fundalıklı yamacın üze­rindeki dik patikalardan akmaya başladı. Sağa sola saparak, tarlaların kenarlarındaki çalı­lıklara sokulup, gözden kayboldular.

Böylece, sayıları otuzu geçen misâfirler, tamâmiyle dağıldı, dergâh ve bahçe de her zamanki ıssız hâlini aldı. Dergâh kapısından içeri dalan işgâlci zâbitlerle berâberindekilerden bir kısmı bahçe ve mezarlığa sal­dırdı. Bir kısmı da açık du­ran kapıdan dergâhın içine daldı. Oda kapıla­rını tekmeleyerek açan ve içeriye dalan işgalciler, yüklük ve dolapları bile aradılar. Nihâyet dergâhın mescid ola­rak kullanılan büyük odasına dal­dılar. Karşılaştıkları manzara karşısında şaşırıp aptallaştılar. Çünkü Şeyh Atâ Efendi, gerisinde saf tutan dervişleri ile birlikte namaz kılıyorlardı. Aralarında yabancı kimselerin bulunmadığını gören ve biraz sonra bahçe ve mezarlıkta da kimsenin görülemediğini öğrenen işgalci zâbitleri, uğra­dıkları başarısızlık karşısında, hırs ve hayretlerinden dudaklarını ısırdılar. Kızgınlık ve hınç ile dergâhtan uzaklaşmak zorunda kaldılar.

O gece Özbekler Tekkesinde atlattıkları büyük tehlike dolayısıyla se­vinerek ayrılan yolcular ise, ertesi günün akşamı geç vakitte Çal köyüne ulaşıp kurtuluşa erdiler. Onları tâkib eden ve Nal´a kadar uğurlayan Şeyh Atâ Eendi, her biri ile ayrı ayrı kucaklaşarak vedâ etti. Misâfirler ona tak­dirkâr bakışlarla; "Ne mutlu sana şeyhim. Kurtuluş savaşçılarına yaptığın bu büyük hizmetler, hiç bir zaman unutulmayacak ve milleti istiklâle ka­vuşturacak, yıldızlar arasında Şeyh Atâ adı da dâimâ hürmetle anıla­cak..." diyorlardı.

Anadolu´nun kurtuluş hareketinde, İstanbul ile Anadolu arasında köprü vazî­fesi gören Özbekler Dergâhının kahraman şeyhi Atâ Efendi, kurtuluş hareketi tamamlanmadan işgâlciler tarafından tutuklandı. İngiliz İntellices (entelijans) servisi yetkilisi Harron Armstrong, Şeyh Atâ´nın tev­kif edilip tutuklandığı za­man kendisiyle konuşmasından sonraki görüşleri için şu cümleleri kullandı:

"Bizler, Türk din adamlarının bu mevzûlarda faâl rol oynayacaklarını aslâ tahmin etmiyorduk. Diğer araştırmalarımız, Türk mukâvemet kay­naklarının meydana çıkarılması yolunda müsbet netîce vermeyince, vâki ısrarlı ihbarları değerlendirerek, tekkeler, mescidler, câmiler gibi dînî ya­pılar üzerinde durduk ve din adamlarını tâkib ve kontrola başladık. Elde ettiğimiz bilgiler ve karşılaş­tığımız hakîkatler bizleri hayrete düşürdü. Bu din adamları özellikle telkinlerle ve mâneviyâtı yükseltmekle yetinme­mişler, fiilî olarak da mukâvemet teşkilâtı içinde vazîfe almışlardı. Halk üzerinde nüfûzları fevkalâde olduğundan, üzerle­rine aldıkları vazîfeleri başarıyla yerine getirmişlerdi."

İstanbul´un işgâlden kurtarılması ve Kurtuluş Savaşının zaferle netî­celenme­sinden sonra dergâhından ayrılmayan Şeyh Atâ Efendi, sessiz kalmayı tercih etti. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra, Şeyh Atâ Efendinin Anadolu Kurtuluş hareketinin üssü olarak kullandığı Öz­bekler Tekkesi de kapatıldı. Tek­kenin târihî kitâbesi de çimento ile sıva­narak terk edilmiş bir hâlde bırakıldı.

Himmet ve gayretlerini sâdece ve yalnızca vatanın kurtuluşu için sarfeden, bu uğurda müslümanları aydınlatan ve teşvik eden Şeyh Atâ Efendi, H.1355 se­nesinde İstanbul´da vefât etti. Onun tatlı hâtıraları hâlâ zihinlerde yaşamakta, kendinden sonra gelen nesillere örnek teşkil et­mektedir. Kabri Üsküdar´dadır.

Avdan Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Anadolu´nun Türk­leşme­sinde ve İslâmlaşmasında rol oynayan mücâhid velîlerdendir.

1071 Malazgirt Meydan Muhârebesinden sonra Oğuzların o târihe kadar Anadolu´ya yapmış oldukları akınlar ondan sonra yerleşme şek­linde kendini göstermeye başlamıştı. Anadolu´ya gelen Türkmenler, boz­kır kültürü ile yetiş­miş olduklarından, daha ziyâde kendilerinin yaşadıkları şartlara elverişli toprak arayarak dağlık bölgeleri bırakıp ovalara yerleşi­yorlardı. Başlangıçta Kızılırmak kaynaklarından Kütahya´ya kadar uza­nan Orta Anadolu´nun geniş ovası, Türkle­rin yerleşme yeri oldu. Aka­binde bu fetihler Ege bölgesini de içerisine aldı.

Yirmi dört Oğuz boyuna mensup insan kümeleri, Anadolu´nun dört bir ya­nını yeni köy ve kasabalarla süsledi. Yıllarca zulüm altında ezilmiş olan Ana­dolu´nun yerli halkı, İslâmiyetin güzel ahlâkı ile bezenmiş bu yeni misâfirlerine karşı öyle pek sert davranmadı. Onlara yalnız halkı so­yan ve menfaatlerine halel gelen derebeyleri ile, bunlara bağlı adamlar karşı çıkıyorlardı.

Rivâyete göre Denizli bölgesine gelen bu Türkmen cemâatlerinden biri de Avaraslar idi. Avaras Obasının başında asıl adı Ali olan ve Avdan Baba denilen mücâhid bir zât bulunuyordu. Avdan Baba, obanın savaşta lideri, dînî konularda da rehberi idi. Herkes bilemediği mevzûu ondan so­rup öğrenirdi.

Avdan Baba, Denizli´nin Tavas ilçesi yakınlarına geldiğinde kalabalık bir hıristiyan birliğine rastladı. Oymağına bir kez daha cihâdın öneminden bahsetti. Sonunda savaşta ölürse buraya defnedilmesini ve sebât edip geri çekilmemele­rini, nihâî zaferin kendilerinin olacağını bildirdi. Oymağı, bu konuşmayı ağlaya­rak dinledi. Çünkü bu sözler onun şehîd olacağını belirtiyordu. Gerçekten Av­dan Baba bu çarpışma sırasında şehîd düştü. Ancak müslümanların sebat ve gayretiyle zafer kazanıldı.

Avdan Baba´nın şehîd düştüğü yere derhâl bir türbe ile bir zâviye ya­pıldı ve burada bir köy vücuda geldi. Nitekim kurulan bu köy de Avdan adını aldı. Bu­gün türbesini ziyâret edenler, Avdan Baba´nın rûhunu ve­sîle ederek cenâb-ı Hakk´a duâ etmekte ve nice arzularına nâil olmakta­dırlar.

Evliyânın meşhurlarından Bahri Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Kânûnî Sultan Süleymân Zigetvar seferine çıkmadan önce hazırlıkla­rını ta­mamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer kazanmak için duâ etti. Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede´den de duâ istemişti. Ayrıca fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin flori altın hediye etti. Bahri Dede bu hediyeyi kabul edip bir yere sakladı. Sonra savaşa kendisinin de katıla­cağını söyledi. Ordunun hareket günü gelince o da orduyla yola çıktı. Böyle ev­liyâ bir zâtın aralarında bulun­ması pâdi- şâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu.

Zigetvar Kalesi kuşatılıp peşpeşe iki taarruz yapılmasına rağmen ka- le fethe­dilemedi. Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti. Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağ­mur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı. Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fe­tih müjdesi almışlardı. Bu sebeple bü­yük bir azim içinde idiler. Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yaz- dı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgal­lardan birine humbara yer­leştirip fitilini ateşledi. O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri bölükba- şısı şehît düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp ka­lede büyük bir gedik açtı. Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı. Bu seferde pâdişâh has­talanıp vefât etmişti. Ordu Bursa´ya döndükten sonra, Bahri Dede, sulta­nın ken­dine hediye ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp geri iâde etti. Kısa bir müd­det sonra da vefât etti.

Bayraklı Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin asıl ismi Yû­nus Mürebbî´dir. 1204 senesinde Selçuklu kumandanlarından Hüsâmed- dîn Çoban Bey komutasındaki ordu ile Kastamonu fethine ka­tıldı. Gün- lerce süren muhasa­rada kaleyi almak şöyle dursun, surlara tır­manmak dahi mümkün olmadı. Bir gün Yûnus Mürebbî, Hüsâmeddîn Çoban Beyin huzûruna çıkarak yapılacak ilk cenkde bayraktar olmak is­tediğini arzetti. Çocuk sayılacak yaşta olması sebe­biyle hayır cevabını alınca:

-Ata Beyim gece rüyâmda sevgili ve şerefli Peygamber efendimizi gör­mekle şereflendim. "Yarın bana kavuşacaksın. Fakat elinde bayrakla bana gel!" dedi, diyerek rüyâsını anlattı.

Cenk esnâsında belindeki urganı kale burçlarına fırlatıp, dökülen kız­gın yağlara, alevli parçalara aldırmadan burca tırmanıp sancağı dikti ve elindeki kı­lıç ile kale kapısının halatlarını keserek kapıyı açtı. Açılan ka­pıdan içeri hücum edilerek kale fethedilince, Yûnus Mürebbî´nin vücu­dunda pek çok ok yarası ol­masına rağmen sancağı dimdik tuttuğu gö­rüldü. Nâşı Kastamonu kalesine def­nedilerek bir de türbe yapıldı. Yöre halkının Bayraklı Sultan olarak tanıdığı Yû­nus Mürebbî sık sık ziyâret edilmektedir.

Mevleviyye yolunun büyüklerinden ve yüksek hâller sâhibi velî Bos­tan Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Konya´da talebeler yetiş­tirmekte iken, Mevleviyye yoluna düşman olanlar, kendisine çok eziyet vermekte idiler. Tam bu sıralarda Osmanlı tahtında değişiklik oldu ve Üçüncü Mehmed Hanın ölümüyle tahta Birinci Ahmed Han geçti (21 Aralık 1603). Birinci Ahmed Ha­nın sultân olduğu zaman, Osmanlı Devleti çok zor şartlar ile karşıkarşıya idi. Devlet batıda Avusturya ve doğuda İran ile harp hâlinde bulunduğu bu sırada; içte celâlî adı verilen âsîler yirmişer otuzar bin kişilik gruplar meydana getir­mişler, köyleri yakıp yık­maya, üzerlerine gönderilen orduları bozmaya başla­mışlardı. Bu iç gâile, Osmanlı Devletini temelinden sarsacak bir manzara görü­nümündeydi. Bilhassa İran, bu iç fitneyi körüklüyor ve Osmanlı Devleti içeri­sindeki hurûfîler de bütün güçleri ile bu fitne hareketlerini destekliyorlardı.

Bostan Çelebi hazretleri, Sultan Birinci Ahmed´in tahta geçmesinden sonra büyük ceddi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin mânevî işâ­reti üzerine İstanbul´a geldi. Kadir gecesi olması muhtemel bir gecede Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Aynı gece Sultan Ahmed Han da şöyle bir rüyâ gördü:

Saray-ı hümâyûndaki husûsî köşkün etrâfında heybetli ve nûrânî zât- lar ge­ziniyordu. Onların kimler olduğunu araştırınca, yakın adamla­rından birisi gele­rek; "Sultânım! Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri köşkünü- zü teşrif ettiler. Peşindekiler, onun dervişleri ve talebeleridir." dedi. Bu haberi alan Sultan bü­yük bir sevinçle sarayın içine girdi ve orada Mev- lânâ Celâleddîn-i Rûmî haz­retlerini gördü. İkrâm ve iltifât ol­mak üzere ona saltanat tahtına oturmasını tek­lif etti. O zaman Mevlânâ hazretleri; "Arşın gölgesi altında oturanlar, bu birkaç ağaç parçasından yapılmış tahta iner mi Bu tac ve taht sizindir." buyurdu. Bu sırada Sul­tan Ahmed Han, Mevlânâ hazretlerinin orada bulunuşunu fırsat bilip, on­dan devlete isyân eden, azgınlık ve taşkınlık yapan celâlîlerin hakkından ge­lebilmek için himmet ve hayır duâda bulunmalarını istedi. Mevlânâ hazretleri ona; "Sen eğer bizim çocuklarımıza karşı azgınlık ve taşkınlık edip onlara sı­kıntı verenlere mâni olursan, biz de bunun mükâfâtı olarak mânevî yolla size karşı gelenlerin zararlarını ve çıkardıkları fitneleri def ederiz. Bos- tan´ımıza var, himmetine sarıl!" diye tenbih eyledi. Mevlânâ hazretleri o- radan Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerini ziyârete gitti. Sultan Ahmed de kendisini tâkib etmişti. Gördü ki, Ebû Eyyûb el-Ensârî hazret­leri hayatta ve Mevlânâ hazretlerinin to­runlarından biriyle sohbet etmek­tedir. Mev- lânâ hazretleri de oraya varıp bu bü­yük sahâbîyle sohbetten sonra vedâ edip ayrılırken; "Benim Bostan´ım budur." diye işâret etti.

Sultan Ahmed tam bu esnâda uyandı. Böyle mübârek bir rüyâ gör­menin şükrânesi olarak Allahü teâlâ için kurbanlar kestirdikten başka, derhal Eyüb Sultan´a ziyârete gitti. Orada Bostan Çelebi´yi görünce se­vindi. Mevlânâ Celâ-leddîn-i Rûmî hazretlerinin tenbihi üzere saray-ı hümâyûna dâvet etti. O da bu dâveti kabûl etti. Sultan ona Mevlânâ haz­retlerinin oturduğu yere oturmasını teklif ettiğinde; "Mübârek dedemin yerine oturmam edebe sığmaz." diyerek, Sultanın akşamki rüyâsına işâ­ret etti. Böylece Ahmed Han, Mevlânâ hazretleri­nin; "Bostan´ımıza ya­pış." sözündeki inceliği ve Bostan Çelebi´nin de hâlinin yüksekliğini ve velî olduğunu anladı. Kendisine pekçok hürmet ve saygı gös­terdi. Soh­betlerinden bereketlendi ve bütün sıkıntılarının giderilmesi için emir­ler verdi. Bu mübârek zâta ve mevleviyye yolunun büyüklerine eziyet eden­lerin, rahatsızlık verenlerin cezâlandırılmasını istedi. Zâten Sultan Ah- med Hanın, Bostan Çelebi´ye gösterdiği hürmeti duyan fesadçılar, bü­yük bir korkuya kapıl­mışlar ve sözlerini kesmişlerdi. Bostan Çelebi bir müd- det sonra Konya´ya git­mek üzere pâdişâhtan izin istedi. Bu mübârek zâttan ayrılmak, genç pâdişâh Ahmed Hana çok ağır geldi. Büyük bir kalabalıkla kendisini İstanbul´dan uğur­ladı. Ayrılırken memleketin isyân­cıların şerrinden kurtulması için pekçok duâ eden Bostan Çelebi, Kon­ya´da da muhteşem bir kalabalık tarafından karşılandı. Bostan Çelebi´nin ayrılışının üzerinden çok geçmeden Ahmed Hanın Anado­lu´da celâlîler üzerine gönderdiği ordunun zafer haberleri gelmeye başladı ve kısa sü­rede âsîlerin tamâmı temizlendi.

Bostan Çelebi bundan sonra daha rahat ve huzurlu bir şekilde tale­belerine ders verdi. Bir gün yine Mevlevîhânede talebeleri ile meşgûlken içeriye bir ha­berci girdi. Şeyhe, kendisini Lala Mustafa Paşanın gönder­diğini ve ondan Şam´da boş bulunan Mevlevî Dergâhına bir halîfe gön­dermesini istirhâm ettiğini bildirdi. Bostan Çelebi bu istek üzerine himmet ve teveccühlerine kavuşmuş olan Kartal Dede´yi oraya halîfesi sıfatıyla göndermek istedi. Ancak Kartal Dede´ye hocasından ayrılık çok zor geldi. Gözyaşları içinde bu husûsu hocasına arzetti ve ayrıca; "Vâiz ve zikr meclisleri için lâzım olan ilmim de yok." diyerek kendisinin bu vazîfe­den bağışlanmasını arz eyledi. Bunun üzerine Bostan Çe­lebi ona:

"Ağız senden, söz bizden. Sana büyük bir âlim de mürid olur." diye­rek onu teselli etti ve mâzeret kapısını kapadı. Kartal Dede hocasının duâları bereketiyle Şam´a vardı. Vardığı gün şehrin büyük câmilerinden birinde vâz verdi. Halkın yanısıra büyük âlimler ve devlet adamları da vâzına geldi. Vâzında derin ve ince mânâlardan bahseden Kartal Dede´- yi dinleyenler hayran kaldı. Onu umdukla­rından da daha yüksek buldu- lar. Yine aynı gün câmide bulunan büyük âlim Alemî Dede de onun söz- lerine hayran kaldı. Alemî Dede, Bağdâdlı olup, Irak´ın çeşitli yerle­rinde ilim tahsîl etmişti. Tahsîlini tamamladıktan sonra İstanbul´da Fâtih Câmi- inde ders vermiş, talebeleri Mısır´a kâdı gönderilmiş, böylece orada da tanınmıştı. Allahü teâlânın hikmeti bu sırada hacdan dönerken Şam´a uğradı ve böylece Kartal Dede ile tanışarak kendisine talebe oldu.

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle rivâyet etmiştir: Kıbrıs adası fethedildiği zaman halk esir alınıp gâ­ziler arasında paylaştırıldı. Esirler birbirleriyle dertleşip ağ­laşıyorlardı. Bu sı­rada Ebüdderdâ´yı gördüm bir yere oturmuş ağlıyordu. "Allahü teâlânın İslâm ve müslümanları zafere ulaştırdığı, güçlü kıldığı bir günde ağlamanın sebebi ne­dir " dedim. Bana, "Ah Cübeyr! İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerini terk ettikle­rinde, Allah nazarında hiç kıymetleri kalmaz. Esirleri göstererek; bir millet güçlü ve hükümrân iken, Allahü teâlânın emirlerini bırakırsa, işte şu gördüğün duruma düşer." dedi.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Ordu ile bir sefere katıldı. Ordu kumandanı ona bâzı şeyler gön­derdi. O da iste­meyerek alıp, asker ve gâzilerin muhtaçlarına dağıttı. Bir gün öğle namazını kıl­dıktan sonra oturup; "Niçin o şeyi kabûl ettim " diye kendi kendini kınıyordu. O sırada uykusu gelip uyudu. Rüyâsında, çok süslü bir takım köşkler gördü. "Bunlar kimin " diye sordu. "Gâzilere da­ğıtılan malın sâhiplerinin" denildi. "Onlarla birlikte bana da bir şey var mı " diye sordu. Ona içlerinde en güzel ve büyük olanı gösterip; "İşte bu senindir." dediler. O; "Bana onlardan üstün tutul­mamın ve en iyisinin bana verilmesinin sebebi nedir " diye sorunca; "Onlar mallarını sevap bekleyerek verdiler. Bu sebeple verilen saraylar, ona göredir. Sen ise, o malı kabûl etmekle yanlış bir iş yapmaktan korkarak, nefsini sîgaya, he­sâba çekerek dağıttın. İşte Allahü teâlâ bu hâline, böyle düşünmene kat kat sevap verdi." dediler.

Evliyânın meşhurlarından Dârendeli Ömer Rızâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhir ve bâtın ilimlerinde aldıkları derslerden sonra tasavvufa yö­nelip Bursa´da mürşid-i kâmil Seyyid Münzevî Abdullah Nasreddîn haz­retlerinin sohbet ve derslerine katıldı. Hocasının kalp aynasını parlatması için koyduğu şartları ay­nen yerine getirdi. Nefsinin isteklerine sırt çevirdi. Az yemek, az konuşmak, az uyumak ve çok ibâdet etmekle tasavvuf yo­lunda ileri derecelere kavuştu. Hoca­sından icâzet, diploma aldı.

Ömer Rızâî hazretleri bundan sonra yürüyerek hac etmeyi murâd et­tiler. Ancak bu sırada Osmanlı Devleti Rusya ile harp içerisine girmişti. Ulemâ ve şeyhler cihâda katılmaya başlayınca, Seyyid Abdullah Efendi, Ömer Rızâî´den cihâda iştirak etmesini istedi. Bunun üzerine Ömer Rızâî hazretleri asker ile İs­tanbul´a geldi. Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret ederek duâ ve niyâzda bulundu. Sonra Avusturya cephesine hareket ettiler. Avusturya kuvvetleri 30 bin asker ve 70 topla Yergöği´ni muhâsara altına almışlardı. Os­manlı yardımcı kuvvetlerinin gelmesiyle kale önünde kanlı bir savaş oldu. Os­manlı askerinin zaferi ile netîcelenen savaşta Ömer Rızaî Efendi kılıcı ve duâsı ile yardımcı oldu.

Gazâdan dönünce tekrar Bursa´ya hocası Seyyid Abdullah hazretle­rinin hu­zûruna geldi. Şeyh hazretleri ona pekçok duâ ettikten sonra; "Şeyh Ömer! Yav­rum şimdi bedeninizde kuvvet var iken Beytullah´ı hac etmeniz gerekir." dedi. Bundan sonra ona bizzat hazırladığı hacı elbise­lerini giydirdi. Eline bir koyun postu ile bir abdest ibriği ve on para da harçlık verdikten sonra; "Var yavrum Mevlâm muînin, yardımcın olsun." diye duâ edip Fâtiha okudular ve uğurladı­lar.

Ömer Rızâî Efendi köy ve kasabalara vardıkça câmilerde ibâdet edi­yor, halka vâz ve nasihatlarda bulunuyordu. Varsa o beldenin mübârek zâtlarını da ziyâretten sonra yoluna devâm ediyordu. Bu şekilde Rodos´a vardı. Bu sırada o havâlide birbirlerine hasım ve düşman iki derebeyi tâ­ifesi vardı. Bunlardan biri­nin adamları Ömer Rızâî Efendiyi karşı tarafın câsusu diye tutup hapse attılar. Konuşturmak için çok sıkıştırdılar. Bu sı­rada yine karşı gruptan yakaladıkları bir adamı işkence ile öldürdüler. Ömer Rızâî Efendiye; "Şâyet yarın da konuşmaz­san seni de bu şekilde öldürürüz." diye tehdid ettiler. O gece reisleri birkaç defâ korkunç bir rüyâ ile uyandı. Ne zaman uykuya dalsa büyük bir felâket ve azap ile karşı karşıya kalmakta idi. Sabah erkenden adamlarını toplayıp; "Bu ne hal­dir bir günahsıza zulüm mü yaptık " diye sordu. Adamlarından bir tânesi dün bir kişi yakalamıştık. Devamlı hapishânede namaz kılıyor ve duâ ediyor diye bildirdi. Reis onun derhal huzûruna getirilmesini bildirdi. Böy- lece Ömer Rızâî hazretlerini reisin huzûruna getirdiler. Reis, Şeyhin ayaklarına kapanıp affedil­mesi için yalvardı, ne dilerse vereceğini söy­ledi. Ömer Rızâî Efendi hakkını he­lâl ettiğini bildirip serbest bırakılmasını istedi.

Rodos´ta kırk gün kadar kalan Şeyh hazretleri, Hasan Kapudan is­mindeki bir şahsın yardımıyla gemi ile Kâhire´ye geldi. Burada Câmiü´l-Ezher´deki ulemâ ile sohbet etti. Câmilerde vâzlar verdi.

Hac mevsimi geldiği zaman Mısır huccâcıyla Süveyş´ten Yenbua´ya, oradan da Medîne-i münevvereye vâsıl olup, Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Mekke´ye vardılar.

Ömer Rızâî hazretleri hac vazîfesini îfâdan sonra iki sene Mekke´de mücâvir olarak kaldı. Bu zaman içinde geceleri harem-i şerîfi tavâf etti, namaz kıldı, Allahü teâlâyı zikirle meşgul oldu. Mekke tüccarından bir kimse kendisine her gün bir tas çorba hazırlar ve onunla idâre ederdi.

İki sene sonraki hacılarla tekrar Medîne´ye geldi ve Peygamber efen­dimizin kabrini ziyâretten sonra mukaddes beldelere vedâ etti. Dönüşte Kâhire´ye vâsıl olduklarında bir câmide vâz ü nasîhatla meşgûl iken Mısır Vâlisi İzzet Mehmet Paşanın dikkatini çekti. Paşa, Ömer Efendinin ilim ve ihlâstaki yüksek derece­sini görerek onu ilim meclislerine dâvet etti. Bunu duyan Mısır´ın en değerli âlimleri meclisine gelerek Ömer Efendinin soh­betine katıldılar.

Diğer taraftan İzzet Paşa sadâret emeli ve arzusu ile de dolu idi. Ni­tekim o bu maksadla Ömer Efendiden duâ buyurmasını istedi. Bunun üzerine Ömer Rızâî Efendi; "Bizim elimizde bir şey yoktur. Allahü teâlâ ne dilerse o olur. Duâ edelim haklarında hayırlısı olsun." buyurdular. Sonra bir câmide kırk gün ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Kırk günün so­nunda murâkabeye daldığı bir sırada Pey­gamber efendimizi gördü. Re- sûlullah efendimiz İzzet Paşayı kır bir atın üzerine bindirip; "Var Allahü teâlânın kullarının hizmetini güzelce gör." diye emir bu­yurdular.

Ömer Rızâî Efendi ertesi gün huzûruna gelen İzzet Paşanın adamla­rına; "Paşanızın murâdları hâsıl oldu." diye müjde verdi. Nitekim İzzet Paşanın bu müjdeyi aldığı gün çok geçmeden İstanbul´dan dâvetçi tatar, postacılar gelerek kendisine sadâret verildiğini bildirdiler. İzzet Paşa müjdenin tahakkuk etmesi üzerine Ömer Rızâî Efendiye pekçok teşekkür ettikten sonra onu İstanbul´a dâ­vet edip nerede isterlerse o mahalde bir tekke veya medrese inşâ ettireceğini bil­dirdi. İzzet Paşaya muvaffak ol­ması için duâ eden Ömer Rızâî hazretleri; "İnşâallahü teâlâ mübârek beldeleri bir kez daha ziyâret ve sıla-i rahmden sonra saâdet kapısına, İstanbul´a geliriz." buyurdu.

Deryâ Ali Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu velîlerinden olup On beşinci yüzyılda yaşadı. İstanbul´un fethi sırasında orduda Sakabaşı olarak va­zîfe yaptığı için Saka Ali Baba veya Deryâ Ali Baba diye meş­hur olmuştur..

Canını, malını Allahü teâlânın yüce dîni olan İslâmiyeti yaymak, in­sanların dünyâ ve âhirette saâdete, mutluluğa ermelerine vesîle olmak için fedâ etmeye hazır olan Deryâ Ali Baba´nın hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak Ana­dolu´da yetiştiği ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstan­bul fethi için hazırladığı ordunun Sakabaşısı yâni Sucubaşısı olduğu bi­linmektedir.

Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul´u küffâr elinden kurtarmak üzere ku­şatmıştı. Fetih ordusu İstanbul surlarına dayanmış, Fâtih Sultan Meh- med Han fethin gerçekleşeceği zamânı sabırsızlıkla bekliyordu. Leşker-i duâ adı verilen duâ ordusu âlimler ve velîler, fetih için gözyaşı dökerek duâ ediyorlardı. Kır atı­nın üstünde heybet ve celâdetle duran genç hü- kümdâr, orduyu şevke getirici ko­nuşmalar yapıyordu. Etrâfa dalga dalga yayılan ordu, Feth-i mübînin gerçekleş­mesi için canla başla çarpışıyordu. Şehir düşmek üzere idi. İşte tam bu kritik zamanda ordu­nun arasında; "Ordu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, ku­yular boş, çeşmeler akmıyor." şeklinde bir söylenti yayılmaya başladı.

Bu kötü haber kısa zamanda her tarafta yayıldı. Ağızdan ağıza, ku­laktan kulağa yayılan bu söylenti nihâyet genç pâdişâhın kulağına kadar geldi. Bu ha­ber üzerine genç pâdişâhın yüz hatları bir anda değişti. Etrâ­fında bulunan vazî­felilere hitâb ederek; "Tez gidin Sakabaşını bana geti­rin!.." dedi. Vazîfeliler he­men gidip Sakabaşı Ali Efendiyi genç pâdişâhın huzûruna getirdiler. Yüzünden nûr akan, hafif beli bükük Ali Efendi sır­tında kırbası olduğu hâlde Fâtih Sultan Mehmed Hanın huzûruna girdi. Pâdişâh ne kadar telaşlı ve üzüntülüyse, Saka Ali Efendi de o kadar so­ğukkanlı ve sâkin duruyordu. En ufak bir endişe izi ta­şımıyor, her za­manki gibi tebessüm eder bir hâlde pâdişâhın yüzüne bakıyordu. Pâdi­şâh onun böyle kritik bir anda gâyet sâkin ve aldırmaz bir durumda oldu­ğunu görünce iyice celâllendi ve şöyle seslendi:

"Olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun Ali Efendi!.. Ordu susuz kal­mış, asker susuzluktan kırılıyor. Neden gerekli tedbiri almazsın da bizi müşkil hâle düşürürsün Şimdi ne olacak. Bu hâle nasıl çâre bulacağız "

Sakabaşı Ali Efendi gâyet sâkin ve tebessüm ederek; "Devletlü pâdi­şâhım! Merak etmeyiniz. Su çok." diye cevap verdi. Onun bu hâli karşı­sında daha da hiddetlenen genç pâdişâh; "Su çok mu dersin Alay mı edersin sen askerle Ordu susuzluktan kırılırken ne biçim laf edersin " Sultanın iyice öfkelendiğini ve üzüldüğünü gören Sakabaşı Ali Efendi, ar­kasını pâdişâha dönüp, sırtındaki su kırbasını pâdişâhtan tarafa çevirdi ve; "Ben yalan söylemem sultanım. Bakın isterseniz ne kadar çok suyu­muz var." dedi.

Sakabaşı Ali Efendinin bu sözünden pek bir şey anlamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Ali Efendinin sırtındaki kırbanın içine baktı. Bir de ne görsün Kırbanın içinde bir deryâ büyük bir okyanus görünmekte. Göz alabildiğine uza­nan su, bir değil, binlerce orduyu doyuracak kadar çok. Gözlerine inanamayan genç pâdişâh, yanında bulunanlara da kır­banın içine bakmalarını emretti. Sıra­sıyla kırbanın içine eğilip bakan ve­zirler, kumandanlar ve diğer vazîfeliler de büyük bir şaşkınlık ve hayret içinde aynı manzarayı gördüler.

Olanların, Allahü teâlânın velî kullarına ihsân ettiği bir kerâmet oldu­ğunu anlayan genç pâdişâh, su bulunmasına rağmen askerin susuz bı­rakılmasından maksadın ne olduğunu birden kestiremedi. Sakabaşı Ali Efendiye dönerek; "Su bulunmasına rağmen nedir senin bu yaptığın " diye seslendi. Pâdişâhın daha fazla gazaplanmasından çekindiği için olanları tek tek anlatmaya başladı:

"Ey cihan pâdişâhı! İstediğin kadar su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk veremiyorum. Çünkü onlar kahramanca savaşıyor, yoru­lup terliyor­lar. Eğer istedikleri kadar suyu versem hepsi hastalanıp yata­caklar. Sonra da za­ferimiz tehlikeye düşecek düşüncesiyle böyle yapıyo­rum." dedi.

Sakabaşı Ali Efendinin ârifâne sözleri ve kerâmeti karşısında söyle­yecek söz bulamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, saygı ve muhabbet dolu nazarlarla ona bakmaya başladı.

Kerâmet göstermekten kaçındığı halde, kerâmetinin ortaya çıktığını gören Sakabaşı Ali Efendi, sırtındaki kırbayı hızlıca yere bıraktı. Başta pâdişâh olmak üzere bütün vezirlerin ve âlimlerin hayret dolu bakışları arasında kırbanın düşüp parçalandığı yerde bir su kaynağı ortaya çıktı. Şırıl şırıl akan bu pınardan ordu­nun su ihtiyâcı giderildi. Bu hâdise üze­rine Fâtih, Sakabaşı Ali Efendiye Deryâ Ali Baba ismini verdi.

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra büyük bir velî olan Saka- başı Deryâ Ali Dede´yi unutmadı. Ona şimdi Kazlıçeşme´nin kurulu bu- lunduğu yerde geniş bir arâzi tahsis etti. Uzun yıllar burada yerleşen, İslâm dînine ve müslümanlara hizmet etmeyi tek gâye edinen Deryâ Ali Baba, Fâtih Sultan Mehmed Hanın saygı ve muhabbet duyduğu kimse­lerden oldu. Zaman zaman ziyâret eden Fâtih Sultan Mehmed Han ona ve sevenlerine iltifât ve ihsânlarda bulundu.

Dimitrofçalı Muslihuddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sınır boyla­rında yetişerek, Rumeli´de İslâmiyetin yayılması için gayret göste­ren gâzî der­vişlerden ve Rumeli evliyâsının büyüklerindendir.

Kânûnî Sultan Süleymân Han, Zigetvar seferi esnâsında kaleyi ku­şatınca, Pertev Paşa da Küle kalesini kuşatıp, topa tuttu. Zafer müyesser olmadı. Dimitrofçalı Muslihuddîn Efendi Dimitrofça´dan talebelerini top­layıp, Küle´ye doğru yola çıktı. Muslihuddîn Efendinin oraya ulaştığı gün, asker arasında zafer haberi yayıldı. Askerin mâneviyâtı çok yükseldi. As­kerler, daha kale alınmadan birbirlerini tebrik ediyorlardı. Kısa süre sonra İslâm ordusu kaleyi fethetti. Muslihuddîn Efendi, fetihten sonra Hüseyin Dede´ye; "Hemen bir (atlı) araba bul, öğleyin çıkıp Zigetvar gazâsına ye­tişelim!" diye tenbih etti. Hüseyin Dede, arayıp taradı, münâsip bir şey bulamadı. Bütün arabacılar, askere erzak ve silâh yetiştirmekle meş­gûldü. Gelip Muslihuddîn Efendiye durumu arzetti. Muslihuddîn Efendi; "Ne yapıp yapmalı, bir araba bulmalıyız. Bütün erenler, gazâya çıktılar." dedi. Hüseyin Dede, yeniden araba aramaya çıkıp, ikindiye doğru bir araba buldu. O gece Travnik kasabasına vardılar. Ertesi gün ikindi sa­a­tine doğru, havâlideki nehre ulaştılar. Ancak yakında konak yeri olmadı­ğından, bir saldırı tehlikesi vardı. Bunun için köprüden geçmeyip yukarı­dan dolaştılar. Cumâ günü seher vakti kalkıp, öğle vaktinden sonra Şikloş´a yetiştiler. Oradan da sevenleri yanlarına katılıp, akşama doğru pâdişâhın ordusuna ulaştılar. Ertesi gün savaş alanına vardılar. Çok geçmeden hisâr tutuştu, yanmaya başladı. Bir müddet sonra da İslâm bayrağı Zigetvar kalesi burçlarında dalgalandı.

Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Dursun Fakîh (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyh Edebâlî hazretlerinin dâmâdı ve Osmanlı Devletinin kurucusu Os­man Beyin bacanağıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefât etti.

Aslen Karamanlı olup, hocası Edebâlî hazretlerinin hemşehrisidir. Çeşitli ilimleri, Edebâlî´den tahsîl edip, tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde âlim, tasav­vufta yüksek derecelere sâhib oldu. Kalbi, kötülüklerin pislikle­rinden temiz­lendi. Dünyâlık olan şeylerden uzaklaşmakta ve takvâda, güzel ahlâkta, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, insanlara doğru yolu göstermekte çok ileri idi.

Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti Sultanının, İlhanlı Gâzan Han ta­rafın­dan İran´a götürülmesi üzerine devlet parçalandı. Her önüne gelen bey, herkes sığınacak yer arar oldu. Haber Osman Beyin meclisine ulaştı. Mecliste hazır bulunan Osman Beye, hatîb ve vâiz Dursun Fakîh şu teklifi yaptı: "Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan müslü- manları bir araya toplayıp idâre etmek basîretini ve gücünü ihsân etmiştir. Allahü teâlânın inâyeti, duâ ordusu­nun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfurları dize getirip, bir­çoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu top­raklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuştur­maya gelmiştir. Müsâade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan îlân edelim." dedi. Sultan düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakîh´e hak verdi. O gün Dursun Fakîh, Osman Gâzi adına hutbe okuyup, beyinin sultanlığını îlân etti.

Dursun Fakîh bundan sonra Osman Gâzinin cihâd hareketine iştirak etti. O hem elinde kılıcı ile gazâlara katılıyor hem de namaz vakitlerinde gâzilere na­maz kıldırıyordu. Ayrıca gâzilerin dînî meselelerdeki suâllerini de Dursun Fakîh çözüyordu. Bu husûsiyetleri ile onun Osmanlı Devleti­nin resmî olmamakla be­râber ilk kâdıaskeri hüviyetini taşıdığı anlaşıl­maktadır.

Dursun Fakîh, okuduğu hutbelerde vâz ve nasîhatlarında gâzilerin gazâ şev­kini artırıcı sözler söylerdi. Resûlullah efendimizin ve O´nun mübârek Eshâbının güzel ahlâk ve örnek yaşayışını anlatırdı. Bu mübâ­rek âlimin sözleri ve duâları bereketi ile Osman Gâzinin seçme yiğitleri, Allahü teâlânın dînini yaymaya, in­sanlara merhametli davranıp zarar vermemeye çok gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı amel işlediler. Nefslerini terbiye edip, ebedî saâdete kavuşmak için gayret gösterdiler.

Osman Gâzi 1302´de memleketi beş idârî bölgeye ayırıp, Bilecik´in idâresini Şeyh Edebâlî hazretlerine bıraktı. Dursun Fakîh bundan sonra hocası Şeyh Edebâlî´nin yanında kalıp onun yerine tefsîr okuttu ve fetvâ işlerini yürüttü. Edebâlî hazretlerinin vefâtından (1326) sonra onun zâvi­yesinde şeyhlik makâ­mına oturdu. 1330´da İznik, Orhan Gâzi tarafından alındıktan sonra Bilecik kâ­dısı olan Candarlı Kara Halil, İznik kâdılığına getirildi. Bu târihten îtibâren Dur­sun Fakîh´e de Bilecik kâdılığı vazîfesi verildi. Dursun Fakîh´in bu görevde iken vefât ettiği tahmin olunmaktadır. Kabri Bilecik´teki hocası Şeyh Edebâlî türbesi içindedir. Şeyh Edebâlî hazretleri hatip, kâdı ve şâir olan talebesi Dursun Fakîh ile yanyana yat­maktadır. Bu çok sevilen derviş gâzinin bir makam türbesi de, Söğüt´ün Küre köyü civârında bir tepe üzerindedir.

Ebdal Kumral (rahmetullahi teâlâ aleyh) Osmanlı Devletinin kuruluş yılla­rında yaşamış mücâhid ve akıncı bir derviş olup, Şeyh Edebâlî haz­retlerinin müridlerindendir. Şeyh Edebâlî hazretleri Eskişehir yakınların­daki İtburnu adlı köyde ikâmet eder, tâliblerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Talebelerini daha çok kâfirlerle cihâda sevk ederdi. Nitekim sohbetle­rinde kemâle gelen Ebdal Kumral´ı da hem talebe yetiştirmek ve hem de Allahü teâlânın dînini yaymak için kâfirlerle harbetmek üzere vazîfelendirdi.

Ebdal Kumral, İslâmiyetin yayılması için pekçok gayret gösterdi. Za­man zaman Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Yine bir de- fâsında Er­meni derbendi denilen yerde dinlenirken Hızır aleyhisselâma rastgeldi. Tatlı tatlı konuştular. Hızır aleyhisselâm, Ebdal Kumral´a Os- man Bey´den söz etti. Onun dağılmış olan müslümanları bir bayrak altın- da toplayacağından ve kurduğu devletin üç kıtaya yayılaca­ğından bah- setti. Ebdal Kumral hazretleri bu genç beyi tanımıyordu. An­cak, birçok gazâda bulunduğunu ve zaman zaman gelip Şeyh Edebâlî´nin zâvi- yesinde misâfir kaldığını duymuştu. Hızır aleyhisselâm; "O genç erin, ge- leceği çok ümitlidir. Kendisine bu müjdemizi ulaştır" dedi. Kumral Ebdal kendisini tanımadığını söyleyince, Hızır aleyhisselâm; "Onu, Edebâlî haz­retlerinin yanında bulacaksın. Şeyhe bu mevzuda bir rüyâsını nakle- decektir." buyurdu.

Kumral Ebdal, Hızır aleyhisselâmdan ayrılınca, içini bir ateş ve özlem sardı. Büyük doğuşun müjdesini içinde hissediyordu. Doğruca şeyhi Edebâlî hazretle­rinin huzuruna varmak üzere yola çıktı.

Bu sırada Osman Gâzi Şeyh Edebâlî´nin Bilecik´teki zâviyesinde mi­sâfir bulunuyordu. Osman Gâzi o gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Ede- bâlî hazretleri­nin koltuğu altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin koltuk altına girdi. O nû­run girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peyda oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Al­tındaki nice dağlar ve nehirleri göl­geledi. Onun gölgesindeki dağ ve ne­hirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladı, Osman Bey uyandı. Hemen abdest alıp şeyhinin huzûruna vardı. Baktı ki şeyhi birkaç derviş ile sohbet etmekte. Bunlardan biri de Ebdal Kumral´dı.

Ebdal Kumral Osman Gâzinin rüyâsını dinlerken heyecandan kalbi­nin dura­cak gibi olduğunu hissetti. İşte Hızır aleyhisselâmın bahsettiği genç. İşte muaz­zam İslâm devletini kuracak genç mîmâr. Bu sırada Os­man Gâzinin rüyâsını dinleyen Şeyh Edebâlî tebessüm edip, ruhları ok­şayan tatlı bir sesle şöyle tâbir etti:

"Ey Osman! Sana müjdeler olsun. Sana ve senin evlâdına Hak teâlâ saltanat verdi. Ve dünyâ âlem, evlâdının saltanat güneşi altında ola. Ve hem kızım Mal Hâtun sana helâl oldu."

İşte şeyhi ile Hızır aleyhisselâmın söyledikleri de birbirini doğruladı. Ebdal Kumral hazretleri artık daha fazla dayanamayıp şeyhi ile mürid arasına girdi. Osman Gâziye Hızır aleyhisselâmın müjdesini de söyle­dikten sonra; "Ey Os­man! Sana pâdişâhlık verildi. Bize şükrâne ne verir­sin " diye sordu. Osman Gâzi ise;

"Ne vakit pâdişâh olursam sana bir şar, şehir vereyim." dedi. Ancak Ebdal Kumral´ın gözü öyle yükseklerde olmadığından; "Bize şu köyceğiz yeter. Şehir­den vazgeçtik." dedi. Osman Gâzi kabûl etti. Ama Ebdal Kumral, ileride bu va­adi Osman Gâzinin çocuklarına karşı ispat etmek için yazılı bir belge istiyordu. Bu maksatla; "Öyleyse bize bir kâğıt ver." dedi. Osman Gâzi ise; "Kâğıt yerine işte bir kılıcım var. Babamdan ve dedemden kalmıştır. Onunla birlikte bir de maşrapa vereyim. Birlikte se­nin elinde olsunlar. Neslin bu nişanı saklasın. Eğer Hak teâlâ beni pâdi­şâhlığa eriştirirse benim neslim dahi bu alâmeti görüp kabûl etsinler, kö­yünü almasınlar." deyip verdi.

Böylece Osman Gâzinin kılıcı Ebdal Kumral ve onun nesli eline geçti. An­cak Kumral Ebdal hazretleri Osman Gâzinin tahta çıktığını göremedi. 1288´de Osman Gâzi, babası Ertuğrul Gâzinin yerine baş seçildiğinde o vefât etmişti. Osman Gâzi ise bu mücâhid şeyh hazretlerini unutmadı. Ona Ermeni Derben­dinde güzel bir zâviye yaptırdı. Birçok köy ve tarlalar vakfetti. Çünkü o, günün birinde rüyâsı her anlamıyla gerçekleşir ve Os­manlı Devleti cihânı kaplayan bir devlet olursa, bunda îmânlı kılıç sâhip­leri kadar, îmân sâhibi dervişlerin de payı olacağına yürekten inanıyordu.

Bu arada her Osmanlı pâdişâhı, Ebdal Kumral neslinden gelen der­vişler elinde o kılıcı görünce pekçok ihsânlar ettiler ve o kılıcın kınını ye­nilediler.

Bursa velîlerinden Ebdal Murâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bursa´nın fet­hinden önce Buhârâ´dan Bursa´ya gelen hak âşığı adı verilen kırk ab­daldan biri­dir. Ebdal Murâd, Orhan Gâzinin Bursa´yı fethinde yanında bulunan mücâhidlerden idi. Yanında dâimâ bir tahta kılıç bulundurur, bu nasıl kılıç deyip alay edenlere; "Siz onun ne kadar keskin olduğunu bil­mezsiniz" derdi.

Ebdal Murâd fetih esnâsında Bursa kalesini gözetleme vazîfesi yaptı. "Hıdmet-ül-Mülûk nısf-üs-sülûk" (Devlet başkanlarına hizmet tarîkat yol­culu­ğunun yarısıdır) sözü gereğince fetihde Sultan Orhan Gâziye maddî ve mânevî yardımlarda bulundu. Dört arşın uzunluğundaki tahta kılıç ile şaşılacak kahra­manlıklar gösterdi. Tahta kılıcını kocaman bir kaya par­çasına vurmasıyla kayayı ikiye ayırması düşmanı dehşete düşürdü.

Harp bitip Bursa feth olunduktan sonra Ebdal Murâd´ın, Keşiş Dağı etekle­rindeki tekkesine çekildiği ve Orhan Gâzinin tekkeye binden fazla bakır kapkacak verdiği rivâyet edilmektedir.

Eskiden bu tekkede esnafa peştemal kuşatılır ve çeşitli eğlenceler yapılır, sonra da Ebdal Murâd´ın türbesine gidilerek duâ edilir ve; "Destini destime vergil destikeremdir. Allah bir dedik, pervâne geldik, yönümüz dergâha döndük. Gün kubbe altında, yeşil seccâde üzerinde, erenler meydanında, sizler huzu­runda peştemal kuşanıp bir murâd almaya gel­dik." denirdi. Sonra tekbirler geti­rilir. Velîlere rahmet okunurdu. Kalfalar, çıraklar esnâfın en yaşlısının ve ustası­nın elini öperlerdi. İhtiyâr usta da; "Allah mübârek etsin oğlum, sanatına doğru ol." diyerek duâ ederdi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Ya´fûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şam´a yakın Ya´fûr köyünde yaşadı. Zühd, takvâ ve verâ sâhibi bir zât idi.

Kalabalık bir cemâat, haçlıların Akka´da yaptıkları zulümden ona şi­kâyette bulundu. Bunun üzerine Ebû Bekr Ya´fûrî onlara; "İnşâallah orayı ve sâhildeki diğer yerleri yakında fethederiz." buyurdular. Bir müddet sonra Sultan Selâhaddîn tarafından fethedilecek şehirlerin isimlerini say- dılar. Zamanla haç­lılar ile müslümanlar arasındaki savaş çok şiddet­lendi. Akka muhâsara edilmişti. Düşman ordusu kalenin dışına çıkarak, İslâm ordusu ile şiddetli bir çarpışmaya girdi. Sonra tekrar kaleye geri çekilerek kuvvetlerini takviye ettiler ve büyük bir sebât gösterdiler. Kale­nin fethi bir gün gecikti. Şemseddîn bin Sel´ûs, orada bu­lunan Ebû Bekr Ya´fûrî´nin talebelerinden bir cemâate; "Hocanızın bir va´di ol­duğunu bili­yoruz. Ona gidip hatırlatınız. Artık bu harbin şiddeti son haddine ulaştı." dedi. Benî Mibşere Dağındaki Keferkânâ köyünde bulunan, Ebû Bekr Ya´fûrî´nin ya- nına gittiler ve durumu haber verdiler. Ebû Bekr Ya´fûrî atına bindi, Üm- mül-kerûm denilen Akka´nın dört saat mesâfede doğu­suna düşen bir kö- ye varıncaya kadar yol aldı. Oradan, Akka´nın ışıkları ve dumanları gö- rünü­yordu. Yanındakilerden birine; "Ey oğlum! Bana üç taş getir." buyur- du. Birinci ve ikinci taşı, "Allahü Ekber! Yâ Muhammed!" diyerek attı. Sonra onlara: "Haydi dönünüz. İnşâallah yarın kale fethedi­lir." buyurdu. Günlerden Perşembe idi. Muhâsarada bulunan bir grup kimse, durumu şöyle anlattılar: "İki taşın atıl­dığı gün, her atışta büyük bir ses vukûa gel- di. Surlar parça parça oldu. Büyük bir toz bulutu yükseldi. İnsanlar, gök- ten belâ indi diye bağırıştılar." Ebû Bekr Ya´fûrî´nin yanında bulunanlar, niçin ü- çüncü taşı atmadın diye sorduklarında; "Eğer onu da atsa idim, bütü- nüyle deniz altüst olurdu. Bu hususta bize izin yok." bu­yurdu. H. 690 se- nesinde Akka fethedildi. Bunu tâkiben, Şam sâhilin­deki haçlıların elinde bulunan; Beyrut, Sayda, Sûr, Hayfa ve Usleys alındı. Bu­ralar, Ebû Bekr Ya´fûrî´nin isimlerini tek tek saydığı yerler idi.

Evliyânın meşhurlarından ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Gayr-i müslimler ile yapılan savaşlara katılır, cihâd ederdi. Öyle bir zâtın İslâm askeri arasında bulunması asker için bambaşka bir moral ve gayrete getirici sebeb olurdu. Çünkü duâ­sıyla, davranışlarıyla, nasîhatlarıyla ve kerâmetleriyle ordu için bir nîmet olurdu. Bir defâsında Rum diyârında cihâd etmekte idiler. Ordunun önü- ne derin bir nehir çıktı. Ebû Müslim Havlânî hazretleri öne geçip; "Bismil- lâhirrahmânirrahîm." diyerek; "Geçiniz." dedi. Kendisi önden gitti, ordu da peşinden yürüdü. Nehrin suyu atların sırtla­rına kadar yükseli­yordu. Geç- tikten sonra; "Bir şeyini düşüren oldu mu " diye sordu ve; "Bir şeyini dü- şüren olduysa, onu bulmaya kefilim."dedi. Bir asker; "Benim torbam düş- tü." dedi. Ona; "Beni takib et." deyip nehre daldı. Torbayı nehrin suları a- rasından eliyle koymuş gibi bulup çıkararak askere verdi.

Osman bin Ebû Atîke şöyle anlatmıştır: Rum diyârında gazâda idik. Komu­tanımız bir yere bir bölük asker gönderdi. Dönecekleri zamânı da belirlemişti. Belirtilen vakit geldiği hâlde gönderilen birlik dönmemişti. Bu sırada Ebû Müs­lim Havlânî namaz kılmak için mızrağını önüne sütre ola­rak dikti. Bir kuş gelip mızrağa kondu ve dile gelip; "Müfreze, askerî birlik selâmettedir. Zafer kazanıp, ganîmet aldı. Falan gün, falan saatte size gelecektir." dedi. Ebû Müslim Havlânî, dile gelip konuşan kuşa "Allahü teâlânın rahmeti senin üzerine olsun, kimsin " dedi. Kuş; "Ben müminle­rin kalplerinden üzüntüyü gideren bir kuşum." dedi. Ebû Müslim, bu ha­beri komutana ulaştırdı. Böylece komutan merakla beklediği asker hak­kında haber almış oldu.

Ebû Bekr bin Ebî Meryem, Atiyye bin Kays´dan naklen şöyle anlat­mıştır: "Şam´dan bir grup insan Ebû Müslim Havlânî hazretlerini ziyârete gitmişlerdi. O sırada Rum diyârında bir gazâya katılmıştı. Arayıp buldu­lar. Bir çadır içinde idi. Yere deri bir yaygı sermiş, bir köşeye de su koy­muştu ve oruçlu idi. Oruçlu ol­duğunun farkına vardıklarında; "Kendine neden bu kadar sıkıntı veriyorsun Se­fer halinde oruç tutmayabilirsiniz, buna izin verilmiştir." dediler. "Eğer fiilen savaş başlarsa tutmuyorum ki, güçlü kuvvetli bir halde cihâd edeyim. Savaş ya­pılmıyorsa tutuyorum. Bilmez misiniz iyice beslenip semizleşen at savaş sıra­sında hedeflere iyi koşamaz. Ancak fazla yağlı olmazsa çevik koşabilir. Önü­nüzde ibâdet ve hayırlı işler yapabileceğimiz belirli günler, kısa bir zaman var." diye ce­vap verdi.

Tasavvuf, hadîs, Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, vâiz ve hatîb Ebû Tâhir Ma­hallî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında İbn-i Kalyûbî şöy- le anlatır: Zamânın sultânı yolculuğa çıkacağı za­man Ebû Tâhir Mahal- lî´ye uğrar, onun duâsını alma­dan yola çıkmazdı. O da her defâsında; "Allahü teâlâ, sultânı muvaffak etsin." diye duâ ederdi. Yine bir seferinde Sultan ve ar­kadaşları kendisini ziyâret edip duâsını aldılar. Onlar ayrıl- dıktan sonra; "Sanki düşmanlarının üstüne gidiyor­muş gibi benden nus- ret için duâ is­tedi." dedi. Daha sonra sultânın askerleri ara­sına katılıp, Avrupa´dan ge­len zâlim Haçlı kuvvetlerine karşı çarpışmak için gitti. Mensûre´deki sa­vaşta atından inip düşmanla savaştı. Yanındakiler, hep şehid oldular. O da pekçok kâfiri öldürdü. Ebû Tâhir Mahallî´ye de birçok ok ve kılıç dar­besi isâbet etmesine rağmen, hiç savaşa girmemiş gibi geri döndü."

Şam´da yetişen âlimlerin ve evliyânın meşhurlarından Ebû Ubeyd el-Busrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Allah yolunda cihâd etmek niyetiyle bir savaşa katıldı. Bir ata binmişti. Yolda atı öldü. Duâ edip, se­ferden dönünceye kadar Rabbinden atın diriltilmesini istedi. Ölen at, Alla- hü teâlânın izniyle dirilip ayağa kalktı. Gazâ bittikten sonra Busr´daki evi- ne varınca, oğlundan atın eğerini almasını istedi. Oğlu, hayvanın çok terli olduğunu görünce eğeri almaktan vaz­geçti. Bunun üzerine; "Eğerini al, bu bize ödünç verilmiştir." buyurdu. Oğlu eğerini alınca, at yere düşüp öldü.

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretle­rinin ceddi hazret-i Sa´d, Resûlullah efendimizin hayır duâlarına kavuştu. Henüz küçük yaşlarda olan hazret-i Sa´d, Uhud muhârebesinde Peygamber efendimize gelerek kendisini de bu harbe götürmelerini arzetti. Peygamber efendimiz başını okşayıp; "Küçüktür, gazâya gide­mez." buyurdular. Çünkü âkıl ve bâliğ olma­yanlara gazâya izin vermez­lerdi. Bu okşamanın eseri, onda ve neslinde görüldü. Hazret-i Sa´d daha sonraki gazâlara iştirak etti. Kûfe´ye yerleşip orada vefât etti.

Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa´da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İsmi Muhammed, lakabı Şemsüddîn´dir. Babasının adı Ali´dir. H. 770 senesinde Buhârâ´da doğdu. Soyu, Peygamber efendimize dayanır. Ona, Buhârâ´da doğduğu için Muhammed Buhârî, Seyyid olduğu için Emîr Buhârî, Yıldırım Bâyezîd Hanın dâmâdı olduktan sonra da Emîr Sultan denilmiştir.

Emîr Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir velî idi. Buhârâ´da sevilir ve duâsını almak için kendisine sık sık başvu­rulurdu. Nakşibendiyye tarîkatının Nurbahşiye koluna mensuptu. Emîr Külâl oğlunu ye­tiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üze­rinde yetiştirmeye çalışan Emîr Külâl, oğluna, bir mesleğe sâhib olması için, çömlekçiliği de öğretti. Emîr Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini arat­mayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu.

Emîr Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefât etti. Babasının vefâtın­dan sonra bir müddet Buhârâ´da kaldı. Sonra aldığı ilâhî emîr üze­rine Mekke´ye gitti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra Medîne´ye geçti. Niyeti, ceddi Resûlullah efendimizin mübârek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrü­nün sonuna kadar orada kalmaktı.

Medîne´ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyyidler için ay­rılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyyid olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emîr Sul- tan´ı yanlarına almak istemediler. Emîr Sultan onlara; "Ben de seyyi- dim." dedi ise de dinlemediler. Hattâ; "Senin seyyid olduğunu bu­rada kim bilir Seyyid olsaydın hâlinden belli olurdu." dediler. Emîr Sul­tan onlara; "Ben de burada, Allah´ın garib bir kulu­yum. Bizim yolumuzda gurûr ve kibir yoktur. Gelin berâber kâinâtın efendisi Resûlullah efendi­mizin türbe sine gidelim. Selâm verelim. Hangimizin selâmına cevap ve­rirse, onun nesebinin sahîh olduğu belli olsun." dedi. Bu teklif üzerine, onlar türbeye dahî gitmeden, yüzlerini Resûlullah efendimizin türbesine döne­rek; "Es- selâmü aleyke yâ ceddî!" dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emîr Sultan, ihlâs ve şevkle; "Esselâmü aleyke, yâ ceddî!" dedi. Resûl-i ekrem mübâ­rek sesiyle; "Ve aleyküm selâm, yâ veledî!" diye ce­vap verdi. Bu- nun üzerine orada bulunanlar, görünüşte fakîr ve hakîr gibi olan Emîr Sultan karşısında bü­yük bir mahcûbiyet duydular ve af diledi­ler.

Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürle­rinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rüyâ gördü. Rüyâ­sında Peygam­ber efendimiz ve hazret-i Ali yanyana oturmuş hâlde idiler. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali ona; "Ey Oğ­lum! Sana cenâb-ı Hak ta­rafından ceddin Muhammed´in sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işâret olundu. Senin önünde, ilerliyen nûrdan üç kandil belirecek, o kan­diller nerede gözünden kaybo­lursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak." dedi. Emîr Sultan uy­kudan uyanınca; "Demek ki takdîr-i ilâhî böyle." diyerek yola çıktı. Haz­ret-i Ali´nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.

Emîr Sultan, Medîne´den yola çıkıp Bursa´ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emîr Sultan´ı gördü ve kalbi ona talebe olmaya meyletti. He­men silâhlarını bırakıp, Emîr Sultan´ın yanına gitti. Ondan kendisini tale­beliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Emîr Sultan onu talebeliğe kabûl etti. Bir süre sonra bir yol kavşa­ğına vardılar. Oranın yerlisi olan bir kişi, yolun birinde, geçit vermeyen bir ej­derhâ, büyük bir azman yılanın olduğunu söyledi ve o yoldan gitmemelerini tenbih etti. Emîr Sultan´ın önünde gi­den kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhânın uzandığını gördüler. Ej­derhâ, sanki avını bekler gibi değil de, şerefli bir misâfiri bekler bir hâldeydi. Emîr Sultan hâriç, herkes ürkek bir hâlde ve endişe içinde yürüyordu ve; "Acabâ ejderhâ ne yapacak Kâfileden kimlere saldıracak " soruları zihinlerini kurcalı­yordu. Kâfilenin önünde bulunan Emîr Sultan, ejderhâya yaklaşınca, ejderhâ derhâl Emîr Sultan´ın devesinin ayaklarına kapanarak; "Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!" dedi. Kâfiledekiler bu durumu hayretler içinde seyrettiler. Fakat onlara yolda katılan bey oğlu, bu duruma pek inanmadı. O sırada ejderhâ, derhâl onun üstüne atladı. Beyzâde; "Aman Allah´ım! Yâ Emîr bana yardım et!" de­yince, Emîr Sultan ejderhâya onu bırakması için işâret etti. Bunun üzerine ej­derhâ, derhâl geri dönerek oradan uzak­laştı. Böylece, gencin kalbindeki şüphe gitmiş oldu.

Emîr Sultan´ın kâfilesi, Sakarya Nehri kenarında bulunan bir bahçede ko­naklamıştı. Bahçede her çeşit meyve vardı. Fakat talebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde ol­gun meyveleri vardı. Ama talebe, olup biteni bir türlü anla­madı. "Acabâ eskiden burada mıydı Yoksa ben bunu görmedim mi " soruları zihnini kurcaladı. Bunu fark eden Emîr Sultan; "Canın hurma yemek istiyordu, işte hurma, al ye!" bu­yurdu. Bunun üzerine talebe, bu durumun hocasının kerâmeti olduğunu anladı.

Emîr Sultan hazretleri Bursa´ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar başında Üç servi civârında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin ya­nında durdu. Böylece Emîr Sultan Bursa´ya yerleşti.

Bu sırada Yıldırım Bâyezîd Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvet­leri, Osmanlı ordusuna büyük zâyiât verdiriyordu. Bu esnâda bir genç, yaralıla­rın yaralarını sarıyor, bâzan da ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bâyezîd, bu genç askerin gayret ve mahâ­retle yaraları sardığını gö­rünce, o gence karşı kalbinde bir yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; "Benim de kolumda yara var, yaramı sar!" deyince, Emîr Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; "Buyurun Pâdişâhım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım." dedi. Sabah olunca, sarılan bü­tün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalk­tıklarını Yıldırım Bâyezîd Hana haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye et­tiği mendilin yarısı olduğunu farketti. Akşam yaraları saran askerin, ya­nına getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.

Osmanlı ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesi­nin fethi için günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hü­cûmların en şiddetli ânında, daha önceki muhârebede as­kerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bâyezîd ve askerleri kaleye gir­diler. Kaledekiler, bu durum karşısında teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bir türlü bulamadılar. Yıldırım Bâyezîd Han, Rumeli fethinden sonra Bur­sa´ya gelmeyip Edirne´de konakladı.

Bu sırada Yıldırım Bâyezîd´in kerîmesi (kızı), rüyâsında Peygamber efen­dimizi gördü. Resûl-i ekrem ona; "Oğlum Muhammed Buhârî ile ev­len, sakın beni kırma ve sözümü dinle!" buyurdu. Temiz rûhlu, edeb ve hayâ sâhibi Hundî Fâtıma Sultan, rüyâsını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resûl-i ekremi rüyâda gördü. Server-i âlem, ona; "Eğer âhirette benden şefâat etmemi istiyor­san, Muhammed Buhârî ile evlen." buyurdu. Hâlbuki Hundî Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleymân Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. Emîr Sultan, zâhiren fakîr ve garîb bir kimse idi. Hundî Sultan, bu çâresizlikler içinde buna­lıp, duâ etti. "Acabâ Emîr Buhârî´nin bundan haberi var mı " dedi. Kiminle ve nasıl haber göndere­bileceğini düşünüyordu. Sonra kendisi gibi edeb ve hayâ sâ­hibi hizmetçi­sine rüyâsını anlattı ve durumu Emîr Sultan´a bildirmesini söyledi. Hiz­metçisi gidip durumu Emîr Sultan´a anlatınca, o; "Bizim de mâlûmumuz­dur. Nikâhımız, Allahü teâlâ tarafından kıyıldı. Dînimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hundî Fâtıma Sultan´a iletin." dedi. Bunun üzerine Emîr Sul­tan, dünürler gönderip sultânın kızını istedi. Fakat Vâ­lide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; "Emîr Sultan´a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm." dedi. Emîr Sultan hazretleri de; "Sultan vâlidemiz develeri göndersinler, isteklerini yerine getirelim. İstediği altınları gönderelim." deyince, sarayı bir telâş aldı. Bu işe kimsenin aklı ermedi. Böyle fakir bir dervi­şin kırk deve yükü altını nasıl vereceğini, şaşkınlıkla karşıladılar. Saraydan kırk deveyi Emîr Sultan´a götürdüler. Emîr Sultan, develerle birlikte Nilüfer Çayının kena­rına gitti. Develeri getirenlere; "Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun." buyurdu. Kimisi şüphe ede­rek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk de­veden mey­dana gelen kervan saraya girince, Emîr Sultan; "Boşaltın, is­tediğiniz altın ol­sun." dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın oldu. Kimi kendisi için de alma­dığı, kimisi de yolda aldıklarını döktüğü için çok piş­mân oldu.

Emîr Sultan ile Hundî Fâtıma Sultan´ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emîr Sultan´a gönderdi. Emîr Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi. Harem Ağası içeri girip; "Vâlide Sultan´dan." diyerek, bohçayı Emîr Sultan´a verdi. Bohçayı bir kenara bırakan Emîr Sultan, onların sıhhat ve âfiyetleri için duâ etti. Son- ra bohçayı açıp, içinden bir mendil aldı. Mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı. Tebessüm ederek Harem Ağası´na; "Vâ­lide Sul- tan´a selâm söyleyiniz. Biz fakir dervişlerin, sul­tânlara hediyesi ancak böyle köz parçaları olur. Kabûl etmelerini arz ederim." dedi. Ha­rem Ağası, herkesin şaşkın bakışları arasında oradan ayrıldı. Yolda gi­derken mendilin yanıp yanmadığını merak etti; fakat mendilden duman bile çıkmıyordu. Saraya kadar kendisini zor tuttu. Hediyeyi Vâlide Sultân´a teslim etti. Mendil sarayda olanların merakları arasında açıldı. Mendilin içinden ateş tâneleri değil, gözleri kamaştıran elmas parçaları çıktı. Bu durumun, Emîr Sul­tan hazretlerinin kerâmeti olduğu anlaşıldı.

Nikâh haberi Edirne´ye ulaşınca, Yıldırım Bâyezîd, Kapıkulu askerle­rinden kırk askeri Süleymân Paşanın emrine vererek, Emîr Sultan´ın ve Hundî Hâtun´un başlarını getirmesi için Bursa´ya gönderdi. Süleymân Paşa Bursa´ya gelince, Vâlide Sultandan onları istedi. Vâlide Sultan vermeyince, kırk asker, Vâlide Sultan´ın sarayına saldırdı. Vâlide Sultan, onların bu saldırısından korktu. Emîr Sultan onun bu hâlini görünce, ona; "Bu dehşet ve korkunuz nedir Allah aşkına söyleyin." dedi. Sonra Vâlide Sultan´a "Şu yayı alın ve oku gerin. Ben bakayım siz atın." dedi. Vâlide Sultan; "Ben ok atamam." deyince, Emîr Sultan; "Siz oku takın, o kendili­ğinden gider." dedi. Bunun üzerine Vâlide Sultan, pencereden askerlere karşı oku kirişe koyup, bıraktı. Yeşil ok, parlayarak gidip kırkına sap­landı. Askerler derhâl kaçtılar. Vâlide Sultan; "Yâ Emîr Sultan! Niye oku sen atmadın da bize attırdın " diye sorunca, Emîr Sultan; "Eğer oku biz at­mış olsay­dık, hem o askerlerin, hem de Osmanoğullarının nesilleri helâk olurdu. Onun için bu işi size yaptırdık." dedi.

Pâdişâhın, Emîr Sultan´ın ve kızı Hundî Sultân´ın öldürülmesi için Bursa´ya asker gönderdiğini duyan Molla Fenârî, Yıldırım Bâyezîd´e şu mektubu yazdı:

"Mektubuma, dâimâ kullarına acıyıcı olan Allahü teâlânın adıyla başlarım. İnsanların en âcizi olan ben, Türk ve İslâm memleketlerinin ko­ruyucusu, Osmanoğullarının övündüğü ve Hak uğruna savaş edenlerin başkanı, İslâm dî­ninin ve müslümanların yardımcısı olan, Pâdişâhımın ömrünün uzun olmasını ve evlâdının çoğalıp kıyâmete kadar şan ve şe­refle yaşamasını Rabbimden niyâz ederim.

Sultânımızın şunu bilmesi gerekir. Bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ´dan önce, Îsâ aleyhisselâm, kendine inananlardan üç kişiyi Hak dîne dâvet için bir beldeye göndermişti. Fakat oranın halkı, onları yalan­layıp ödürdüler. Bu cinâyeti işledikten sonra, sevinerek evlerine gittiler. Cenâb-ı Hak onların bu davranışlarından râzı olmadı ve Cebrâil aleyhis- selâma, o belde üze­rinde yürekleri parçalayıcı, korkunç ve keskin bir sesle haykırmasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm haykırınca, orada­kilerin hepsi bir anda öldü. Böyle büyük bir felâkete düşmekten Allahü teâlâya sığınırız.

Şimdi bizim de Sultânımızdan bir ricâmız vardır. Dün öldürülmesini emret­tiğiniz Emîr Sultan, Resûl-i ekremin neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalbli, Peygamber neslinden bir kişi, zamânı­mıza kadar Anado­lu´ya ayak basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhârâ´dan Anado­lu´ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle yapmadığınız hâlde, mânevî irâde üzerine yurdu­muza gelen bu zât dola­yısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız tak­dirde, dünyâ ve âhiret saâdetiniz artacaktır.

Şunu da bildireyim ki, bu dâmâdınız, Peygamber efendimizin; "Üm­metimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." buyurduğu kim­selerdendir. Bizim böyle seyyidlerden gördüğümüz feyz eserlerini, haz­ret-i Muhammed´den sonra kimse göstermemiştir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultânımızındır."

Aradan günler geçtikten sonra Bursa´ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultânı karşılayanlar arasında Emîr Sultan da vardı. Yıldırım Bâyezîd, onunla selâmla­şınca, harb meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu an­ladı. Sultan, ona şifreli olarak; "O el çabukluğu ne idi " diye sordu. Emîr Sultan; "Allah´ın kuvvet ve yardımı, o bîat edenle­rin vefâ ve sadâkatlerinin üzerinde­dir." (Feth sûresi: 10) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; "Ya o mendilin yarısı ne oldu " diye sorunca, Emîr Sultan; "Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir. Bende­niz dâmâdınız Muhammed Şemseddîn." dedi. Yıldırım Bâyezîd Han atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamıyarak ikisi de ağladılar.

Sultan Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganîmet­ler ile müslümanların ibâdet etmeleri için, Bursa´nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu durumdan vezîrini de haberdar etti. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sâhiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gö­nül rızâsıyla arsalarını verdiler. Fakat câminin inşâ edileceği yerde bir ihtiyar kadıncağızın evi vardı. Bu hanım; "Ben evimi satmam." diye inâd etti. Ona; "Bize bu ev mutlaka lâzım." denildi ise de, hiçbir kimsenin, sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han da o kadının yanına gidip, durumu anlattı. Fakat, kadını fikrinden döndü­remedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu husûsu gö­rüştü. Dîvânda, Emîr Sultan hazretlerine durumun bildirilmesi ve ona göre hare­ket edil­mesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emîr Sultan´ın huzûruna giderek durumu anlattı ve; "Sizin hizmetinize muhtâcız, yoksa câmi-i şerîf yapı­lamaz." dedi. Emîr Sultan; "Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır." diye­rek Sultânı te­selli ve teskin etti. O gece ihtiyar kadın rüyâsında, mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Muhammed Mustafâ´dan şefâat umup, Cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet´e gitmek is­tedi. Fakat yürümeye gücü olma­dığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryâd etmeye başlayınca, zebâniler ona; "Niye ağlıyorsun " diye sordular. İhti­yar kadın; "Müslüman tâife Cennet´e gitti. Ben kaldım, onun için ağlarım." dedi. O sırada gâibden bir ses; "Eğer sen de Cennet´e gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd Hana evini sat, inâd etme, yoksa inatçılardan olup, ehl-i nâr, cehen­nemlik olursun." dediği ânda, ihtiyar kadın hemen uyandı. Uyandığı zaman, evinin bir nûr ile kaplanmış olduğunu gördü. "Elhamdülillah ben de Cennet ehli oldum." diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini sattı ve câminin yapılmasına vesîle oldu.

Emîr Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çar­pışmasının önüne geçemedi. İki müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını iste­meyen Emîr Sultan, sonucun ne olacağını da çok iyi bi­liyordu. Ankara Savaşı­nın başlamasına çok az bir zaman varken, hanımı Hundî Hâtun; "Niçin babamı yalnız bırakıyorsunuz yâ Emîr " diye sordu. Emîr Sultan; "Telâşın boşunadır yâ Hundî! Bu savaş bizim aleyhimizedir. Bunu muhteşem pederinize daha önce arzettim." deyince, hanımı; "Ne olursa olsun. Şu anda babamın yanında olma­nızı arzu ediyorum." dedi. Hanımının isteği üzerine Allahü teâlânın izniyle bir anda cepheye vardı. Orada Sultan Bâyezîd Han ile görüşmesine rağmen, kara­rından dön­meye niyetli olmayan Pâdişâhı, savaştan vazgeçiremedi. Emîr Sultan´ın îkâz ettiği şekilde, savaş Yıldırım Bâyezîd´in aleyhine sonuçlandı.

Ankara Savaşından sonra Tîmûr Hanın ordusu Bursa önlerine gelip konak­ladı. Ordu uzun süre burada kaldığı için, Bursa´da yiyecek tükendi ve halk sı­kıntı içine düştü. Bunun üzerine halk Emîr Sultan´a gidip yardım istedi. Emîr Sultan onlardan birisine; "Tîmûr´un ordusuna git, orada kum­ral sakallı, kırmızı yüzlü, kimsenin yüzüne bakmayan, bizi yürekten se­venlerden bir eskici var. Ona selâm söyle ve bir aydan beri müslümanlar yiyeceksiz kaldı. Göçmezler mi acabâ de!" buyurdu. Bu emri alan kişi, Tîmûr´un ordusundaki eskiciyi buldu ve Emîr Sultan´ın sözlerini nakletti. Eskici Baba; "Evet, buraya geleli epey oldu. Artık göç vakti geldi." diye­rek elindeki iğne ipliği bir kutuya yerleştirdi. O anda orduda toplanma ha­zırlıkları başladı. Kısa süre sonra Tîmûr´un ordusu şehri terk etti.

Yıldırım Bâyezîd´in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amas­ya´da bu­lunan Şehzâde Çelebi Mehmed, bir gün Molla Ali´yi huzûruna dâvet edip dedi ki: "Yâ Molla Ali! Meydana gelen hâdiseden ibret aldın mı Babam Yıldırım Bâyezîd´in başına gelen musîbet ve belâların se­beplerini düşünebiliyor musun Görüyorsun ki, herbirimiz bir yere ayrıl­dık. Kardeşim Mûsâ Çelebi, Îsâ Çelebi´nin üzerine yürüdü ve Bursa´da tahta oturdu. Kardeşim Süleymân Çelebi ise Edirne´de tahta oturdu. Düşman bizden korkarken, şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle E- dirne´de oturan kardeşim Süleymân Çelebi´nin fitne ve fesâ­dından kor­kulur. Din ve devlete taşıdığım iyi niyet ve gayret, bu olaylar karşı­sında beni daha da hassas kıldı. Gel seninle tac ve taht düşüncesini terk ede­rek hacca gidelim!" Çelebi Mehmed hem söylüyor, hem ağlıyordu. Ak­şam ikisi de istihâreye yattı. Çelebi Mehmed rüyâsında dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr´ı gördü. Yanında Emîr Sultan vardı. Ona bir kılıç, bir de eğerlenmiş at vererek; "Haydi yiğidim! Din esâslarını ikâme eyle!" dedi­ler. Çelebi, ata binmek isteme­diği hâlde, çâresizlik içinde binmek zo­runda kaldığını ve Gelibolu istikâmetine hareket ettiğini gördü. Molla, aynı gece rüyâsında Bursa´da olduğu ve Çelebi Mehmed´i tahtın üs­tünde, Mûsâ Çelebi´yi ise tahtın altında gördü. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, Bursa´ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti. Rüyâda gördüğü gibi Osmanlı tahtına sâhib oldu.

Kurtuluş Savaşının mücâhid gâzilerinden Es´ad İleri Hoca (rahme- tullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetişti. Gençliğini ve ömrünü ilim meclisleri ile savaş meydan­larında geçirdi. Birinci Dünyâ Savaşında cihâd-ı mukaddes îlân edildiği zaman, halkı dîn-i İslâm ve ümmet-i müslümanı koruma yolunda cihâda teşvik etti. Bunun için bir de broşür çıkardı. Burada cihâd hakkında âyet ve hadîslerin izâhından sonra şöyle de­mekteydi:

"...Ey din kardeşler! Cümlenin malûmudur ki, Moskof, müslümanlığın kadîm düşmanıdır. İngiliz ve Fransızlar da son zamanlarda müslümanlık âlemine karşı bir cellât kesildiler. İngiliz ve Fransızlar, Rusya gibi gaddâr ve müstebit bir hükümetle elele vererek idâreleri altında bulunan müslü- man kardeşlerimize yapmadık fenâlık bırakmadılar. Geçen sene Rumeli fecâyii de onların zâlimâne ve hâinâne tertibleri netîcesinde ya­pıldı. İşte onların mezâlimi bugün sâha-i cihanda ve üç yüz milyon ehl-i İslâmın uyanmasını ve kalkmasını mûcib oldu. Bugün Rus, İngiliz, Fran­sız aha- lisi bir araya gelse, toplansa, hüküm ve esâretleri altında bulun­durdukları ehl-i İslâmın yarısından azdır. İşte bugün Âlem-i İslâmın en müthiş ve mel´ânetkâr düşmanlarıyla muhârebemiz var. Öyle düşmanlar ki; idâresi altında din kardeşlerimiz envâ-ı mezâlime uğruyor. Lâkin Allahü teâlânın yardımıyla o din kardeşlerimizin göz yaşları Hükûmet-i muazzamamızın ve şanlı ordumuzun tedbir ve gayretleri ve Âlem-i İslâmın vatanper- verâne hareketleri ile silinecektir.

Ehl-i İslâmın düşmanı ne kadar çok olursa olsun, Âlem-i İslâmı mah­vede­mezler. Muhâfaza-i din ve vatana âit şer´an mükellef olduğumuz va­zîfeyi lâyıkı ile îfâ edersek netîcede zafer bizimdir. Resûlullah efendimi­zin dîninin nûrları sönmez. Dîn-i mübîn-i İslâm kıyâmete kadar pâyidâr olacaktır. Dîn-i celîl-i İslâmın hâmisi, Allahü teâlâ ve şefîi Resûl-i mücte- bâ efendimiz hazretleridir.

Allahü azîmüşşânın ve Resûl-i müctebânın emîrleri mûcibince hare­ket ve böyle cihâd zamânında malımızı ve canımızı fedâya gayret ede­lim. Zîrâ gördü­ğümüz felâketler dûçâr olduğumuz musîbetler artık cana dayandı. Elhamdülillah dünyâ yüzündeki âlem-i İslâm uyandı. Malûmdur ki; dünyâ yüzünde üç yüz milyon müslüman kardeşlerimiz var. Hilâfet makâmının şefkatli, merhametli sancağı altında mesûd ve bahtiyar hayat süren yirmi milyon nüfûs-ı müslime bulunuyor. İran ve Efgan hükümetle­rinin idârelerindeki on altı milyondan ma­âda iki yüz altmış dört milyonu ecnebilerin, düşmanların boyunduruğu, idaresi altındadır. Yazık değil mi Allahü teâlâyı bir, Peygamberân-ı izâmı hak tanıyan din kardeşlerimiz, hakkı yıkmaya çalışanların esâreti altında bulunuyor, inliyor.

İslâm memleketlerini birçok zamanlardan beri kaplayan felâketleri düşüne­lim. Koca Endülüs Devlet-i İslâmiyesi ne oldu Bir fert kalmayın­caya kadar İs­lâmlar mahvoldu. Yüzden fazla vilâyete sâhip, İslâmın sal­tanatının merkezi olan o koca müslüman memleketi ne için İslâmların elinden çıktı Üç yüz bin câmii şerîfi olan ve üç yüz bin minberde hutbe okunan o koca kıtanın, İspanyalıların eline düşmesi acaba nedendir Hindistan müslümanları neden esâret altına girdi Neden her karış top­rağını ecdâdımızın kanlarını dökerek aldıkları memle­ketler düşmanlar eline geçti Neden olacak:

Kişiye zulmeder mi hiç Mevlâsı,

Kişinin çektiği kendi cezâsı...

.

Yine Kur´ân-ı kerîmde buyrulmuştur. Meâl-i şerîfi: "Bir millete, bir kav- me ihsân olunmuş memleketi, nîmeti cenâb-ı Hak ellerinden almaz. Ne zaman ki; o millet, o kavim, o ilâhî nîmetin kadrini bilmez, kıymet-i ha- kikiyesini takdir et­mez, sefâhete gider, nefsinin peşine düşerse hazret-i Allah ellerinden alır." İşte şu sırr-ı celîl-i İlâhî, müslümanlar hakkında zu- hûr etmiştir.

Allahü azîmüşşân bize tarîk-i necâtı göstermiştir. Kur´ân-ı azîmüş- şânda..." diyerek uzun uzun âyet ve hadîsler zikredip halkı birliğe ve cepheye koşmaya dâvet etmekteydi.

Birinci Dünyâ Harbinin kaybedilip vatanın işgâl altına düşmesinden sonra Es´ad Hoca silâha sarılarak yanına aldığı gençlerle tâ Gümülci- ne´den beri tıy­netlerini iyi tanıdığı Yunan çetelerinin karşısına geçti. Ay- dın havâlisinde çarpı­şan Kuvay-ı Milliyeciler içinde cidden çok büyük hizmetler yaptı. Muntazam ordu teşekkül ettikten sonra da millî ordunun fahrî müftüsü sıfatıyla zafere kadar hitâbeti ve silâhıyla din ve vatan uğ- runda görülmemiş bir fedâkârlıkla çalıştı. Es´ad Hoca´nın bu devredeki uzun ve teferruatlı mücâdelesinin bir kısmını, millî mücâdele Aydın cep- hesi kumandanı ve harekât-ı harbiye reisi Tâhir Özerk Bey bir mektu- bunda şöyle nakletmektedir:

"...Millî mücâdelede, Aydın ve Ödemiş cepheleri harekât-ı harbiye reisi bulunduğum cihetle pek muhterem diğer bir hocamızdan da bah­setmek vecîbe­dir. O da birinci Büyük Millet Meclisinde Aydın mebûsu olarak bulunmuş olan Hoca Es´ad Efendidir. Aydın´da sultânî mektebinde muallim ve Aydın Hilâl-i Ahmer reisi iken işgâl üzerine silâha sarılarak cephemize gelmiş, hakîkî bir muhârib olarak bizimle muhârebelere iştirak etmiştir.

Yunan, Ödemiş´in Mendegüme üstündeki bayıra, açık ordugâh kur­muştu. Biz de Koçak Deresi ağzında yüz elli mevcutlu bir piyâde taburu ve bu taburun sağında kırk kadar zeybek kızanıyla Mendegümeli Hasan Hüseyin Efe, sol cenahdaki tepede bir kudretli cebel topu ve benim mai­yetimde yedi süvâri (muhterem Hoca Es´ad Efendi de dâhil), buna mu­kâbil düşman bir alay piyâde ve dört toplu bir cebel bataryasından mürekkeb idi. Fecirle berâber savaş baş­ladı. Her neye mal olursa olsun Mendegüme havzasını düşmandan geri almamız esas gâyemiz idi. Bunu da taarruz emîrlerimizde bildirmiştik. Fecrin o ıssızlığı sırasında ordu müftümüz muhterem hocamız Es´ad Efendi kendisi ve topçu as­kerleri tekbirler getirerek ilk mermiyi biricik topumuzun namlusuna yerleştirtti. Harp kızıştı. Açıkta mevzi alan düşman topçusu, Koçak Deresi ağzına doğru dört mermi attı. İşâretimiz üzerine bizim topumuz açıkta bulunan düşman topçu­suna tekbirlerle ateşlendi. Tekbirlerle yerleştirilen bu mer- mi düşman topunun birinin ağzına isâbet etti, bunu müteâkip de düşman topları üzerine beş mermi daha yollandı. Düşman topları susup yalnız bizim topumuzun patlaması Yunan­lıları sarstı, düşman topçusu mühim zâyiâtla perişan bir halde geriye kaçtı. Yu­nan askerleri bozulup, yüzlerce ölü bırakarak kaçtı. Bizim zâyiâtımız, biri mülâ­zım olmak üzere üç ya- ralıdan ibâretti. İki buçuk saat sonra Başören, Küçükören, Mah­mutlu köyleri tamâmen düşmandan geri alındı. Biz de muzaffer olarak cephe karargâhı olan köşke döndük.

Muhterem hocamızın gerek muhârebe ve gerek siyâset sâhalarında büyük hizmetleri vardır. Aydın muhârebesinden sonra Yunan mezâlimini İstanbul hükûmetine ve Îtilaf devletleri mümessillerine anlatmak üzere umum halkın mümessili olarak Aydın Belediye Reisi Reşat Beyle birlikte Rodos tarikiyle İs­tanbul´a gitmesi ve beynelmilel bir tahkik heyetinin gel­mesine ve lehimizde ra­por verilmesine dâir büyük hizmetlerine paha bi­çilmez, takdir ve tebcîl-i vecî­bedir."

Es´ad Hoca Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine Aydın mebûsu ola­rak seçildi. İkinci devrede ise, Menteşe (Muğla) Mebûsu oldu. O gerçek­leştirilmesi için üç sene milletçe yekvücut bir halde ve fedâkârca çalışılan Mîsâk-ı Millî´nin tescil ettirilmesini cânu gönülden arzuluyordu. Ancak Lo­zan heyetinin bu gâye­den uzak faâliyetlerini görünce, şiddetli tenkitlerde bulundu. Mecliste muâhe­deye red anlamına gelen kırmızı oy verdi. Bil­hassa Batı Trakya Türklerinin mu­kaddesâtı üzerindeki tâvizkâr politikayı tenkîd eden Es´ad Hoca, yaptığı konuş­mada; "Ben Yunan palikaryalarını bilirim. Onlara teslim ettiğiniz Türklerden birgün gelecek; bir torba kemik bile alamayacaksınız." dedikten sonra, Mora ve Girid gibi yerlerde bunun misâllerini nakletti.

Bearbeiten

Mevlana3943

Profi

Beiträge
745
Geschlecht
Männlich

2

27. Oktober 2011
Osmanlılar zamânında Anadolu´da yaşayan evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-Memdûh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin akrabâlarından Ali Efendi birkaç arkadaşıyla hacca gitmişti. Dönüşte Lazkiye civârına geldiklerinde yiye­cekleri bitti. Lazkiye´ye giderek orayı idâre eden Os­manlı paşasına durumu an­lattılar ve yardım talebinde bulundular. Onla­rın Tillolu olduğunu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Ye­ğeni olduğunu söyledi. Paşa buna çok sevindi ve hocalarının evsâfını sordu. O da tek tek anlattı. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna ol­dukça şaşırdı. Acabâ paşa, hocamı nereden tanıyordu Daya­namayıp sordu. Paşa da cevap olarak şöyle anlattı:

Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir al­mıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı, gerek si- lâh, gerekse as­ker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransız­ların üzerine yürüyerek gâlip gelmemizi emretti. Başüstüne, diyerek tek­rar asker topladım. Hazırlıklarımı ta­mamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere namazlarını geçirme­meleri için tekrâr tekrâr tenbih ettim. Sonra helallaşmalarını, âmirlerine mutlak itaat edip zamanın velîle­rinden imdâd istemelerini söyledim. Böylece maddî ve mânevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sa­bahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur´ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakk´a çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamânın Gavs´ın- dan da yardım istedim. Fecr vaktinde askerimi uyandırdım. Ezân-ı Mu­hammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerimle helâllaştım. Güneş doğar- ken, karşı te­pede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; "Allah Al­lah!.." nidâlarıyla hücûma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çar­pışmaya döndü. Her iki tarafın da bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücûm ettiğini gördük. Bu gelen nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli gö­rü- nüyordu. Elinde kılıcı ile; "Allahü Ekber" nidâlarıyla hü­cûm üzerine hü­cûm tâzeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyecana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbiri- miz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş ko­parı­yorduk.

Bizim bu ânî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya baş­ladılar. Peşlerine düştük, pek çoğunu öldürdük, bir kısmını esir aldık. Pek azı kaçabil­mişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti. Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Ni­hâyet geldiklerinde esiri yere bıraktı ve; "Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtı­yordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!" buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; "Canım size fedâ olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz " diye sordum. "Tillolu Memdûh´um." diyerek atını mahmuzladı. Önce şâha kal­kan at, hızla yanımızdan uzaklaştı.

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bolşevik İhtilâli sırasında Kalişof hâdisesinden îtibâren Ruslara karşı çok gazâ ve cihâdlarda bulundu. Buhârâ Emirliği Rusların eline geçtikten sonra da cihâdı bırakmadı. Ancak silâh ve gıdâ yetersizliğin­den Afganistan´a hicret et­mek mecburiyetinde kaldı. Büyük bir kalaba­lıkla Afganistan´a geçen Halîfe-i Kızılayak, bundan sonra devamlı cihâd hareketini destekledi. Habîbullah Han zamânında Rusya Afgan sefîri bulunan Gulâm Nebi Han, Rusların yardımıyla Pettekeser mevkîi üzerin­den Belh şehrine saldırdı. Burayı işgâl ederek ayrı bir devlet gibi dav­ranmaya başladı. Bunun üzerine Halîfe-i Kızılayak, Ruslara karşı çok iyi savaş tecrübesine sâhib bulunan Türk mücâhidlerini bizzât kardeşi Âlim Han ile Belh´e gönderdi. Büyük mücâdeleler netîcesinde Belh işgâlden kurtuldu ve Âlim Han geçici bir süre için Belh´i idâre etti. Her şey normale döndükten sonra Belh´i hükûmete teslîm ederek geri döndü.

Mânevî yönü pek kuvvetli olmayan Emânullah Han, bir keresinde Belh´e gelerek bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantıya Halîfe-i Kızılayak´ı da dâvet etti. Fakat toplantı öncesi oradaki devlet erkânına Halîfe-i Kızı­layak içeri girdi­ğinde ayağa kalkmamaları husûsunda sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Halîfe-i Kı­zılayak, yanında hazret-i Şurbâzâr olduğu halde Bel- h´e gelerek toplantı yerine gitti. Onun teşrifini gören Emânullah he­men ayağa kalkarak saygıyla karşıladı. Emânullah ayağa kalkınca diğer dev- let erkânı da ayağa kalkmak mecburiye­tinde kaldılar. Daha sonra bu durum kendisinden sorulduğunda Emânullah şöyle cevap vermiştir: "Ha­lîfe-i Kızılayak´ı gördüğüm vakit her iki yanında büyük bi­rer arslan vardı. Korkumdan ve kendimde olmadan birden ayağa kalkıverdim."

Bolşevik ihtilâlinden sonra Afganistan´a geçen Türk muhâcirleri ile bâzı Peştun kabîleleri arasında münâzaralar ortaya çıkmıştı. Hattâ ufak çapta çatış­malar da görülmüştü. Bu hâdiseler devâm ederken Peştun- ların kabîle reisi bütün adamlarını toplayarak bu durumu görüş­mek üzere Kızılayak´a hareket etti.

Bunu duyan Halîfe-i Kızılayak, kırk elli kadar kişiyi silâhlı olarak yolun iki kenarına yerleştirdi. Adamlarıyla kızgın bir şekilde gelmekte olan han, Kızılayak´a on beş km kadar yaklaştığında ürpermeye ve endişeye ka­pılmaya başladı. Yaklaştıkça ezilip büzüldü ve âdetâ küçüldü. Han, nihâ­yet dergâh kapı­sına geldiğinde mecalsiz bir halde edeple içeri girdi. Ö- zürler beyân ederek bütün anlaşmazlıklara son vermek üzere huzurdan ayrıldı. Böylece felâkete sebeb ola­bilecek bir mesele kendiliğinden halle­dilmişti. Daha sonra yakın adamları reise, kendisinde görülen değişikliği suâl ettiklerinde; "Yolun iki kenarında bir ordu bekleşiyordu." diye bah­setmiştir.

Halîfe-i Kızılayak, gerek sözleriyle, gerek ameliyle Ehl-i sünnet îtikâdı ve İslâm ahkâmına tam uymuş ve onu yaymak için uğraşmıştır. Uzun ömrünü cihâdlarla süslemiştir. Kendisine gösterilen saygılara mukâbil on- da kesinlikle bir kibir ve gurur hâli görülmezdi. Her hâliyle çok mütevâzi idi.

Herkese iyi davranırdı. Kendisine kötü davrananlara karşı da yumu­şak ve merhametli idi. Çocuklar dâhil herkese selâm verirdi. Kimse ken­disinden önce ona selâm veremezdi. Birçok defâ daha önce selâm ver­mek niyetiyle huzûruna çıkanlar bunu başaramamış, hep selâm almak mecbûriyetinde kalmışlardır.

Kimseyi incitmemeye çok dikkat ederdi. "Çocukluğumda sapanla bir serçe vurmuştum. Bunu her hatırlayışımda korkudan kalbim titriyor." bu­yururdu. En küçük müstahaba bile ehemmiyetle riâyet ederdi. Hep kıble tarafına dönerek otururdu. Helâl ve temiz yemeye çok dikkat ederdi. Seyyitleri çok sever ve on­lara hürmet gösterirdi. Her hareketi Resûlul- lah´a tam tâbi olduğunu gösteri­yordu.

Yavuz Sultan Selîm Hanın nedîmi, sohbet arkadaşı ve velî Hasan Can (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Sultan Selîm Han, bir gün İran seferinde ge­çen bir hâdiseyi anlatırken demişti ki: "Biz, hiçbir sefere ken- di görüş ve düşün­celerimizle karar vermedik. Görevlendirilmeden her- hangi bir yere seferimiz ol­mamıştır." Bunun üzerine ben de, Kemâled- dîn-i Erdebîlî´den işittiğim sözleri naklettim. Sözümü tasdîk edip; "Molla Kemâleddîn denilen bu zât nasıl bir kim­sedir " diye suâl etti. De­dim ki: "Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî´nin büyük ve en bilgili talebesi olup, din ve fen ilimlerindeki tahsîlini tamamladıktan sonra, ta­savvuf yoluna meyletti. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu. Fenâ mertebele­rine ula­şıp, âlim- lerin ve halktan herkesin kendisine inanıp bağlandığı ve çok ta­lebesi bu- lunan bir tasavvuf ve mârifet ehli oldu. İbâdetle çok meşgûl olur, bir an Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itâatsizlik etmezdi. Dâimâ tâat üzere bulu­nurdu. Tefsîr ve hadîs ilimlerini mütâlaaya devâm ederdi. Tef­sîr-i Beydâvî´yi ve Sahîh-i Buhârîyi yanından hiç ayırmazdı. İbâdet eşi­ğinden başını kaldırmazdı. Âlimler arasında bir mesele hakkında ihtilâf zuhûr e- dip çözmeye güçleri yet­mezse, hemen ona başvururlar ve cevâ­bını alırlardı."

Yine Hasan Can, şânı yüce pâdişâhla aralarında geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmektedir: "Merhum Cennet-mekân Sultan Selîm Han haz­retlerinin âdet-i şerîflerinden biri de, çoğu gecelerini kitap okumakla geçi­rip, sabah namazına kadar uyumamalarıydı. Zaman zaman da ona oku­tup, kendileri dinlerlerdi. Bâzan da, devlet ve saltanat işlerinden söz ederlerdi. Bir gece uyku bastırıp, sıh­hatim de bir parça bozuk olduğun­dan, yatağıma uzanıp uyuyakalmışım. Sabah namazı vaktinde uyanarak namazımı kıldıktan sonra, hemen Sultânın hizmetine koştum. "Bu gece hiç görünmedin, ne yapıyordun " diye sordular. "Birkaç ge­ceden beri uy­kusuz kaldığım için, bu gece gaflet bastırıp hizmetinizden uzak kaldım." diyerek cevap verip, özür diledim. Bunun üzerine buyurdular ki:

"Öyleyse şimdi anlat bakalım, bu gece nasıl bir rüyâ gördün " "Anla­tılacak değerde bir rüyâ görmedim." diye cevap verdim. Yine buyurdular ki: "Bu nasıl sözdür İnsan bir gecenin tamâmını uyku ile geçirsin de hiç rüyâ görmesin. Hayret doğrusu! Herhâlde bir şeyler görülmüştür." Sonra üzerinde durmayıp, başka konularda bir süre sohbet ettikten sonra tekrar buyurdular ki: "Saçma şeyler söyleme Hasan Can! Herhâlde bu gece bir rüyâ görülmüştür. Bunu ben­den gizleme!" Çok düşünmeme rağmen bir türlü rüyâ gördüğümü hatırlayama­dım. Yemîn ederek, anlatılmağa değer bir rüyâ görmediğimi söyledim. Mübârek başlarını sallayıp; "Tuhaf şey!" dediler. Tekrar tekrar rüyâmdan sormaları çok garibime gitmişti. Sebebini de bir türlü anlayamadım. Şaşırıp kalmıştım.

Bir süre sonra, Kapı Ağasının oturduğu odaya bir iş için beni gönder­diler. Vardığımda gördüm ki, Hazînedârbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı ve Saray Ağası ile töreleri üzere oturup konuşuyorlardı. Fakat Kapı Ağası Hasan Ağa düşünceli, şaşkın ve başını önüne eğmiş bir vaziyette gözü yaşlı oturuyordu. Gerçekten de o, az konuşur, sâkin, iyi huylu ve geceleri teheccüd namazına kalkan kişilerden biriydi. Fakat bu hâli, önceki dav­ranışlarına hiç benzemiyordu. Bir yakını vefât etmiş sandım.

"Ağa hazretleri, geçmiş olsun! Kalbiniz gamlı, gözünüz yaşlı görülür. Se­bebi ne ola " dediğimde; "Hayır, böyle bir durumum yok!" diye hâlini gizledi. Hazînedârbaşı dedi ki: "Kardeş! Ağa bu gece bir rüyâ görmüş. Daha o uykunun mahmurluğundadır." Ben de dedim ki: "Allah rızâsı için söyleyin ki, devletlû Pâdişâhımız, elbette bir rüyâ görmüşsündür diye hiç durmadan beni sıkıştırdı durdu. Herhâlde bu türlü ısrâr edip durmaları sebepsiz yere değildir. Ona iyi bir armağan olur, anlatınız!" Hasan Ağa ise anlatmaktan kaçınıp duruyordu. Üze­rinde bir utanç hâli vardı. "Benim gibi yüzü kara günahkârın ne rüyâsı ola ki, pâdişâh katında söylensin. Kerem edin, bana böyle bir teklifte bulunmayın!" diye anlatmaktan kaçı­nıyordu. Biz sıkıştırdıkça, Ağa, hayâsı çok bir kişi oldu­ğundan; "Kerem eyleyin, vaz geçin!" diye yalvarırdı. Sonunda Mehmed Ağa dedi ki: "Niçin söylemezsin Daha önce bize anlattığında, pâdişâha anlatmak için me­mur edildiğini söylemiştin ya! Gizlenmesi hıyânet olmaz mı " deyince, çâresiz kalıp, gizli kapaklı sırrın mührünü açıp dedi ki:

"Bu gece rüyâmda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber vardır deyip kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dı­şarısı görü­nüyor, fakat bir adam sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, Harem dâiresi, başlarında sarık bulunan Arab si­mâsında nûr yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar, silâhlar ve başka âletler ile hazır vaziyette duruyor­lardı. Kapı dibinde ise nûr yüzlü dört kişi duruyordu. Onların ellerinde de birer sancak vardı. Pâdişâhımızın san­cağı, kapıyı çalanın elindeydi. O zât, bana dedi ki: "Biz neye geldik, bilir misiniz " Ben de "Buyurun." dedim. Dedi ki: "O gör­düğün kişiler, Resûlul- lah efendimizin eshâbıdır. Bizi dahi Resûl-i ekrem efen­dimiz gön­derip, Sultan Selîm Hâna selâm söyledi ve buyurdu ki: "Haremeyn´in (Mekke ve Medîne´nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin. Gördüğün bu dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül Fârûk ve bir di­ğeri de Osmân-ı Zinnûreyn´dir. Seninle konuşan ben de, Ali bin Ebî Tâlib´im. Bunu he­men varıp Selîm Hâna söyle!" dedi ve gözümün önün­den yok olup gittiler.

Bana dehşetli bir hâl oldu. Terler içinde kalıp, sabaha kadar öyle baygın bir vaziyette yatıp kalmışım. Oğullarım, teheccüd namazına alı­şageldiğim üzere kalkmadığımı görünce, hasta olduğumu sanmışlar. Sa­bah namazı vakti geçmek üzere iken gelip beni uyarmak için vücûduma ellerini sürdüklerinde görmüşler ki, suya düşüp ıslanmış gibi yatıyorum. Elbisemi değiştirmek için yenilerini ge­tirip, o sırada beni uyandırmışlar. Aklım başıma gelince, acele gelip namaza ye­tiştim. Fakat aklım hâlâ tam başımda değildi." diyerek, hem söylüyor, hem de ağlıyordu.

Ben, Pâdişâhın buyurduğu hizmeti bitirdikten sonra, dönüp şerefli makâ­mına gelince, bu hizmeti sormadan, yine rüyâmdan sorup buyur­dular ki: "Şu se­nin, bu gece sabaha kadar uyuyup, hiçbir rüyâ görmedi­ğine şaşılır!" Bunun üze­rine ben de: "Pâdişâhım, rüyâyı bu Hasan kulu­nuz görmedi ise de, bir başka Ha­san kulunuz görmüş. Emriniz olursa arzedeyim." dedim. Emirleri üzerine Hasan Ağanın rüyâsını aynen nak­lettim. Anlattıkça mübârek yüzü kızarmaya başladı ve nihâyet dayana­mayıp, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Rüyâyı tamamla­yınca; "De- mek ki, o dert sâhibinin safâ-i meşrebi, temiz bir hâli varmış. Sen onu bize medhettikçe; "Zâten, ibâdet ederken gördüğün her kimseyi velî sa­nırsın zannederdik. Meğer sevmediğini medhetmez imişsin." diye buyur­dular ve arka­sından: "Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa memur olunma­dıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Herbirinin nice kerâmetleri vardır. İçlerinde, ancak biz onlara benzemedik." di­yerek tevâzuunu dile getirdi ve hâlini gizle­meye çalıştı. Bu rüyâdan sonra, Ara­bistan seferinin hazırlıklarına başla­yıp, bütün tedbirlerini alıp, her türlü harp te­dârikini temin ettikten sonra sefere karar verdi. Meşhur târihçi Solakzâde, bu konuda diyor ki: "Pâdi­şâha dahi o gece rüyâsında, Hasan isminde bir şahıs vâ­sıtasıyla kendi­sine bir hizmetin görülmesi tebliğ olunacağı haber verilmişti."

Mısır´ın fetholunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han, Hasan Can´a şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî´yi gördüm. Yolcu­luk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağla­mıştı. Bu halde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bi­zimle vedâlaştı." Pâdişâh bu sözleri söyler söylemez Hasan Can gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tâbire girişti ve; "Velîlerin görünüşte çıka­cakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, ya­kında vefât edeceklerine işârettir." dedi. Sultan Selîm Hanın bu cevâba cânı sıkıldı ve; "Rüyânın gerçekleşmesinin yormaya da bağlı olduğunu bilmez misin Eğer Şeyhe bir hal olursa senin yorumuna bağlarız. Ce­zâlandırılmayı hak eyledin." dedi. Bu sözler üzerine Hasan Can rüyâyı o şekilde tâbir ettiğine çok üzüldü ve pişmanlık duydu.

Çok geçmeden Muhammed Bedahşî´nin ölüm döşeğinde Şam´ın ileri gelen­lerini toplayıp; Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övül- müş oldu­ğunu haber vererek, Arab diyârının fethiyle Hak teâlâ katın­dan vazîfelendirildi­ğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bil­dirdi. Orada hazır olanlara ve olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olma- larını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultâna benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbet­lerimi iletirken, dünyâ­dan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyette bulunmuştu. Şam vâlisi der­hal durumu Sultanın kapısına duyurdu.

Bu sırada Sultânın yanında hocası Halîmî Çelebi Efendi ile Hasan Can bu­lunuyordu. Sultan hocasına dönerek; "Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâ­birden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı Bu şekilde tâbirin cezâsı dayak değil mi " dedi. Halîmî Efendi ise Hasan Can´a bakıp; "Senden böyle acemi davranış bekle­mezdim. Atılganlık etmişsin." deyince, Hasan Can utan­cından başını öne eğip dedi ki: "Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise fermân devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı câize, hediye ihsânıdır." Halîmî Efendi bu sözleri doğru bulup, dedi ki: "Hasan Can kulunuzun görüşü akla uygundur. Ger­çekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır." Başlara tâc olan Pâdişâh bundan sonra Şam´dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşî´nin ve­fât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, Hasan Can´a kıymetli bir hil´at, el­bise ile, tam ayar iki yüz dînâr altın ih­sân buyurdu. Bunca lütfu Muhammed Bedahşî´nin kerâmeti eseri bilen Hasan Can, şeyhin azîz rûhuna duâlar eyledi.

Hasan Can, Yavuz Sultan Selîm´in vefâtını şöyle anlatmaktadır: "Sul- tan-ı Arab ve Acem, 1520 Şâbân ayında eski saltanat merkezi Edir­ne´ye gitmeyi ka­rarlaştırıp, vezirler ve dîvân erkânını önceden, ordu-yı hümâ- yûna lâzım olan pekçok ağırlıklar ve hazîne-i âmire ile yola çıkar­dılar. Ferhad Paşayı, berâber gitmek üzere alıkoydular. Hareketten ev­vel, bir gün oturdukları köşkten çıkıp, sarayın eteğindeki bahçeye yürü­yerek in- diler. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken, ol dîn-i İslâmın koruyu- cusu, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup, bu zavallı hizmetçi- lerine hitâb ederek; "Arkama gûyâ bir diken batıp acı­tır." buyur­dular. Bu hakîr dahî: "Herhâlde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış ol- malı. Ferman buyurulursa görülsün." dedim. Buyurdular ki: "Câiz­dir." O anda iskemleci, taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Selîm Hân da, kürsü üzerine oturdu. Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar a- raştır­dımsa da, bir şey bulamadım. Mübârek arkaları gâ­yet kıllı olduğu i- çin, elimi sürmekle bir şey hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittik- ten sonra, acıdan şikâyetlerini tekrarladılar. Bu kere düğ­melerini açıp baktım. Kılların arasından birdenbire gördüm ki, bir kıl başı kadar yer a- ğarıp, etrâfı kırmızı olmuş. Üzerine dokununca; "İşte oldur." dediler. "Ne makûle nesnedir " diye suâl buyurdukta, beyân ettim. Bu­yurdular ki: "Bir parça sık!" Ben dahî şehâdet ve orta parmakla­rımla ke­narından yokla- dım. Parmaklarımın arası sertleşmiş büyük bir gudde ile doldu. İrâdemi kaybedip; "Saâdetlû Pâdişâhım, bu büyük bir çıbandır. Henüz hamdır, ol- madıkça zedelemek câiz değildir. Bir münâsip merhem koymak ge­rektir." dedim.

Meğer bu hâdiseden üç gün önce, bu bendelerinin, çıban eleminden rahatsız olup arka arkaya üç gün kendilerine hizmet şerefinden mahrum olduğum hâtır-ı şerîflerinde kalmış imiş. Bu sözlerime karşı latîfe olmak üzere: "Biz çelebi de­ğiliz ki, bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara mürâ­caat edelim." dediler. Bu hâlle Kasr-ı saâdete çıktılar. Ol geceyi acı ve ıstırap ile geçirdiler. Ertesi gün çıbanın olgunlaşması için hamama gitti­ler. Bu bendelerinin hazır bulunmadığını fırsat bilip, kendi tellâkları olan Hasan adındaki hizmetçilerine iyice sıktırıp, çıbanı zedelemişler. Ha­mamdan geldikte ayaklarına kapandım. "Hasan Can, sözünle amel et­medik amma, kendimizi helâk ettik." buyurdular. Mâcerâyı etraflıca an­la­tınca, aklım başımdan gitti. Zaman geçtikçe ol sert madde azıtıp, taştıkça taştı. Pâdişâh, Edirne´ye gitmeye karar verdiğinden, geri bırakılmayıp, Şâbân ayının ikinci günü Edirne´ye doğru yola çıktılar. Hastalığı gitgide şiddetlendi, ilaç ka­bûl etmez bir hâl aldı. Çorlu yakınında Sırt köyü deni­len yere inildi. Buraya in­diklerinde, çıban öyle bir hâl aldı ki, akıntısını vücûdundan def etmeye Sultânın iktidârı kalmadı. Çâresiz, o yerde ikâ­met ve karar ihtiyar buyuruldu. Ve daha önce Edirne´ye varan erkândan Vezîr-i âzam Pîrî Paşa ve Mustafa Paşa ve Bey­lerbeyi Ahmed Paşa, ordu-yı hümâyûna dâvet olundular. Bunlar gelince askerin içine bir şüphe düşmesin diye, işlerin îcâbına göre dîvân toplanıp, mansıplar da­ğıttılar ve terfi-i merâtib eylediler ve neş´eli görünerek, gizli kederlerini belli et­mediler. Ve iki ay müddet, acılar içinde vakit geçirdiler.

Bu sırada asker arasında binbir türlü haber şâyi´ olup, yersiz birtakım hare­ketler olacağı alâmetleri belirince, vezîrler bana haber gönderip, Sultan için na­sıl bir çâre gerektiği sorulunca, ben de; askerin mübârek yüzlerini görmeye has­ret kaldıklarını kendilerine arz edip, yalvarıp, yaka­rarak otağ-ı hümâyûnun önüne çıkmalarını sağladım. Orada bir miktâr vekar içinde durup yüzünü gös­terdikten ve sipâhilerin hatırlarına düşen tereddüdü izâle ettikten sonra, geri dö­nerek yerlerine avdet buyurdular. Ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşayı, sır saklamaya iktidârı olmadığı için Edirne muhâfızlığı behânesiyle o tarafa yolla­dılar. Çıbana hiçbir ilâç ve ihtimâm kâr etmediğinden, aynı sene Şevvâlin doku­zuncu gecesinde rû­hunu teslim edip, bu elemli dünyâdan Cennet bahçelerine doğru uçup gittiler.

Hastalığı sırasında ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrûm ol­madım. Geceleri sabahlara kadar, mum gibi için için yanarak karşılarında dururdum. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i âlileri ile döşekleri yanında otururdum. Kâh mü­bârek elleri elimde, kâh asîl ayakları dizimde idi. Cer­rahlar ilâca giriştikleri sı­rada, kâh omuzuma dayanır, kâh cerrahların yap- tıklarına bakmaya memur eder, ancak bana îtimâd buyururlardı.

Vefâtında Kur´ân-ı kerîm okumak ve Kelime-i şehâdeti telkinde bu­lunmak vazîfesini yalnız ben gördüm. Son nefesine kadar bir an yanın­dan ayrılmadım. Hattâ son nefesini vereceği sırada, bu hakîre hitâb edip buyurdular ki: "Hasan Can, bu ne hâldir " Ben hizmetçileri dahî dedim ki: "Sultânım, Allahü teâlâ ile olacak zamandır." Buyurdular ki: "Bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin Cenâb-ı Hakk´a teveccühümüzde kusûr mu gördün " Ben dahî dedim ki: "Hâşâ ki, bir zaman Allahü teâlânın adını anmayı unuttuğunuzu görmüş olam. Lâkin bu zaman başka za­manlara benzemediği için, ihtiyâten söylemeye cesâret eyle­dim."

Kısa bir an geçtikten sonra; "Yâsîn sûresini oku!" diye fermân buyur­dular. Emr-i hümâyûnları gereğince, Yâsîn sûresini hatmettim. Benimle berâber oku­dular. İkinci defâ okurken; "Selâmün kavlen min Rabbirra- hîm" âyetine geldiğim zaman gördüm ki, mübârek dudakları bu âyet-i kerîmeyi okuyarak hareket eder ve o anda, önce sağ şehâdet parmağını kaldırıp diğer mübârek parmaklarını sı­kıp temiz rûhunu teslim etti.

Eli elimdeydi. Mübârek bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın dur­duğunu hissedince, o anda lâzım olan hizmetleri yerine getirmek üze- re ayağa kalktım. Hekimbaşı Ahî Çelebi oradaydı. Benim yaptığıma bakı- yordu. Ayağa kalktığımı görünce: "Henüz hayat bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız " diye beni oturtmaya kalkınca; "Bu eşiğe alnımı koy­duğum andan bu âna kadar velî nîme­timin hizmetinden bir lahza yüz çe­virme- mişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur. Tabîblik etmenin zamânı geçti ve asıl cevher kaybolup gitti." dedim. Gerekli hizmetleri yerine ge­tirdim."

Kânûnî Sultan Süleymân döneminde Enderunda çeşitli dersler veren Hasan Can, H.974 senesinde Bursa´da vefât etti. Kabri, Çelebi Sultan Mehmed türbesi önündedir.

Yirmi ikinci Omanlı şeyhülislâmı, ulemânın kutbu ve velî Hoca Sâ- deddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh), Şehzâde Murâd tahta çık­mak üzere Manisa´­dan İstanbul´a gelirken, berâberinde idi. O zaman Sultan Murâd´ın özengi ağası olan Tiryâkî Gâzi Hasan Paşanın nakletti­ğine gö- re, şehzâde yolculuk sırasında yanında göremediği Hoca Efendiyi sordu. Yanındakiler onun bindiği atın ham olması dolayısıyla biraz geride kal- dığını söylediler. Bunun üzerine Sultan Murâd derhal kendi yedek at­larından birini altın işlemeli eğer ve süslü takım­larla donatarak ona gön­derdi ve yetişinceye kadar bekledi." Sâdeddîn Efendiye bundan sonra Hâce-i sultânî (sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvânları verildi. Devletin iç ve dış siyâsetine yardımcı oldu.

Üçüncü Mehmed Han tahta çıktığı zaman (1595) kendi hocası olan Nevâlî Efendi, vefât etmiş bulunuyordu. Böylece pâdişâh hocalığı ma­kâ- mı yine Sâdeddîn Efendide kaldı. İki sultâna hocalık yaptığı için kendi­sine Câmiü´r-riyâseteyn denildi. Aynı ünvânı şeyhülislâmlar arasında bir de, Erzurumlu Seyyid Hacı Feyzullah Efendi almıştır.

Bu sırada Osmanlı Devleti Avusturya ile harp hâlinde bulunuyordu. 1595 senesinde başlayan savaşlarda iki taraf da ağır kayıplar vermişti. Estergon, İbrail ve Kili kaleleri düşman eline düşmüştü. Bu sebeple Sul­tan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin tavsiyesiyle bizzât Avusturya seferine çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vefâtından 30 yıl geçtiği hâlde, hiçbir pâdişâh ordusuna bizzât başkomutanlık etme­mişti. 21 Haziran 1596 târihinde yanında Hoca Sâdeddîn Efendi de ol­duğu hâlde, 100.000 kişilik bir ordu ile İstanbul´dan hareket eden Sultan Üçüncü Mehmed, Ösek kalesine ulaştı. Rumeli Beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ile, Kırım kuvvetleri de Ösek kalesi önünde, Sultan ile bir­leştiler. Ösek´de bir dîvân toplandı. Dîvânda bâzı vezirler, Tuna vâdisin­den ilerleyip Viyana´yı muhâsara etme teklifinde bulundular. Hoca Sâ- deddîn Efendi; "Bu doğru bir düşünce değildir. Viyana merhum Kâ­nûnî zamânında da kuşatıldı. Fakat düşman Almanya içlerine çekilip gitti. Bi- zimle karşılaşmadı. Viyana´yı almak da mümkün olmadı. Şimdi Viya­na´ya gittiğinizde düşman yine memleke­tin içine çekilerek, bizimle karşı­laşma- yacaktır. Biz Viyana´yı kuşatırken, onun müttefikleri bizi arkamız­dan çevi- rerek çekilme yolumuzu kapatacaklardır. Müş­kül durumlara düşmemiz mümkündür. Bu yüzden ben, Viyana´yı değil, Tisa Nehrinden Eğri kalesi- ne gidilmesini ve buranın zaptını teklif ederim. Eğri kalesi alı­nırsa Avus- turya ile Romanya´nın yardım yolları elimize geçecek, birbirin­den ayrılan ve yardım alamayan düşmanları, birer birer dize getirmek mümkün ola­caktır." dedi.

Hoca Sâdeddîn Efendinin fikirlerine çok güvenen Sultan, bu fikri der­hal ka­bûl etti. Eğri kalesi, 20 gün süren muhâsaradan sonra zabt edildi. Kale muhâfa­zasına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşayı bırakan Sultan, ordusuyla Haçova denilen yere geldi. Osmanlı Ordusu Haçova´ya geldiği zaman, burada İmparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan´ın kuv­vetleriyle karşılaştı. Alman, Macar ve diğer devlet ve milletlerden toplan­mış büyük bir ordu vardı.

Ordu, Haçova´ya vardığı zaman, düşmana karşı nasıl hareket edile­ceğini gö­rüşmek maksadı ile bir dîvân toplandı. Hocasının isteğiyle sa­vaşa çıkan Sultan, araba sarsıntısından ve yolun meşakkatlerinden çok rahatsız oldu. Sultan topla­nan dîvânda resmen, sadrâzamı bırakıp, İs­tanbul´a dönmek istediğini açıkladı. Bâzı vezirler de Sultânı desteklediler. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Hoca Sâdeddîn Efendi; "Şevketlü sultâ­nımızın savaş zorluklarından rahatsız olduğunu biliriz. Unutmamalı ki, savaşın zorluklarından biz ve bütün ordu rahatsızdır. Sa­vaşın meşak­katlerine katlanmadan zafer kazanmak nerede görülmüştür. Bu iş vezir­lerin işi değildir. Bir kale fethetmekle dâvâya halledilmiş nazarı ile bak­mak, kalenin imdâdına gelen küffârın başını ezmeden geri dönmek, yıla­nın kuy­ruğuna basıp önünden kaçmak demektir. Kur´ân-ı kerîmde meâlen; "Düşmanla­rınız aman dileyip silahlarını terkedinceye kadar on­larla savaşınız. Düşmana sırtınızı çevirmeyiniz." buyrulur. Düşman aman dilememiş, silâhını terk etme­miştir. Düşmanla karşılaşmadan ona sırtı­mızı çevirirsek yarın hesâp gününde Allahü teâlânın huzûruna ne yüzle çıkarız. Bir Osmanlı sultânının bir sebeb ol­madan ve düşmanı imhâ et­meden, gazâ meydanını terk etmesi, şimdiye kadar görülmemiştir. Ecdâ­dımızın ruhları bizi ayıplar. Din düşmanları ile savaşmak muhakkak lâ­zımdır. Dîni ve devleti müdâfaa etmek, onun şânını ve şerefini göklerden ayaklar altına düşürmemek için savaşmak üzerimize farzdır. Bu uğurda can verinceye kadar hepimizin savaşması, sultânın değil, Allahü teâlânın emridir. Zâten biz onları yok etmezsek, onlar bizim üzerimize gelip bizi yok edecekler." diyerek Sultânın dönmesine mâni oldu.

Ertesi sabah iki tarafın kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Os­manlı ordusunun merkezinde sultan vardı. Başının üzerinde sancak dalgalanı­yordu. Sultânın sağında vezirler, solunda kadıaskerler ile Hoca Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu, Karaman, Halep, Maraş Eyâletleri beyler­beyleri, sağ kolda Rumeli ve Temeşvâr beyler­beylerinin kuvvetleri vardı.

Muhârebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri Pâdişâhın bulun­duğu merkez kısma saldırdılar. Pâdişâh, otağına çekilerek, sırtına Pey­gamber efendi­mizin hırka-i şerîfini giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı. Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vazi­yet tehlikeli bir hâl almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan Hoca Sâdeddîn Efendiye; "Efendi şimdiden sonra ne yapma­mız gerek " diye sorunca, metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi; "Sultânım lâ­zım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamâ­nında olan muhârebeler çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Resûlullah efendimizin mû­cizeleri ile inşâallahü teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun." dedi.

Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı, karakollukçu denilen hizmetçi grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda, "Düşman kaçıyor." diye bağı­rarak, askerleri geri döndürmeyi ba­şardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Çağalazâde de, gizlendiği pusudan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti. Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı, batak­lıklara sokarak imhâ etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hân dimdik atının üzerinde, Hoca Efendiyi de onun yanı başında atı­nın gem­lerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı büyük bir zaferle netîce­lendi. On bin duka altın ile berâber, Alman toplarının büyük bir çoğunluğu ele geçti.

Târihçi Hammer bu savaş için; "Hoca Sâdeddîn´in cesâret ve tesiriyle kaza­nılan Haçova savaşı, Mohaç ve Çaldıran savaşı ile mukâyese edilen parlak za­ferdir." demektedir.

Hoca Sâdeddîn Efendi, Eğri seferinden dönüşünden sonra kendisini daha çok ilme ve eğitim işlerine verdi. Devrinde bütün ulemânın âdetâ "Kutbu" hâ­line geldi.

Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed E- fendinin vefâtı üzerine 1598 senesinde, Sâdeddîn Efendiyi şeyhülis­lâmlık makâmına ge­tirdi. Hoca Sâdeddîn Efendi bir yıl sekiz ay şeyhü­lislâmlık yaptı. Bu sırada müslüman halkın işlerini hiç ihmâl etmedi ve hakkıyla yerine getirdi. Gerekli fetvâları hazırlamakta büyük mahâret gösterdi. Her Cumâ müslümanların dertle­rini dinlerdi. Herkesin lisânına göre, Türkçe, Farsça ve Arabça verdiği cevap­larla halkı memnûn ederdi. Bu çalışma ve hareketleriyle halk arasında, hocası Ebüssü´ûd Efendiyi hatırlattığı söylenirdi. Devrin şâirlerinden Câmi Çelebi onu şöyle medheder:



Bu yakınlarda cihâna, iki müftî geldi,

Tuttu âlemi, her birisinin fazlü edebi.

"Kimdir " diye suâl eylersen onları sen,

Birisi "Hoca Çelebi", biri "Hoca Efendi".



Devrin ârifleri, hocası Ebüssü´ûd Efendi ile Hoca Sâdeddîn Efendiyi bir ayar tutarlardı. Ebüssü´ûd hazretleri de gençliğinde "Hoca Çelebi" namıyla meş­hûrdu.

Hoca Sâdeddîn Efendinin diğer kardeşleri de kendisi gibi âlim idi. Hoca Efendinin vâlidesine; "Senin çocukların bu şerefe ne ile kavuştu " diye soruldu­ğunda vâlidesi: "Ben hiç birisini abdestsiz emzirmedim. Hepsinin akîkasını kestim. Ayrıca her Cumâ günü, her biri adına bir koç kesip fakirlere sadaka da­ğıtırdım." demiştir.

1599 senesinde merhum Üçüncü Murâd Hanın vefâtının dördüncü yılı dola­yısıyla Ayasofya Câmii şerîfinde hatim ve mevlid duâsı okuna­caktı. Hoca Sâdeddîn Efendi câmiye gitmek üzere evinde abdest taze­lerken fenâlaştı. Öyle olduğu halde câmiye gitti. Duâ biterken rûhunu teslim etti.

Harput´ta yetişen meşhur velîlerden İmâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.1274´de Erzurum´da doğdu. Kars´ta üçüncü tabur imâmlığı yap- ması sebebiyle İmâm Efendi lakabıyla tanındı. Asıl ismi, Osman Bed- reddîn´dir. Babası Seyyid Selman Sükûtî´dir. Küçüklüğünde babası­nın eğitim ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edeb timsâli olarak yetiş- ti. Dokuz yaşında Kur´ân-ı kerîmi ezber­lemekle şereflendi. Sonra Erzu- rum medreselerinde; sarf, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başla- dı. Kısa zamanda akranı arasında seçkin ve sevilen bir talebe oldu. Arabî´de âlet ilimlerini öğrendikten sonra; tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi ilim­lerde temel metinleri okudu. Hucurât sûresinin tefsîrini okuyunca, orada buyrulduğu üzere yaptığı amellerin bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebe­biyle si­linmesinden, boşa gitmesinden korkarak çok az konuşmaya baş­ladı. Bu sessiz­liği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine; "Sessizce Hâfız Osman Bedreddîn." dediler. Üstün hâlleri, kâbiliyeti ve meseleleri kavrayışı, etrâfında­kilerin dikkatini çekiyor ve çok seviliyordu.

Hocalarından Mehmed Tâhir Efendi bir gün ona; "Molla Hâfız! Bütün bil­diklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilme­diklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbûr kal­dım. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocanın dersine devâm etmen gerekiyor. Bu günden îtibâren ders ve­remeyeceğim." dedi.

Bunun üzerine İmâm Efendi; "Dertliyim derdim derin, derdime der­man için sana geldim yâ Muîn." diyerek, Allahü teâlâya duâ etti ve med­reseden ayrıldı. İlimde daha yüksek bir müderris arıyordu. Aslında zâhirî ilimlerde yetişmiş, bâtınî, tasavvuf ilminde yetiştirecek bir rehber arı­yordu. Onun bu arayışı sıra­sında Buhârâ´dan bir büyük âlim onu yetiş­tirmek için gelmek üzereydi. Şöyle ki; Buhârâ´daki Câmi-i kebîrde halka vâz ve nasîhat eden Seyyid Ahmed Merâmî, âni olarak ve habersizce Buhârâ´dan ayrılıp Erzurum´a gitmek üzere yola çıktı. Sevenleri bunun farkına varınca çok üzüldü. Fakat bu işin mânevî bir işâretle olduğunu anlayanlar halkı tesellî ettiler.

Uzun, ince boylu, beyaz sakallı ve mübârek bir zât olan Seyyid Ah- med Merâmî, Erzurum´a varınca, Hasankale´nin Bevelkâsım köyüne gidip, bu köyün imamlık vazîfesini üzerine aldı. Hoş sohbetiyle çok sevi­lip, sayıldı. İlmi ve şöh­reti kısa zamanda bütün çevreye yayıldı. Bu arada yana yana kendisine rehberlik edecek bir hoca arayan İmâm Efendi, o zâtın ismini ve medhini duyunca, huzû­runa kavuşmak için derhâl yola çıktı. Bevelkâsım köyüne varınca, aradığı zâtı bir namaz vaktinde câ­mide buldu. O, câmiye girer girmez, Seyyid Ahmed Merâmî bu gencin, kendisine yetiştirmesi için işâret edilen genç olduğunu an­ladı. Namazdan sonra; "Merhaba, hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn!" dedi. Bunun üze­rine Osman Bedreddîn hazretleri birdenbire ürpererek, hayretler içinde yaklaşıp elini öptü. Sonra kendisinden ders almak istediğini arzetti. Bu arzusuna; "Buhârâ´dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim iste­yen bir talebeye ders vermez miyiz " cevâbını verdi. Sonra onu yanına alıp evine gö­türdü. Eve varınca, Osman Bedreddîn´in ilimdeki derecesini anlamak için bir kaç ibâre Arapça metin ve hadîs-i şerîf okuyup bunların mânâsını sordu. Aldığı fevkalâde cevaplar üzerine çok memnun olup, onu ve yetiştiren hocasını medhetti. Sonra şöyle buyurdu: "Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, ne­tîcede insanı Hakk´a ulaştırır. İlmin muh- telif sahneleri ve safhaları vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana ve­receğimiz ilim, tasavvuf ilmidir. Meâlen; "Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" (Tevbe sûresi: 40) buyrulan âyet-i kerîmenin tefsîrine göre hâlık ile mahlûk arasında kavuşturucu bir râbıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlık´ını unutmazsa bitmez tükenmez nîmetlere kavuşur. Bu mânâ- nın tekâmül (gelişmesi) ve tesânüdü (dayanağı) ise, huzûrdur. Hu­zûr, Allahü teâlâyı hiç unutmamak demektir." Hâfız Osman Bedreddîn´in bun- ları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât, onun istek ve mey- lini iyice anladı. Bundan sonra ders alacağı günleri tesbit etmek is­tedi. İmâm Efendi her gün gelip ders almayı arzû ve teklif edince, her gün ge- lip ders alması karar­laştırıldı. Sonra Erzurum´a döndü. Her gün Erzurum´dan Bevelkâsım köyüne gi­dip ders alıyor sonra dönüyordu. Şöyle ki, Erzurum ile Alvar köyü arası üç saat­lik mesafe idi. Gece yarısı kalkıp yola düşer, sabah namazını Alvar köyünde kıldıktan sonra Bevelkâsım köyüne gider ders alırdı. Yaz, kış, tipi, fırtına, yağ­mur ve kar demeden her gün muntazaman derse devâm etti. Feyz ve ilham al­dığı bu hocasının derslerine devâmı yıllarca sürdü. Erzurum ile Bevelkâsım köyü arası ona hiç mesâbesinde idi. Bu yolda karşılaştığı meşakkatlere ve zah­metlere hiç aldırmıyordu.

Bir kış günü yine bu yolda giderken, Nebiçayı dolaylarında âniden şiddetli bir tipiye tutuldu. Son derece bunalıp, çâresiz kaldı. Tipi gittikçe şiddetleniyor, bir adım ilerisi görülmüyordu. İmâm Efendi hazretleri bu dehşet verici durum karşısında, Allahü teâlâya sığınarak yere diz çöküp oturdu. Annesinin kendisine ninni yerine okuyarak büyüttüğü şu ilâhîyi yavaş bir sesle tevekkül içinde oku­maya başladı:



Hak şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayreyler,

Ârif ânı seyreyler,

Mevlâ görelim n´eyler,

N´eylerse güzel eyler.



Çâresiz bir hâlde şiddetli tipi arasında oturmakta iken, âniden karşı­sına be­yaz at üzerinde nûr yüzlü bir genç çıktı. Selâm verdikten sonra terkisine bin­dirdi. Sonra; "Yolcu kardeş çok üşümüşsün" dedi. Meşin bir kırbadan, su kabın­dan şerbet içirdi. "Dağarcığımızda nasîbiniz ne varsa ondan da arzû ettiğiniz ka­dar yiyiniz" diyerek dağarcığı uzattı. Hâfız Os­man Bedreddîn dağarcığı tutup içinden bir hurma aldı. Kendisine yar­dımcı olan beyaz atlı, Hızır aleyhisselâm idi. Bu kanâatkâr hâlini görüp, sırtını okşayarak; "Nasîbin açık olsun. Feyzin be­reketli olsun. Sana gelen misâfirler senin gibi kanâatkâr olsun. Sofran mübârek olsun. Hocana selâm söyle!" dedi ve gözden kayboldu.

İmâm Efendi ise, kendini hocasının kapısı önünde buldu. Tipi hâlen ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Bu sırada hocası Seyyid Ahmed Merâmî onu düşünüp duâ ediyordu. Âniden kapı çalındı. Hocası onu karşısında görünce Allahü teâlâya çok şükretti. Hocası hâlinden ve başından ge­çenlerin farkındaydı. Sorup anlat­tırdıktan sonra, bunu gizlemesini söy­ledi. Sonra da; "Şunu bilesin ki, ilm-i zâhir ile ilm-i bâtın birleşerek âid ol­duğu kalbde merkezleşti. Allahü teâlâya hamd ve senâ olsun, size de mübârek olsun. Benim vazîfem burada tamam oldu. Ben ir­şâda memûr değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkâmı size bildir­mekle vazîfeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de bizi arzûluyor. Vâ­ris-i enbiyâ meşârık-ı evliyâ (Peygamberlerin vârisi ve velîler güneşi), olarak bir mürşîd-i kâmil aramaya hak ve selâhiyet kazandınız. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun." dedi ve derslerine son verdi.

İmâm Efendi hocasından ayrıldıktan sonra hayâtında yeni ve bam­başka bir safha başlatacak olan bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bu arayışı sırasında içindeki aşkın aleviyle yanıp tütüyor ve yalnız kaldıkça ağlayarak Allahü teâlâya yalvarıyor, içli göz yaşları döküyordu. Annesi çevrenin bir takım sözleri sebebiyle onun hâlinden endişe ediyordu. Ko­casına bu durumu anlatınca; "Oğ­lumuz, Allahü teâlânın ve Resûlullah´ın aşkıyla yanıyor. Bırak ağlasın. Böyle bir evlâdımız olduğu için iftihâr et. Kendini üzme. Osman, selâmet ve seâdet üzere­dir. Allahü teâlâ onu mu­râdına erdirsin" dedi.

İmâm Efendi, kendisine rehberlik edecek âlim bir zât aradığı sırada yirmi yedi yaşındaydı. Bu sıralarda Erzurum, Rusların hücûmuna uğradı. 8 Kasım 1877´de vukû bulan bu savaş, târihte Doksanüç Harbi adıyla bi­linir. Azîziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yet­mişe silâhlanıp, düş­mana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerîfi mi­nâresinden sabah ezânı okunmaya başladı. Bu ezânı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sa­dâkatle öyle okunuyordu ki, Erzurum´un dağı-taşı, deresi, te­pesi, ya­maçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve ce­sâret vermişti. Okuyanda bir başka hâl vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesâretle Allah Allah nidâlarıyla, Azîziye tabyalarını işgâl etmiş olan Moskofların üzerine hücûm etti. İlk hü­cûmda Moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; "Urun kardaşlarım, da­daşlarım urun!" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Azîziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.

Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Mu­hammedî´yi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâver­lerine em­retti. Etrâfa dağılan yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı ara­yıp buldular. Bu zât, Erzurum´un Abdurrahmân Ağa mahallesinden Hoca Selman Sükûtî Efendi­nin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heye­canla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin ku­mandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. At­tığı taş mut­laka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş at­ması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyredi­yordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kula­ğıma gazâya ka­tılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın; "Hadîce bacı, bak görüyor musun Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip al­masına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor" di­yordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğil­meden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahrama­nın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm."

Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve he­yecanla; "Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle berâberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsânıdır." dedi. Bunun üzerine Kurt İsmâil Paşa şöyle ilâve etti: "Şu anda o, şehîd düşen ku­mandanı kahraman miralay Bahri Beyin başında­dır." dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen İmâm Efendi hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına tâyin edildi ve artık "İmâm Efendi" diye tanındı.

Bu vazîfede iken evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretle­rinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hak­kârî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâ­neli Anmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr Şeyh Hayyât´ın talebelerinden Hacı Fehmi efendiler ile sohbet etti. 1882´de va­zîfeli olduğu tabur Palu´ya taşındı. Bu­rada asıl hocasına kavuştu. Bu mübârek zât Mahmûd Sâminî idi. Daha İmâm Efendi gelmeden önce, onun hâllerini kapalı olarak talebelerine bildirdi. Zaman zaman işâretler vererek; "Mâşallah dokuz yaşında hâfız ve fakih olmak her ku­lun kârı değildir." derdi. Yine bir gün; "Fesübhânallah, ilme olan gayreti hocala­rını çalışmaya mecbûr ediyor." Aradan bir müddet geçince onun hakkında yine şöyle buyurmuştur: "Hikmet-i Hüdâ onu okutmaya Buhârâ´dan âlim, fâdıl ve mutasavvıf bir hoca memur edildi. Allah Allah, bu ne saâdet bu ne bahtiyârlıktır ki, Hızır aleyhisselâmın kırbasından şerbete, dağarcı­ğından lokmaya kavuşmak. Moskof´un kafasına taşla darbe vurmak..." Talebeleri hayretle dinledikleri bu sözlerde kime işâret edildiğini merak ediyorlardı. Fakat açıklamıyor, sâdece işâ­ret veriyordu.

Mahmûd Sâminî hazretleri bu işâretleriyle, birgün kendi sohbetine kavuşa­cak olan İmâm Efendinin hayâtını ve başından geçen önemli hâ­diseleri safha safha anlatıyor ve onun gelmesini bekliyordu. O günlerde İmâm Efendi bir rüyâ gördü. Rüyâsında hiç tanımadığı bir zât şöyle dedi: "Hâfız kurban! Ben seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana veril­mesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yolda­dır. Bu kadar saklanmaya ve naz et­meye sebep nedir Yeter artık gel bana!" Bu rüyâdan sonra merakla, rüyâ Rah­mânî mi diye düşünmeye başladı. Kendini dâvet eden zât kimdi ve neredeydi Ertesi gün bir rüyâ daha gördü. Rüyâsında dört mübârek zât ile karşılaştı. Bun­lar, Behâed- dîn Buhârî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Ali Sebtî ve Vehbî-yi Hayyâtî yâni Terzi Baba hazretleri idiler. Ona şöyle buyurdular: "Aradı­ğını Palu´da bu- la­caksın. Palulu Şeyh Mahmûd Sâminî´nin dâvetine icâbet et!" Bu işâret üzerine Palu´ya hareket etti. O yolda iken Mahmûd Sâminî hazretleri de dergâhından Palu´ya gidip, beklediği talebenin kendisine gelmekte oldu- ğunu söyleyerek tale­beleri ile birlikte karşılamaya çıktı. Karşılaştıkları yerde onu şefkat ve muhab­betle bağrına bastı. Sonra onu dergâhına götürüp misâfir etti.

Burada Mahmûd-ı Sâminî hazretlerinin sözlerini ve sohbetlerini çok dikkatli dinleyen İmâm Efendi, vaktinin nasıl geçtiğini anlamadı. Mah- mûd-ı Sâminî´nin huzûrunda önceki sıkıntılarını unuttu. Kendinden geçmiş bir vaziyette sohbeti dinlerken, Mahmûd-ı Sâminî birden; "İmâm Efendiye bir kahve getirin, bir kah­vemizi içsin." buyurdu. Kahveyi getiren talebeye birisi çarpınca kahve Osman Bedreddîn´in beyaz Şam hırkası­nın üzerine döküldü. Giyimine ve temizliğe son derece titiz olan ve îtinâ gösteren İmâm Efendi içinden; "Eyvah bu elbise çok berbat oldu. Artık giyilmez." dedi. Mahmûd-ı Sâminî hazretleri; "Hâfız, kalbin incinmesin. Bizim Mustafa çok da güzel çamaşır yıkar. Hırkanı çıkar ver de bir güzel yıkasın." dediğinde, İmâm Efendi utanarak hırkasını Mustafa Efendiye verdi. Bir müddet sonra Mustafa elinde hırka ile geri döndü. İmâm Efendi hır­kayı üzerine giyince kendisini bâzı haller kapladığını hissetti. Kahve dökülen yerde hiç bir iz yoktu. Karşılıklı sohbetlerini dinleyen diğer tale­belerin kalblerindeki; ihlâs, muhabbet, teslimiyet, huzûr, sabır artıyordu. İmâm Efendi önce inâbeye (ondan tasavvufu almaya) yaklaşmadı. Mah- mûd Sâminî hazretle­rinin tütün içmesi ve rahatsızlığı sebebiyle göz­lerinin çapaklanması dikkatini çekmişti. Sabırla bekliyordu. Hocası onun bu sabrı karşısında artık zâhirî per­deyi kaldırıp bir gün şöyle buyurdu: "Hâfız, misâfirlik üç gündür. Senin misâ­firliğin on günü geçti. Yemek için çalışmak lâzımdır. Haydi bakalım bostanı­mızı sulama sırası sendedir." Bu bostan, Sâminî hazretlerinin eliyle yetiştirdiği ve helâl lokma kazan­dığı bir bostandı. Burada kendi emeği ile sebze yetiştirir, misâfirlerine ik­râm ederdi.

İmâm Efendi, verilen emir üzerine bostanı sulamaya gitti. Havuzun suyunu saldı. Fakat daha bir evlek sebze sulamadan havuzun suyunu bitmiş gördü. Gi­dip durumu hocasına bildirdi. Mahmûd Sâminî hazretleri; "Hâfız, kocaman ha­vuzun suyu bir evlek de mi sulamadı Dikkat et hâfı­zım, gören gözle bak. Ha­vuz dolu duruyor. Git vazîfeni yap!" dedi. Tekrar havuzun başına gitti. Bir de baktı ki havuz su ile dolu. Bu işte hocasının kerâmeti olduğunu anladı. O gün bostanı tamâmen suladı.

Aynı gün ikindi vakti hocası; "Hâfız, yarın çok misâfirimiz gelecek. Bos­tana git biraz patlıcan topla, mutfağa bırak" dedi. Bu sefer aldığı emir üzerine patlıcan toplamaya gitti. Ancak bostandaki patlıcanların henüz çiçek açmış ve yetişmemiş olduğunu gördü. Geri dönüp durumu hoca­sına bildirdi. Patlıcan ye­tişmemiş deyince, hocası; "Hâfız, Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git patlıcanları yetişmiş bulacaksın." dedi. Gidip bakınca gerçekten çuval çuval patlıcan yetişmiş olduğunu gördü. Bu işte de hocasının kerâmeti olduğunu an­ladı. Ancak bir taraftan da ne­den tütün içiyor diye düşünüyor, bir türlü teslim olamıyordu. Bu düşün­cesi ve tereddüdü o dereceye vardı ki, artık ayrılıp git­meye karar verdi. Bu karârı verdiği günün sabahı, Mahmûd Sâminî hazretleri sabah nama­zını kıldırdıktan sonra, aralarında İmâm Efendinin de bulunduğu cemâate karşı dönüp oturdu. O gün hâli değişik, üzgün ve biraz da celâlli bir hâl­deydi. Mihrâbda bir müddet o hâlde durduktan sonra şöyle söze başladı: "Azîz kardeşlerim, bir dertli derdini tabîbe anlatmayıp gizlerse, derdine dermân bulamaz. Bir âşık, aşkını mâşûkuna açmazsa o mâşuk (sevgili) aşkını bilemez. Tasavvufda gurur yasaktır. Teslimiyet şarttır. Aşkın me­câzi köprüsünü geçenler, aşk-ı hakîkîye erenlerdir. Buna erenler ise, Hakk´a inanıp bir rehbere bağlanan­lardır. Size bir misâl vereyim. Bir zât hazret-i Hızır elinden şerbet içmekle, bir kaç hocadan icâzetsiz izin al­makla, erenler imtihânına mânen katılıp beline ke­mer bağlamakla yolu katedemez. Bu gibiler aşılanmamış bir ahlat ağacına ben­zer. Meyvesi acımtırak ve lezzetsiz olur. Onu aşılamak lâzımdır. Bâzı insanlar işte böyledir. Kendi hâlinde yetişen bir çiçek misk gibi kokar fakat ne yazık ki ormandadır. Ondan kimse faydalanamaz. Beşeriyete hizmet lâzımdır. Beşeriyet latîf ve güzel kokuya muhtâctır.

Bir fakir derviş, tütün içer diye sevdiği kimse ondan kaçar. Bunlar bi­rer hikmet ve esrârdır. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Fırsat elden kaçar. Mutlaka ola­cak olur; kalbini ister geniş ister dar tut. Gönül ister ki hoş olalım. Bakınız Kaygusuz Abdal nasıl söylemiş:



Sana gizli bir sözüm var, gel gönüle gir gönüle.

Sen senliğini elden bırak, gel gönüle gir gönüle.



Bulalım dersen feth-i bâbın, gel gönüle gir gönüle.

Bulam dersen aşk kenânın, gel gönüle gir gönüle.



Siyâhı ko, akı tut, anma işe şer katanı,

Zikret müdâm yaradanı, gel gönüle gir gönüle.



Zühd zâhid duzağıdır, ilim, ilimin bağıdır,

Gönül evi Hak evidir, gel gönüle gir gönüle.



Kaygusuz bu böyle olur, Hakk´a doğru yola varır,

Bulanlar gönülde bulur, gel gönüle gir gönüle.



Sohbetini dinleyenler, başlarını eğmiş sessiz bir hâlde oturuyorlardı. Asıl muhâtab ise, İmâm Efendiydi. O da bunu gâyet açık bir şekilde an­lamıştı. Çünkü diğerlerinin bilmediği bir çok hâllerini saymıştı. Bu, hoca­sının bir kerâ­meti idi. Hocası sohbetten sonra evine gidip, akşama kadar çıkmadı. İmâm Efendi ise sohbetini dinleyince gitmekten vaz geçip tam bir teslimiyetle Mahmûd Sâminî hazretlerinin yanında kalmaya kesin ka­rar verdi. Kendi ken­dine; "Sâminî hazretleri tütün içebilir bana ne" dedi. Sonra; "Yâ Rabbî! Âciz ve bîçâre kulun Bedrî´yi gafletten uyandır. Selâ­mete erdir." diye duâ etti.

O gün imâmlığı kendisi yaptı. Talebelerden biri, Sâminî hazretlerinin ileri gelen talebelerinden Miyadinli Mehmed Efendiye; "Hoca efendi mih­râbı neden bu Hâfız misâfire bıraktı" diyerek sorunca; "O, daha mürşid görmeden ilk dev­reyi kendi güzel ahlâkı ve istidâdı ile bir hamlede atla­mıştır." cevâbını verdi.

Mahmûd Sâminî hazretleri, o günü talebelerinden ayrı olarak evinde geçir­dikten sonra, tekrar yanlarına çıktı. Mescidde iken İmâm Efendi de mescide girdi. Bu sırada bir talebesine; "Mustafa, Mustafa! Hâfızı bana gönder!" diye heybetli bir sesle bağırdı. Bu heybetli sesi işitenler heye­câna kapıldılar. İmâm Efendi birden bire titremeye başladı. Telaşla hoca­sına koştu. Vilâyet heybeti onu titretiyordu. Huzûruna varınca, onu tutup riyâzet odasına soktu. Artık o, tam bir teslimiyet içinde hocasının elini öperek bağlılığını arzetti. Sonra; "Burada ne kadar kalacağım." diye suâl edince, şöyle cevap verdi: "Allahü teâlânın dilediği kadar, bir an, bir gün, kırk gün, belki kırk yıl. Bu bir harman, bir meydan, bir devrandır. Devran da meydan da harman da senin. Zaman mahsul zamânıdır. Yiğitlik şimdi belli olur, mânevî dereceleri katetme zamânıdır. Dikkat lâzımdır.

Hâfız! Hazret-i Hızır´ın şerbeti, fadlına; Ahmet Merâmî hocanın emekleri ise, ilmine ve aşkına sebeb oldu. Büyüğümüz Muhammed Behâeddîn hazretleri ve diğer büyükler rehberlik ederek senin bize gel­meni işâret ettiler değil mi Er­zurum´da Ayaz Paşa Câmii minâresinde okuduğun ezân-ı Muhammedî, mânevi­yât âleminin erenlerini cihâda dâ­vet etti. Yer gök sarsıldı. Bütün evliyâ, şühedâ ve sâlihlerin rûhları Erzu­rum semâlarında toplandı.

Hâfız! Moskofları, taşla kovaladığın zaman biz de oradaydık. Bunlar hep evliyâlığın cilveleridir. Asıl mârifet, hakîkatler ötesindeki hakîkate ermektir. Metin ol. Allahü teâlâ yardımcındır..."

İmâm Efendi kısa zamanda tasavvufta yetişip kemâle erdi; on sekiz günde icâzet aldı. Vazîfesi sebebiyle üç-dört sene Palu´da kaldı. Bu arada hocasının sohbetlerinde bulundu.

Daha sonra vazîfesi icâbı askerî taburla birlikte Dersim´e gitti. Taburu Dersim´den Çemişgezek´e gönderilince, senelerce orada hizmet etti. Bu­radan Palu´ya sık sık hocası Mahmûd-ı Sâminî hazretlerini ziyârete giden İmâm Efendi, onun duâsını alır ve sohbetini dinleyip geri dönerdi. İmâm Efendi 1909 senesinde emekliye ayrılıp Harput´a yerleşti. Bundan sonra tamâmen ilimle meşgûl oldu. Derslerinde ve sohbetlerinde bulunan pek- çok zâtı tasavvufta yetiş­tirdi. Pekçok insanı da cehâletten kurtarıp, sâlih- lerden eyledi. İlme, mârifete ve feyze susamış iki yüz bine yakın kimse onun feyz pınarından kana kana içti. Rüşd, hidâyet ve mârifete kavuştu.

Sohbetlerinde aslâ siyâsî ve boş şeyler konuşulmazdı. 1911 sene­sinde Harput´un ileri gelenlerinden pekçok zâtla birlikte hacca gitti. Bu Hicaz sefe­rinde; Şam, Mekke ve Medîne âlimleri kendisine çok hürmet ve ikrâmda bulun­dular.

Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Kara Şems (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu´da yetişen büyük velîlerden olup, Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur.

Hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Sefe­rine katıldı.

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakle­der: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düş­manlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme ar­zusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr ol­duklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir ha­ber gelmediğini söyledim. Bunun üze­rine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Se­fer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah´a çevir­dim ve ben O´na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En´âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde ve­rildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve mü­minlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.

Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şem- seddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın a- lıp, sefer ha­zırlığını tamamladı. Sivas´ta medfûn bulunan Gâzî Abdülveh- hâb´ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh´e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hay­vanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî´yi uğurla­mak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fer­mânı okudu. Bu­nun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ bu­yurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurla­dılar.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar´a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî´ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsı­nız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sa­baha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Ya­şınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihadda- sınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben: "Pey- gamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâ­zımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirle­rine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu. Üsküdar´da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstan­bul´a ge­çip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet soh­bette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâ- deddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemsed- dîn Sivâsî´ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gön­derilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Ha­zırlıklı ol­duğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâ- retinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üze- rine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîlet­lisi, mümin- leri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi bi­raz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tu­tun." müjdesini verdi.

Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerin­deki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıta­sıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemsed- dîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan et­memeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kim­seyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, he­diyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." bu­yurdu.

Birkaç gün İstanbul´da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çı­kıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi. Ancak asıl düşman askerlerinin, kale ya­kınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşı­sına nakledildi. Küffâr aske­rinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordu­suyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordu­sunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâ­dişâh Üçüncü Mehmed Han, ye­rinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzeri­mize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâ­dişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâ­ricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabte- dildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdi­şâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğ­ramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi ta- sarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye ce­vap verdi.

Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şe­kilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın hu­zûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne dü­şüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti Nerede Peygamber efendimizin gay­reti Nerede cömertlerin cömerdi sultan gay­reti " diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse ya­nıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına bir­kaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şa­şırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana sal­dırdılar. Ni­hâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî´ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm ol­duğunu haber verdi.

Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdi­şâhın hu­zûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:

Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah´a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek iste­rim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâ- sî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanla­rın niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve gü­vendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerle­rin çokluğuna gü­venmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül et­mek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı gö­rün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde sa­vaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli ha­zırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güven­meyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk´a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah´a hamd olsun."

Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul­´un fet­hine niyetlenince, Akşemseddîn´in refâkatı ve duâsı bereketiyle fe­tih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi ola­rak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ et­mek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış ol­duğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemsed- dîn´dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edece­ğim."

Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul´a döndüğünde, Şemseddîn-i Si- vâsî´nin İstanbul´da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yor­gun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas´a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, tale­belerini odasına ça­ğırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl ol­duktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri Kâzerûn´da dîn-i İslâma hizmet yo­lunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının ya­yılmasında pekçok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest ve ateşperest sapık müşriklerle do­luydu. Müslümanlar azınlıktaydılar. Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru parlayıp müslümanlar ço­ğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri kuruldu. Kâzerûnî´nin sohbe­tinde yeti- şen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak için seferber oldular. Cihâd niyetiyle civâr beldelere dağıldılar. Kâzerûnî, tale­belerin­den ve sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de birçok gazâlara katı­lıp, ilâ-yı kelîmetullah, Allahü teâlânın dîninin yayılması yolunda, insan­ları kü­für karanlıkları ve ebedî Cehennem azâbından kurtarmak için, ilim ve kılıçla cihâd etti. Az zaman sonra hidâyet nûruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce putpe­rest, grup grup Kâzerûnî´nin huzûrunda îmâna geldi. Ken­disi de Cumâ günleri toplanan orduya vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazânın fazîle­tini anlatıp cihâda teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vâzları sâyesinde aşka gelip, ihlâs ile kâfirler üzerine yü­rüyüp zaferler kazandılar. Bir çok ganîmet elde etti­ler.

Kâzerûnî her yıl mücâhidleri bizzat teftiş ederek onların silâhlandırıl­ması, giyim-kuşamı ile yakından meşgûl olurdu. Ordusu sefere gittiğinde kendisi mâ­nevî başkumandan olarak devamlı duâ ederdi. Mücâhid or­dusu, Hindistan ve Çin´e kadar gitti. Bir kısmı da Anadolu´ya gelerek Rumlarla cihâd etti. Böylece Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasına çalıştı­lar. Mücâhidler bir defâsında Rum­larla yapılan bir harpte zor durumda kalmışlardı. Hemen hocaları Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî´nin rûhâniye- tinden yardım istediler. O sırada Kâzerûnî mescidde idi. Âniden kalkıp asâsını eline alarak dışarı çıktı. Askerin gittiği tarafa yönelip kay­boldu. Tam bu esnâda mücâhidler, heybetli bir süvârinin düşman safla­rını darmadağın ettiğini gördüler. Bu hâl, müslümanların kalblerine kuv­vet verdi. Nihâyet hocalarının yardımıyla düşman kuşatmasından kurtul­dular.

Kâzerûnî tekrar mescide döndüğünde, mescidde bulunanlar; "Efen­dim bu hâl nedir Bir an mescidden çıkıp kayboldunuz." diye sor­dular. "O saatte İs­lâm ordusu Rum diyârında esir düşmek üzereydi. Yar­dım is­tediler, yardıma git­tim." buyurdu. Mescidde bulunanlar bu vak´anın ol­duğu gün ve saati kaydettiler. Daha sonra İslâm ordusu kâfirlerle cihâd- dan dönünce bu hâli sordular. Onlar da; "Kâfirlerle savaşa başladı­ğımız- da biz az, düşman çok kalabalıktı. Çok kahra­manlık ve cengâverlik gös- termemize rağmen, bir yiğide yüz kâfir düşüyordu. Bir anda topluca hü- cûma geçip bizi çepeçevre kuşattılar. O anda hâtırımıza ho­camız geldi ve yardım istedik. Hemen heybetli bir süvârinin düşman saflarını darma­dağın ettiğini gördük. Kâfir ordusu kırılarak hezîmete uğradı. Böylece gâ- lib geldik. Ondan sonra o süvâri geldiği gibi kayboldu. dediler. Söyle­dik- leri saat Kâzerûnî´nin kaybolduğu saatti.

Ebû İshâk Kâzerûnî´nin tâlim ve terbiyesinde yetişip cihâd için her ta­rafa dağılan mücâhidler, gittikleri yerlerde, limanlarda, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ ettiler. Bu faâliyet ve gayret, "Kâzerûniyye yolu" adı ile anı­lıp meşhûr oldu. Ebû İshâk Kâzerûnî ve talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında (yapı­lıp yayılmasında) rehber oldular.

Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî her sene kâfirlerle cihâd için ordu gönde­rirdi. Ve­fâtından sonra Kâzerûn halkı şeyhin yolunu tuttu ve nevbet çala­rak her sene ga­zâya asker gönderdi. Yine bir sene ordu düzenleyip kâfir şehirlerinden birine gönderdiler. Bağdât halîfesi de ordu düzenleyip gön­dermişti. İki ordu yolda kar­şılaşıp birleştiler. Kâfir şehirlerinden birini mu­hâsara ettiler. Kale surları muh­kem olduğundan bir şey yapamadılar. Üstelik müslümanlar ne yaparsa kâfirler de aynı şekilde karşılık veriyor­lardı. Meselâ, mancınık atışı yapsalar mancınıkla cevap veriyorlar, toplu hücûm edince topluca karşı koyuyorlar, hiç açık vermi­yorlardı. Halîfe bu durumdan üzüntüye ve ümitsizliğe düştü. Geri dönmek is­tedi. Hatîb ve Kâzerûnlular ile meşveret etti. Hatîb:

"Ne yapmak lâzım geldiğini, bu gece hocam Kâzerûnî´nin rûhâniye- tinden sorar öğrenirim. Ertesi günü ona göre davranırız." dedi.

Hatîb o gece ibâdetle meşgûl oldu ve gönlüne Kâzerûnî´nin rûhâni- yeti, ne yapmak lâzım geldiğini bâtınî yoldan öğretti. Ertesi gün Hatîb, halîfeye giderek, çâreyi söyledi. Buna göre; herkes önüne bir kab alacak ve gürültü yapacak, ses çıkaracaktı. Ateş yakılmayacak, yüksek sesle konuşulmayacak, silâhlar yanla­rında bulunacak, Kâzerûnlular da­vul ve def gibi şeylerle ses çıkarınca diğerleri de ses çıkaracak, onlar susunca onlar da susacak ve hep birden hücûm edile­cekti. Akşam, kararlaştırıldı- ğı gibi, konuşulmadı ve ateş yakılmadı. Seher vak­tinde Kâzerûnlular ses çıkarmaya, davul, def gibi şeyleri çalmaya başladılar. Diğerleri de aynı şekilde davranınca, gök gürültüsü gibi bir ses çıkmaya başladı. Sanki kı- yâmet kopmuş, dağlar büyük gürültülerle şehrin üzerine düşmüştü. Kâ­firler bu sesten şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilmez bir hâle gelmişlerdi. Sonra hücûm eden ordu şehri fethetti. Malları, mülkleri, silâhları müslü- manların eline geçti. Ganîmetler taksim edildi. Müslü­manlar kalenin fethine çok sevindiler. Müjde nevbeti çalarak şehirlerine geri döndüler.

Bundan sonra Kâzerûnlular gazâya gittiklerinde ve düşman kale ve şehrine ulaştıklarında "kudûm nevbeti", düşman safları ile karşılaşıp sa­vaştıklarında "sügrâ nevbeti", kafirleri hezîmete uğrattıklarında ise "müj- de nevbeti" çalar­lardı. İşte bu üç nevbet o zamandan kalmadır.

Bir grup müslüman, Kâzerûnî hazretlerinin ziyâretine gelip; "Efendim! Emir buyursanız da şu şehrin etrâfını sur ile çevirseler. Böylece şehir, emniyet ve himaye altına alınır." dediler. Kâzerûnî hazretleri cevâben; "Bu şehrin surları vardır. Fakat görünmez. Öyle sağlamdır ki, âfet, belâ ve musîbet bu şehre zarar vermez. Ahâli de himâyededir." buyurdu. Zi­yâretçiler bir şey anlamayıp dönüp gittiler. Kâzerûnî´nin kerâmeti vefâtın­dan tam yetmiş iki sene sonra zuhûr etti. On iki bin kadar müşrik, kâfir, şehri ele geçirmek için Kâzerûn´a yöneldiler. Yaklaştıklarında düşmanlar gözlerini açıp, şehre bakmaya bile güç yetiremeyip büyük bir kargaşalığa düştüler. İçlerine korku düşüp, âdetâ hezîmete uğramış bir ordu gibi şa­şırmış halde geri çekildiler. Allahü teâlâ, Kâzerûnî´nin (rahmetullahi aleyh) hürmetine şehri muhâfaza buyurdu.

Mısır´da ve Anadolu´da yaşayan velî ve İslâm âlimlerinin büyüklerin­den Molla Arab (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.901 de Sultan Kayıtbay vefât edince, Bursa´ya gitti. Orada halk ve ileri gelenlerden çok hürmet gördü. Vâz edip, de­vamlı Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Halka, haram ve günahların öldürücü zehir olduğunu anlattı. Sonra İs­tanbul´a gitti. Burada da vâz, irşâd ve insanlara doğru yolu anlatmak ile meşgûl oldu. Sultan İkinci Bâyezîd Han, Molla Arab´ın şöhretini işitip der­sine geldi. Vâzını dinleyip, tesirli konuşmala­rına hayran oldu. Çok defâ ziyâretine gelip, devletin bekâ ve devâmı için duâla­rını taleb etti. Molla Arab, Peygamber efendimizin hayâtını ve güzel ahlâkını anlatan Tehzîb-üş-Şemâil ve tasavvufa dâir olan Hidâyet-ül-İbâd ilâ Sebîl-ir-Reşâd adlı eserlerini yazıp, Sultan Bâyezîd Hana hediye etti. Ayrıca Sultanın gazâ sevâbına kavuşmasını istedi. Kur´ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi 95. âyet-i ke­rî­mesinde meâlen; "Müminlerden özür sâhibi olmaksızın cihaddan geri kalanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar bir olmazlar. Allah, mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlar­dan çok üstün kıldı. Bu­nunla berâber Allah, ikisine de Cennet´i vâdetmiş- tir. Fakat Allah, savaşanlara, oturanların üstünde pek büyük bir mükâfat vermiştir." buyrulduğu üzere, Sultanı gazâya teşvik etti.

Modon şehrinin fethine katıldı. Fetih sırasında konuşmalarıyla ve du­âlarıyla askeri coşturdu. Kaleye ilk giren mücâhidler arasında yer aldı. Gazâdan dönü­şünde, İstanbul´da vâzlarına devâm etti. Vâzlarında küfür ehlinin, sapıkların ve tarîkatçı geçinen bozuk kimselerin kötülüklerini an­lattı. Sonra çoluk-çocuğuyla Haleb´e gitti. Orada Çerkes beylerinden Hayr Beyden çok hürmet gördü. Hayr Bey onun bütün ihtiyâcını karşıla­mak istedi. Fakat o, takvâsından, hiç bir şeyini kabûl etmedi. Haleb´de üç yıl kadar vâz, hadîs ve tefsîr ile meşgûl oldu. Bid´at ehli ve bozuk fırkala­rın zararlarını anlattı. Safevîler ona çeşitli düşmanlıklarda bulundukların­dan İstanbul´a döndü. Yavuz Sultan Selîm Hanı, şiirlerle cihâda teşvik ve tahrik eyledi. Bu maksadla Es-Sedad fî Fedâil-il-Cihâd kitabını yazdı. Çaldıran seferine katılıp, askere vâz ederek cesâret verdi. Muhârebede duâ eder, Pâdişâh âmin derdi.

Çaldıran seferinden sonra tekrar Anadolu´ya giden Molla Arab haz­retleri, gittiği yerlerde halka vâz ve nasîhat etmeye devâm etti. Sarayköy ve Üsküp´te de on sene vâz ve nasîhat ederek, pek çok kimsenin hidâ­yetine sebeb oldu. Saray­köy´de bir câmi ve bir mescid, Üsküp´te bir mescid yaptırdı. 1526 senesinde Kâ­nûnî Sultan Süleymân Han ile de Engürüs seferine katılıp, zafer için yaptığı du­âları kabûl oldu. Seferden sonra Bursa´ya gelip, çeşitli kitaplar yazdı. Kimyâ bilgisi de çoktu. Nafa­kasını ticâret yaparak kazanırdı. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Hâfı­zası çok kuvvetliydi. Meşhûr altı hadîs kitâbındaki hadîs-i şerîfleri bilirdi. İlim ve fazîlette yüksek bir zât olan Molla Arab hazretleri, gönül ehlin­dendi. Vâz ve nasîhatleriyle insanların gönüllerini feth ederdi. Uzaktan yakından gelen pekçok insan onun vâz ve sohbetlerinden istifâde eder­lerdi. Tefsîr ilminde bir deryâ, hadîs ilminde zamânında emsalsizdi.

Anadolu da yetişen büyük velîlerden Neccârzâde Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Beşiktaş Mevlevîhâne Şeyhi Memiş Efendinin soh­betlerine devâm etti. Ondan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin Mesne- vî´sinin ince ve derin mânâlarını öğrendi. Neccârzâde Mustafa Efendi, hep ilimle meşgûl olup, dünyâya ve dünyâ malına gönül vermedi. Kanâat ve tevekkül yolunu tuttu. Çok güzel hattı vardı ve geçimini kitap yazmak- la sağlardı. Bunun yanında kalbi Allahü teâlâ ile meşgûl olup, zâ­hirini, dışını dînin emir ve yasaklarına uymakla süslemişti. Peygamber efen- dimizin sünnet-i seniyyesinden kıl payı ayrılmaz, farz, vâcib ve nâfi­leleri yerine getirmekte çok gayretliydi. Sinan Paşa Câmiinde imâmlık, müez- zinlik yaptı ve vâz etti. Bu hizmetlerinden sonra o sıralarda Rusya üze- rine açılan sefere katılıp Moskoflara karşı cihâd etti. Bu cihâdda zafer kazanıp dönerken Edirne de Arabzâde Hacı Muhammed İlmî Efendinin sohbet­lerinde bulundu. Ondan Müceddidiyye yolundan icâzet aldı. Öte- denberi bu yolda yetişmek ve bu yolun feyzlerine kavuşmak için cân atıyordu. Hocasından mutlak icâzet alıp, irşâda me zun oldu. Böylece tasavvufda asıl üstünlük ve ol­gunluklara kavuştu. İlâhî sırlara ve mâri­fetlere mazhâr oldu.

Müceddidiyye yolundaki hocası Muhammed Hacı İlmî Efendi, Ebû Abdul­lah Muhammed Semerkandî nin talebesi idi. Bu zât Ahmed-i Yek- dest Cüryânî nin talebesi idi. Ahmed Yekdest Cüryânî ise, İmâm-ı Rab- bânî hazretle­rinin mübârek evlâdı Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma´sûm Fârûkî´nin önde gelen talebesindendi.

Sâbit Ebü´l-Meânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Türkistan da yetişen velî ve mücâhid âlimlerden olup, Hazret-i Ali´nin soyundandır. Hanefî mezhebine mensûb âlimlerdendir. Defalarca hacca gitti. Son hac ibâdeti sırasında Medîne-i münevvereye gidip, orada üç sene kaldı. Burada pek- çok feyz ve bereketlere ka­vuştu. Pekçok âlim ve velî ile görüşüp sohbet etti. Peygamber efendimizden al­dığı mânevî bir işâret üzerine tekrar memleketine döndü. İlim öğretip talebe ye­tiştirdi ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. İlim meclislerinde yüzlerce âlim ve sâlih zât bulundu.

Gençliğinden îtibâren haram ve şüphelilerden sakınan ve Allahü teâlânın rı­zâsına kavuşmak için gayret eden Sâbit Ebü´l-Meânî hazretleri insanlara güzel ahlâkı ve yaşayışıyla örnek oldu. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyup, bid´atlerden şiddetle kaçındı. Bid´at ehli olan kimselerle ve İslâm dînini yok etmeye çalışan İslâm düşmanla­rıyla çetin mücâdelelerde bulundu. İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlat­mak ve yaymak husûsunda hiçbir engele boyun eğmedi, hiçbir kınayıcı­nın kınaması onu yolundan döndüremedi.

İslâm düşmanlarının üzerine çekilmiş bir kılıç olan Sâbit Ebü´l-Meânî haz­retleri bilhassa komünistlere karşı büyük mücâdeleler verdi. Komü­nistlere karşı olan düşmanlığını açıkça söyleyip, insanları komünizmin ve komünistlerin şer­rinden sakındırmaya çalıştı. Bolşevikler onun karşısına en şeytânî adamlarını gönderdiler. Kendisini hapse atmak ve işkence etmekle tehdîd ettiler. Fakat Sâ­bit Ebü´l-Meânî hazretleri bu tehditlere boyun eğmedi. Onlara; "Benim sevdikle­rim zâten gitti. Onlara kavuşma şevkim ve arzum da fazlalaştı. Bu fânî dünyâya ihtiyâcım kalmadı." diye cevap vererek, meydan okudu.

Yaşadığı beldedeki pekçok âlim ve sâlih zâtın komünistler tarafından şehîd edildiklerini görmesine rağmen hiç korku ve ümidsizliğe kapılmadı. Bilhassa onlara karşı mücâdele azmi kuvvetlendi.

Îmânsızlığın, insanlığı dünyâ ve âhirette felâkete götüreceğini açıkça ifâde eden Sâbit Ebü´l-Meânî´yi yakalayıp hapsetmek üzere gelen komü­nistler onun üzerini ve evini aradılar. Çok dikkatli arama ve tarama yap­malarına rağmen suç âleti ve unsuru sayılacak bir şey bulamadılar. Fa­kat Şeyh Sâbit Ebü´l-Meânî´yi alıp reislerinin yanına götürdüler. Oraya varınca da; "Biz seni buraya seninle ta­nışmak ve aramızda dostluk kur­mak için getirdik. Bizim aleyhimizde konuş­mayı bırak. İnsanları bize yaklaşmaktan sakındırma. Bizi kötülemekten vaz geç. Eğer vaz geçmez­sen senin hâlin de senden öncekiler gibi olur." dediler.

Sâbit Ebü´l-Meânî hazretleri onlara şöyle dedi: "Kâfirlerle dostluk kurmak istemem. Onlarla benim aramda en ufak bir yakınlık olmasın." Komünistlerin reisi onun beyazlaşmış sakalından tutarak; "Başak olgun­laştı ve hasad zamânı yaklaştı." diyerek tehdid etti. Fakat Sâbit Ebü´l-Meânî hazretleri bu söz karşı­sında da en ufak bir korku ve tedirginlik his­setmedi. Onun bu hâlini gören reis sustu. Şeyhi getirenlerden birisi ise; "Şeyh acıktı. Ona bir şey yedirmemiz uy­gun olur mu " dedi. Reis onun rahat hâlini görünce; "Onu serbest bırakınız." diye emir verdi. Şeyh Sâbit Ebü´l-Meânî evine sağ ve sâlim döndü. Allahü teâlâya hamdetti. İnsan­lara İslâmiyetin emir ve yasaklarını ve İslâm düşmanları­nın tuzaklarını anlatmaya yılmadan devâm etti.

Sâbit Ebü´l-Meânî hazretlerinin on kardeşi vardı. İçlerinden Seyyid Yahyâ Han üstün ilim ve fazîlet sâhibiydi. Ebü´l-Meânî hazretleri ona saygı gösterirdi. Kardeşlerinden hayatta olan diğerleri de Sâbit Ebü´l-Meânî hazretlerinin ilim meclislerine devâm ettiler. Onların hepsi, ilim ve fazîlet sâhibiydi. Büyükleri olan Seyyid Yahyâ Han ise takvâ sâhibi bir kimseydi. Allahü teâlâdan korkusu sebebiyle çok ağlardı. İnsanlara vâz ve nasîhat ederek İslâmiyetin emir ve ya­saklarını anlatırdı. Onun ders halkasında da pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse yetişmişti. Seyyid Yahyâ Han vefât ettiği zaman, talebeleri Sâbit Ebü´l-Meânî´ye ağabeyinin yerine geçmesini, insanlara vâz ve nasîhat etmesini, onlara hak yolu göstermesini tavsiye ettiler ve; "Sen bizim bu isteğimizi yerine getirmeli­sin. Eğer böyle yapmazsan hayırlı bir işe mâni olmuş olursun. Halbuki sen hayırlı bir işe engel olmazsın." dediler. Allahü teâlâ, Sâbit Ebü´l-Meânî hazretlerinin kalbine bir yumuşaklık verdi. Talebelerinin istediği gibi insanlara vâz ve nasîhat etmeye başladı. İnsanlar uzaktan yakından onun vâz ve sohbetlerine koşup, isti­fâde etmeye çalıştılar. Pekçok kimse bu sohbetlerin bereketiyle hak yolu buldu, geçmişteki günâhlarına tövbe ettiler.

Sâbit Ebü´l-Meânî hazretleri zühd sâhibi olup dünyâya meyletmezdi. Eline geçen dünyâ nîmetlerine sevinmezdi. Dünyâya ve dünyâdakilere kıymet ver­mezdi. Ona çok hediyeler gelmesine rağmen bunları; fakirlere, ilim ehline ve ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Çok ihtiyaç içinde olsa da mec­lislerinde dünyâ ile il­gili hiçbir mesele konuşulmazdı. Buna rağmen kapı­sında insanların toplanma­sını düşünerek; "İçinde bulunduğum nîmetle­rin, beni Allahü teâlânın rızâsından uzaklaştıran istidrac olmasından kor­kuyorum." derdi.

Son devirde yetişen âlim ve velîlerden Said Nursî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kosova da büyük bir İslâm Dârülfünunu kurulmasına çalışılıyordu. Bu maksatla Rumeliyi gezen Sultan Reşad la birlikte Bediüzzaman da gider. Ancak kısa bir zaman sonra Balkan Harbi patlak verince teşebbüs yarım kalır. Bu defa oraya ayrılan 19.000 altın liralık tahsisatı Bediüzza- man ister. Bu isteği kabul edilen Bediüzzaman, tahsisatı da ala­rak 1912 nin sonlarına doğru tekrar Van a döner.

Van a dönen Bediüzzaman, Van Gölü kenarındaki Edremit te üniver­sitenin temelini atmışsa da, patlak veren Birinci Dünya Harbi sebebiyle yarım kalmıştır. Talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşan Said Nursî, vatan müdâfaasında çok büyük hizmetler görmüştür. Savaşta birçok tale­besi şehid olmuş; kendisi de Bitlis müdâ­faası sırasında yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya da esâret hayatı yaşadıktan sonra fevkalâde hayret verici şekilde firar ederek, Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla Haziran 1918 de tekrar İstanbul a dönmüştür.

İstanbul a üçüncü gelişinde ilim çevrelerince büyük bir teveccühle karşıla­nan Bediüzzaman, dört yıl kadar burada kalmıştır. Gelir gelmez Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi Yazır gibi devrin meş­hûr şahsiyetlerinden müteşekkil bir İslâm akademisi mahiyetindeki Dâ- rü l-Hikmeti l-İslâmiye üyeliğine tâyin edilir. Bir taraftan Anadolu daki Ku- vâ-i Milliye hareketini des­teklerken, diğer taraftan İstanbul u işgal eden kuvvetlere karşı da cesaretle mü­câdele eder. Çanakkale Harbi devam ettiği esnâda neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı eseriyle büyük hizmetler yap­mış; işgalci kuvvetlerin plânlarını bozmuştur. İs­tanbul un işgal edilmesin­den sonra İngilizler tarafından ölüm emri çıkarılmasına rağmen, o cesa­retle çalışmalarına devam etmiştir. Bu faaliyetleri Anadolu da kurulan Millet Meclisi tarafından takdirle karşılandığı için Mustafa Kemâl tara­fın­dan ısrarla Ankara ya dâvet edilmiştir. Birçok defâ Ankara´dan yapılan bu dâvetlere, Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum; siper arka­sında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum diyerek icâbet etmemiş; araya çok yakın dost­larının da girmesiyle ve vazifesini önemli derecede yerine getirdiği inan­cına sahip olduktan sonra Ankara ya gitmeyi kabul etmiştir.

1922 sonlarında Ankara ya gelen Bediüzzaman´ı, Meclis, resmî bir hoşâmedî merâsimiyle karşılamıştır. Ankara da kaldığı günlerde, yeni ku­rulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme neşrederek Meclis üyelerine da­ğıtmıştır. Bu beyannâ­mede, tamamına yakını Müslüman olan bu memle­ket insanının, kendileri yaşa­masalar bile, başındaki idarecilerin en azın­dan dindar ve inançlara saygılı ol­malarını istediğini ve bu bakımdan, dik­katli olunması gerektiğini söyler. Bil­hassa yapılması düşünülen inkılâplar üzerinde durarak, bunların muhakkak İslâmiyete uygun olmasına dikkat etmek gerektiğini belirtir. Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvârî bir iş görmek, İslâmiyetin kâidelerine bağlılık ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş diye­rek ilgilileri uyarmıştır. Beyannâmenin sonunda, memleket idâresi açısından çok daha önemli bir noktaya temas ederek, dîne gösterilen lâkaydlıktan her şeyden evvel tesis edilmek istenen cumhuriyet, yani meşrû meşrûtiyet, meşveret ve hür­riyet mânâlarının zarar göreceğini ifade etmiştir. Eğer bu Meclis İslâm şartlarına bizzat kendisi de uyarak insanların uymasına çalışmakla hilâfet mânâsını vekâ­leten yerine getirmezse, ortaya konan cumhuriyetin asıl mânâsından ziyâde isim ve gösterişten ibâret bir rejim haline geleceğini söyler. Son olarak da, Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fena­lıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve ha­sımlarınız, İslâmın şeâirini tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şea- iri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz ola­rak, şuurlu düşmana yardımdır ikâzını yapar.

Ankara da iken de, başlıca maksadı olan Şark Üniversitesinin tesisi için uğ­raşmaktan geri durmayan Bediüzzaman, 163 mebusun imzası ile yüz elli bin banknotluk yardım kararı çıkartmaya muvaffak olur. Beyan­namenin akabinde Mustafa Kemal le birkaç görüşmesi olmuş; kendisine şark umumi vaizliği, mil­letvekilliği ve Diyânet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek, 1923 yılı ortalarına doğru Van a dönmüştür.

Cumhuriyetin îlânıyla birlikte başlayan işkenceli, sıkıntılı ve çileli bir ha­yattan sonra 1960 ın baharında Urfa ya dönen Bediüzzaman Said Nursî, H.1379 ta Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Sarı Saltuk (rahmetullahi teâlâ aleyh) Türkistan taraflarından Ana­dolu ya gelip İslâmiyetin yayılması için çalışan mücâhid Türk derviş ve erenlerinden. İsmi, Muhammed Buhârî dir. Sarı Saltuk lakabıyla meşhûr olmuştur.

Türkistan da yetişen evliyânın büyüklerinden Ahmed Yesevî hazret­leri ve talebeleri Anadolu ya gelen Türklere maddî ve mânevî yardımda bulundular. Yetiştirdikleri mümtaz insanlardan bâzılarını Anadolu ya gön­derdiler. Bunlar arasında Hacı Bektâş-ı Velî ve Sarı Saltuk lakabıyla ta­nınan Muhammed Buhârî de vardı.

Ahmed Yesevî hazretleri, Hacı Bektâş-ı Velî den sonra Sarı Saltuk u Hora­san erenlerinden yedi yüz kişi ile ona imdâda gönderdi. Meşhûr tahta kılıcını Sarı Saltuk un beline kuşatarak şu nasîhati verdi: "Saltuk Muhammed´im! Bektaş ım seni Rûm a göndersin. Var git. Leh diyârında Makedonya ve Dobruca da yedi krallık yerde nâm ve şân sâhibi ol.

Sarı Saltuk ve yanındaki yedi yüz mücâhid, gâzi, derviş Anadolu´ya geldiler. Hacı Bektâş-ı Velî, Ahmed Yesevî hazretlerinin emrine uyarak Sarı Saltuk u Dobruca ya gönderdi.

Sarı Saltuk ve arkadaşları Bizans ucunda derviş gâzilerin öncülü­ğünü yap­tılar. Gittikleri yerlerdeki yerli ahâlinin pekçoğu Sarı Saltuk ve arkadaşlarının güzel ahlâkını ve örnek yaşayışını görerek müslüman ol­dular.

Geldikti bir zaman Sarı Saltuk la Asya dan,

Bir bir Diyâr-ı Rûm a dağıldık Sakarya dan.



Sarı Saltuk, Sakarya boyundan hareketle Dobruca ya geçerek Baba Dağını merkez edindi. Oğuznâmede; Sarı Saltuk un H.662 senelerinde Dobruca Baba Dağı havâlisinde bulunan mücâhid dervişleri irşâd ve idâre ettiği bildirilmektedir.

Sarı Saltuk, güzel ahlâk ve kahramanlığıyla Batı Türkleri arasında ef­sâne­leşti. Hamse sâhibi Şâir Nev îzâde Atâî, Kitâb-ı Nefehât-ül-Ezhâr der Cevâb-ı Mahzen-il-Esrâr da ve Kemâlpaşazâde Mohaçnâme sinde ondan bahsedip; Dobruca Kırı dedikleri yerde sâhib-i serîr-i vilâyet, tâcdâr-ı iklîm-i kerâmet, Sarı Saltuk Sultan ın ki havârık-ı âdât-ı kâhire ve bevârık-ı kerâmât-ı bâhire ile zâhir olan emir-sûret, fakîr-sîret azizler­dendi. diyerek kerâmet sâhibi bir velî olduğunu bildirmektedir.

Türk hâkimiyetinin ulaştığı her yerde onun adına türbeler, makamlar, tek­keler yapılmıştır. Baba Dağındaki türbesi hakkında Evliyâ Çelebi şöyle demek­tedir:

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Kili ve Akkermân kalelerinin fethine çıktı­ğında, Baba Dağına gelince; sâlih kimselerden bâzıları; Pâdişâhım! Bu­rada Sarı Saltuk adına nûrlu bir türbe vardı. Kâfirler yıkıp üzerine taş, toprak, çöp dökerek kabrini kaybettiler. diye şikâyette bulundular. Sultan Bâyezîd-i Velî o mezbe­leliğe gitti. Bir seccâde üzerinde Kara Şems (Şemseddîn Sivâsî) ile ikişer rekat namaz kılıp hakîkatı öğrenmek üzere o gece istihâreye yattı. Hemen Sarı Saltuk, sarı renkli sakallı ve yeşil sa­rığı ile görünüp; Yâ Bâyezîd! Hoş geldin. Akkermân ve Kili kalelerini ve vilâyetlerini Boğdan kâfirleri elinden harp yap­madan fethedeceksin. Oğulların Mekke ve Medîne ye hizmet edecek. Beni bu pislikten kurtar. dedi. Sultan uyanınca; Kara Şems e; Efendi! Gördüğün rü­yâyı bir kâğıda yaz. Ben de yazayım. Şeyhülislâma gönderelim. Bakalım ne ce­vap ve­rir. dedi. Herbiri gördükleri istihâreyi yazıp mühürlü olarak şeyhülislâma gönderdiler. Allahü teâlânın hikmeti ikisinin de görüp anlattıkları rüyâ ay­nıydı. Şeyhülislâm hemen; Padişâhım! O yere büyük bir türbe yaptıra­sın. diye haber gönderdi. Sultan Bâyezîd Han, o yeri temizlettirdi. Te­mizlenirken üzerinde; Hâzâ Kabr-i Saltuk Bey Seyyid Muhammed Gâzi diye yazılmış bir mermer sanduka göründü. Mîmâr ve mühendisler top­lanıp nûrlu bir türbe ve câmi ile di­ğer hayır yerlerinin inşâsına başladılar. Bâyezîd Han, Kili ve Akkerman kalele­rini hakîkaten harpsiz fethedip, oraların fâtihi oldu. Zaferle Baba Dağına döndü. Bir sene orada kışladı. Etrâfı düzene koyup, Baba Dağı şehrini îmâr etti. Bütün hayır yerlerini Baba Sultan a vakfetti. Eviyâ Çelebi, burayı ziyâretten sonra kapısına;



Hazret-i Sultan Saltuk u ziyâret eyledik

Çok şükür şimdi görüp Hakk a ibâdet eyledik.



beytini yazdığını haber vermektedir.

Kânûnî Sultan Süleymân Han da 1538 senesindeki seferde onun Baba Da­ğındaki türbesini ziyâret edip hayır ve hasenâtta bulundu.

Sarı Saltuk un edebiyâtımızda da mühim yeri vardır. Hayâtı destânî şekilde de olsa Saltuknâme adındaki eserde geniş olarak ele alınmıştır. Kitabın ortaya çıkışında Cem Sultan ın rolü pek büyüktür. Fâtih Sultan Muhammed Han, Uzun Hasan üzerine sefere çıkarken Cem Sultan ı Edirne ye göndermişti. Edirne´den Baba Dağına geçen Cem Sultan, Sarı Saltuk un menkıbelerini dinleyip, hayran kalmıştır. Bunun üzerine maiy- yetinde bulunan Ebü l-Hayr-ı Rûmî yi vazifelen­direrek bu menkıbe­leri derlemesini istemiştir. Müellif, Anadolu ve Rumeli yi adım adım dola­şıp Saltuknâme yi yedi senede üç cild hâlinde yazmıştır.

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Fransızlar Mensûriye´ye hücûm et­tiklerinde, onlara karşı İslâm ordusunda yer aldı. Savaş sıra­sında şiddetli bir rüzgâr, İslâm ordusunun üzerine doğru esmeye başladı ve müslüman askerlerini zor duruma soktu. Bunu fark eden İzzeddîn bin Abdüsselâm (Sultân-ül-Ulemâ), sesinin çıktığı kadar seslenerek; "Ey rüzgâr, düşmanların tarafına git!" dedi. Bunun üzerine rüzgâr, Allahü teâ- lânın izni ile düşmana doğru esmeye başladı. O kadar şiddetli esti ki, düşmanların atları yıkıldı ve onların altında kalan birçok düşman askeri öldü ve yaralandı. Sağ kalanları ise esir alındı. Allahü teâlânın izni ile İslâm ordusu muzaffer oldu.

Hindistan ın büyük velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, bir defâsında Sultan Gıyâ- seddîn, bir kaleyi fethetmek için kuşattı. Çok zaman geçtiği hâlde, bir türlü kale düşmedi. Bir gece hava birden değişti. Şiddetli yağmur ve rüzgâr başladı. Öyle ki; rüzgâr, çadırları yerinden söküp fırlatıyordu. Sultanın hizmetçisi, elinde ibrik, sultâna abdest suyu ısıtabilmek için ateş arıyordu. Ateş yoktu. Nihâyet bir çadırda kandil yan­dığını farkedip, oraya koştu. Bu, Şemseddîn hazretlerinin çadırı idi ve kendisi içeride Kur ân-ı kerîm okuyor, sanki, şiddetli yağmur ve rüzgâr, ona ve etrâfına hiç tesir etmiyordu. Kendisi, velîlik hâlleriyle çok heybetli bir zât olduğundan, sul­tânın hizmetçisi yanına yaklaşamadı ve hiçbir şey söyleyemedi. Uzakta durup beklemeye başladı. Şemseddîn Pâni-pütî, biraz sonra başını kaldı­rıp; Gel kar­deşim! Ateş istiyordun. Alıp götürebilirsin dedi. Hizmetçi ateş alıp gitti. İbrikte bulunan suyu ısıtıp, acele ile sultana yetiştirdi. Bu hâl, hizmetçinin dikkatini çok çekmişti. Su lâzım olduğunda, hizmetçi et­rafta su bulamadı. Hizmetçi, o zâtın çadırında ateş bulduğuma göre, su da bulurum diye düşündü. Sabah olduğunda, o çadıra gitti. Çadıra vardı­ğında akşamki zâtın yerinde bulunmadığını gördü. Geri dönerken, ordu­gâhın dışında bulunan havuzun yanından geçiyordu. Akşam çadırda gördüğü zatın havuzda abdest aldığını gördü. Bir kenarda durup abdes- tini bitirmesini bekledi. O büyük zât abdestini tamamladı, namazını kıldı. Hizmetçi de oraya yaklaşıp su tulumunu doldurdu. Bir taraftan da çok hayret ediyordu. Zîrâ mevsim kış olduğu için, havuzun donması ge­rekiyordu. Bu dü­şünceler içinde suyu götürdü. O gün bu durumdan hiç kimseye bahsetmedi. Er­tesi sabah erkenden, o zâtın havuza abdest al­maya gelme vaktinden evvel oraya gelip baktı. Havuz donmuş vaziyette idi ve su alınacak gibi değildi. Bir ağacın kenarına çekilip beklemeye başladı. Bu işteki inceliği anlıyabilmek için soğukta beklemeye râzı oldu. Nihâyet Hâce Şemseddîn geldi. Abdest almaya başlaya­cağı zaman, ha­vuzun buzu birdenbire eridi. Ateş üzerinde ısınan bir kaptaki su misâli, havuzdan buhar yükselmeye başladı. O zât abdest alıp gittikten sonra, havuzun yanına gelen hizmetçi, biraz önce buz tabakası hâlinde bulunan suyun, şimdi eli yakacak derecede sıcak olduğunu gördü. Bu hâlin Şemseddîn hazretle­rinin kerâmeti olduğunu anlamıştı. Su tulumunu o sı­cak sudan doldurup sultânın yanına geldi. Sultâna, yalnız olarak arzet- mesi îcâb eden bir husus olduğunu bil­dirdi. Sultan, otağında otur­makta idi. Hizmetçinin arzusunu kabûl etti. Hizmetçi gördüklerini etraflıca anla- tınca, sultan çok hayret içinde kaldı. Hizmetçiye ken­disini sabaha yakın uyandırmasını, berâberce oraya gideceklerini söyledi. Hiz­metçi gece sul- tânı uyandırıp, berâberce havuzun yanına gittiler. Baktılar, havu­zun suyu buz tutmuş hâlde idi. Bir kenara çekilip beklemeye başladılar. Biraz son- ra Hâce Şemseddîn gelip abdest aldı. Orada namaz kıldı ve gitti. Sultan, ol­duğu yerden çıkıp suya baktığında, onun gâyet sıcak ol­duğunu gördü. Onun ke­râmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anladı. He­men o zâtın çadı- rının bulunduğu yere geldi. Şemseddîn Pâni-pütî, çadı­rına gelmiş, Kur - ân-ı kerîm okuyordu. Sultan, geride edeble durup, ayakta dinlemeye baş- ladı. Okumayı bitirince, sultâ­nın karşısında ayakta beklemekte olduğunu görünce hayret etti. Ayağa kalkıp selâm verdi. Sultan daha çok hürmet edip; Ne kadar mesûd bir kimseyim ki, Hak teâlâ sizin gibi sevgili bir ku- lunu, benim zamânımda ve yakınımda bulun­durdu. Uzun zamandır mu- hâsara ediyoruz, kaleyi fethedemedik. Lütfen duâ edin de, kale artık fet- holunsun dedi. Bunları söylerken, büyük bir edeb ile yalvarır­casına ko- nuşuyordu. Şems-ül-evliyâ Şemseddîn hazret­leri, tevâzu edip, kendi­sini duâya lâyık görmediğini söyledi. Sultan çok ıs­râr etti. Bunun üzerine elle­rini açıp Fâtiha-i şerîfe okudu ve; Şimdi atı­nıza binip gidiniz. İnşâallah fetih gerçekleşecektir. buyurdu. Sultan, se­vinçle ve içi ferahlamış olarak otağına geldi. Komutanlarını toplayıp, ko­nuştular. Bütün hazırlıklar ta- mamlanıp, son bir hücûma geçildi ve Allahü teâlânın izni ile kale fetho- lundu.

Bu fethin, Şemseddîn hazretlerinin duâları bereketiyle olduğunu bilen sul­tan, ertesi gün, büyük bir sevinçle ve yüksek bir edeble, yalın ayak onu ziyârete gelmek istedi. O ise, kendisine böyle davranılmasını istemi­yor, tanınmaktan, meşhûr olmaktan hoşlanmıyordu. Kalb gözüyle, sultâ­nın bu düşüncesini anladı ve sessizce oradan ayrıldı.

Meşhûr Kafkas kahramânı, âlim ve velî Şeyh Şâmil (rahmetullahi te- âlâ aleyh) Rusların, Kafkasya´da ortadan kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihyâ etmek, yaymak için uğraşan, Kafkas-Rus mücâdelesinin en unutulmaz simâsı ve düzenli Rus ordularını dize getiren büyük mücâhid. H.1212 de Dağıstan´ın Gimri köyünde doğdu. Babası Muhammed, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşta ağır bir hastalığa yakalanan Ali´ye, âdetle­rine uyarak, Şâmil ismini de verdiler ve o isimle çağırmaya başladılar.

Küçük yaşından îtibâren ilim tahsîl edip âlim olması için, zamanın u- lemâ­sından okudu. Şâmil, otuz yaşına kadar; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimle­rini, edebiyât, târih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim, gönül sâ­hibi bir velî oldu. Rusların, Kafkasya´daki müslüman Türkleri esâret altına almak, kalblerindeki îmânı söküp atmak ve İslâmiyeti yok etmek için maddî ve mânevî bütün güçleri ile uğraştığını görünce, gönlündeki îmâ­nın tezâhü- rü olarak cihâd aşkıyla ortaya atıldı. Kafkasya´da yaşayan Türkler, onu başlarına imâm, rehber seçtiler. İmâm Şâmil, daha önce Rusların esâre- tini kabûl etmiş kabîleleri de saflarına katarak, düzenli kü­çük bir ordu kurdu. Bu küçük ordusuyla yirmi beş sene, İslâmiyeti yok etmek, müs- lümanları ortadan kaldırmak isteyen Ruslara kan kusturdu. Nice gene- rallerini harp meydanlarında öldürüp, nicelerini de çarlarına karşı küçük düşürdü, onları âciz bıraktı. Eşsiz bir mücâdele ile hayâtını geçiren Şeyh Şâmil, H.1287 senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.

Şeyh Şâmil, arkadaşları ile ilim öğrenmek üzere Bağdât´a gidip, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden ders aldı. Ondan; tefsîr, hadîs, fıkıh, ede­biyât, târih ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim, ayrıca tasavvuf il­mini öğrenerek, hocasının eşsiz teveccühleri ile de büyük bir velî oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazret­leri, bu kıymetli talebesine halîfelik de ve­rerek, Allahü teâlâya kavuşmak arzu­suyla yanan âşıkların kalblerine bir kıvılcım sunması için memleketi olan Kaf­kasya´ya gönderdi. Bâzı kay­naklara göre de, zâhirî ilimleri Saîd Herekânî´den, kalb ilimlerini de Ce- mâleddîn Kumûkî hazretlerinden öğrendi.

Şeyh Şâmil, Kafkasya´ya döndükten sonra on yedi sene önce Şeyh Mansûr ile başlatılan hürriyet mücâdelesindeki yerini aldı. Mansûr´dan sonra, Gâzi Muhammed, Kafkaslıların başına geçerek imâm oldu. O da gönül sâhibi bir velî idi. Şeyh Şâmil´in çocukluk arkadaşı olan Gâzi Mu- hammed, Ruslarla yaptığı Gimri muhârebesinde şehîd olmadan önce; "Kardeşim Şâmil! Bu savaşta şehîd olsam gerektir. Benden sonra Ham- zat imâm olacak. Onun kısa süren imâmlı­ğından sonra sen başa geçe- cek, senelerce Kafkasya´ya hükmedeceksin. Nâmın cihânı tutacak. Çar ordularını perişân edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri´den gitsen bile yine kurtarıp, mezârımı düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşâal- lah" demişti. Çarpışmanın şiddetlendiği bir an, Gâzi Muhammed şehîd düştü. Bu hâle çok üzülen Şeyh Şâmil, büyük bir hızla düşmana saldırdı. Birçok düşman öldürdü. Bu arada ağır yaralandı. Şeyh Şâmil´in yara- landığını gören Gimri Câmiinin müezzini Mehmed Ali, onu tâkib ede­rek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pekçok ye­rinden yaralanmış, kaburga kemik­lerinden bazıları ve köprücük kemiği de kırıl- mıştı. Asıl yara, göğsünde ve sır­tında olup, her tarafını kan kap­lamıştı.

Müezzin, oraya iki saat mesâfede bir köyde oturan Dağıstan´ın meş­hûr cer­râhı, aynı zamanda Şeyh Şâmil´in kayınpederi olan Abdülazîz Efendiye durumu bildirdi. Abdülazîz, şifâlı otlarla yaptığı ilâçları Şeyh Şâ- mil´e tatbik ederek tedâ­viye başladı. Birkaç gün mağarada, daha sonra Unsokul köyünde tedâvi edilen Şeyh Şâmil, yirmi beş gün baygın yattı. Kendine geldiğinde annesini baş ucunda görünce, güçlükle; "Ana­cığım! Namazımın vakti geçti mi " diye sordu. Na­mazlarını îmâ ile kıla­rak, ay­larca yatakta yatan Şeyh Şâmil sıhhate kavuştu.

H.1248 senesi şehîd düşen Gâzi Muhammed´in yerine, Hamzat Bey imâm­lığa seçildi. Üç sene kadar faâliyet gösteren Hamzat Bey, H.1251 senesinde Hunzah Câmiinde bir Cumâ günü şehîd edildi. Onun şehâde- tinden sonra imâm­lık, yâni liderlik vazifesi Şeyh Şâmil´e teklif edildi. Şeyh Şâmil, tevâzu göstere­rek daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok´ta toplanan âlimler ve milletin ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak, Şeyh Şâmil´e imâm­lığı kabûl ettirdiler.

Rusları dize getirmenin ancak düzenli bir orduyla mümkün olacağını, teşki­lâtlanılırsa çar ordularıyla baş edebilecek durumda olduklarını, dı­şardan hiçbir yardımın gelmeyeceğini, bu sebeple iş başa düştüğünü her gittiği yerde îzâh ediyordu. Tesirli hitâbetiyle halkı cezbediyor, müslüman olarak yaşamak aşkıyla yanan bu insanların kalblerine birer kıvılcım salı­yordu. Bu uğurda şehîd olma­nın mükâfâtının Cennet olduğunu bildiriyor, dînin emirlerine uymanın, yasakla­rından kaçınmanın ancak hürriyet ile mümkün olabileceğini herkesin kalbine nakşediyordu. Şeyh Şâmil, kısa zamanda kısmen de olsa nizamlı bir ordu ve mülkî teşkilâtı kurmaya mu­vaffak oldu. Tecrübeli ve değerli yardımcıları, ve­kîlleri, ordunun ve mülkî idârenin başına getirdi. Bu nâiblerin en meşhûrları şunlardı: Şuayb Molla, Taşof Hacı, Duba, Hâcı Sadu, Ahverdili Muhammed, Kabet Muhammed, Hitinav Mûsâ, Nûr Muhammed, Muhammed Emîn, Hâcı Murâd. Yararlık gösterenlere altın ve gümüşten yapılmış nişanlar veriyor ve bu nişanlara;

"Sonunu düşünen hiçbir zaman cesur olamaz.",

"Kuvvet ve yardım ancak Allahü teâlâdandır.",

"Cesûr ve yüksek rûhlu olana..." şeklinde cümleler yazdırıyordu. Şeyh Şâmil´in seçtiği bu nâibler, memleketin olduğu kadar, askerî birlikle­rin de sevk ve idâresinde üstâd idiler.

Çar Birinci Nikola, yıllardır Kafkasya´da yapılan savaşlarda başarılı olama­dığını ve Şeyh Şâmil´in düzenli ordu kurarak hücumlarını sıklaştır­dığını gö­rünce, bu memleketi bir de sulh yoluyla elde etmeyi denemek istedi. Şâyet Şeyh Şâmil´i elde edebilirse, bu işin çabucak biteceğine inanıyordu. Kafkasya´daki müslümanları bir bayrak altında toplama sev­dâsından vazgeçerse, kendisine en büyük makamların, rütbelerin verile­ceğini, başına krallık tâcı giydirileceğini, Çarlık hazînelerinin ayakları al­tına serileceğini bildiren göz kamaştırıcı şeytânî bir teklif hazırlatıp, en güvendiği generallerinden Viyanalı Kluk Von Klugenav´a verdi ve Şâmil´i sarayına dâvet etti. General, Şeyh Şamil´in huzûruna çıkmak için aracılar koydu. Güçlükle Şeyh Şâmil ile görüşmeye muvaffak oldu. 1837 sene­sinde Çar´ın gönderdiği elçiyi, maiyetiyle berâber, Sulak Nehri civâ­rında kabûl etti. İmâm, Generale yere serdiği Kafkas yaygısında yer gösterdiği zaman, bir bacağı bir müslüman güllesiyle sakat kalan topal General, Şeyh Şâmil´i büyük bir tâzimle selâmladı ve istemeyerek bu yamalı yay­gıya oturdu. Çar´ın sonsuz vâd ve pek parlak teklifleriyle dolu mektubunu okuyan General susar susmaz, İmâm hızla ayağa kalkarak; "Namazım geçiyor." diye heybetle geri çekildi. Namazını kıldıktan sonra gelen Şeyh Şâmil, sapsarı kesilen Gene­rale kesin cevâbını şöyle bildirdi: "General! O Nikola´ya git ve de ki: Senin ye­rinde şu anda kendisi olsa ve bu alçak- ca teklifleri bana bizzat yapmak cesâre­tinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevâbı şu kırbacım verirdi." İyice hiddetlenen Şeyh Şâmil şöyle de­vâm etti: "Ona söyle! Kahraman tebeamın kalblerinde kök salan bu eşsiz zafer inancını kökünden kazımadıkça, bu mübârek vatan toprakla­rını en son kaya parçasına kadar karış karış müdâfaa etmekten bizi men ede- me­yeceksiniz. Dînim ve vatanım uğrunda, bütün çocuklarımı ve âi­lemi kılıçtan ge­çirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son tebeamı öldürse­niz, tek başıma son nefe­simi verinceye kadar sizinle savaş edeceğim. Nikola´yı tanımıyorum. Son cevâ­bım budur." Daha sonra ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeye cesâret edemeyen General, huzurdan ayrılıp, Çar´ına durumu bildirdi. Çar, hazır bu yol açılmışken, ikinci bir teşebbüs olmak üzere Kaf- kas orduları başkumandanı General Feze´yi, İmâm Şâmil´e tekrar gön- derdi. Onun da aldığı târihî cevap şudur:

"Ben, Kafkas müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarı­lan gâ­zilerin en aşağısı Şâmil! Allahü teâlânın himâyesini, Çar´ın efendi­liğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir müslümanım. Daha önce Çar Birinci Nikola´yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav´a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek için beni Tiflis´e dâvet ediyor. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bu mektu­bumla son defâ size bildiriyorum. Bu yüzen fânî vücûdumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bı­rakılmayacağını bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiş­tirmeyece­ğim. Cevâbım bundan ibârettir. Nikola´ya ve onun kölelerine böylece mâlûm ola!"

Şeyh Şâmil, teşkilâtlandırdığı yiğitleri hem din bilgilerinde yetiştirir, hem de askerî eğitimden geçirirdi. Köylerde bulunan bütün çocukların Kur´ân-ı kerîm okumasını sağlar, büyüklerin; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi dînî ilimlerin yanısıra, za­mânın fen bilgilerinde de yetişmesi için uğraşırdı. Din bilgisi olmayan câhillerin Ruslara aldanacağını, vatanını koruyamayaca­ğını, böylece hem dünyâda esâret altında kalacağını, hem de âhirette acı azâblara dûçâr olacağını buyururdu. Bu sebeple, emri altındaki her köy, kasaba ve şehirde medreseler açtırır, hem din, hem de fen ilimlerinin okutulması için uğraşırdı. Kendisi bizzat bu derslere ka­tılır, talebelerine ders verirdi. Başarılı talebelerine mükâfâtlar dağıtırdı. Medre­sede okutu­lan dersler yanında, silâh kullanmak, kılıç çekmek, ok atmak, ata binmek gibi konularda eğitimler yaptırır, savaş ânında herbiri birer komutan ola­cak şekilde yetiştirirdi. Bundan dolayı Şeyh Şâmil, hem milletinin, askeri­nin devlet reîsi, kumandanı, hem de hocası, imâmı idi. Bu sebeple Kaf­kasyalı müslümanlar, onu canları gibi çok severler, her emrine şartsız itâat ederlerdi. Vatanlarını Ruslara karşı müdâfaa etmek ve bu uğurda şehîd olup Allahü teâlânın rızâsını kazanmak, her Kafkasyalı müminin yegâne arzusu idi. Çocukla­rını, Allahü teâlânın dostlarını sevecek, düş­manlarından da nefret edecek şekilde yetiştirirlerdi. Onlar için Rusları sevmek, onlara boyun eğip emirlerine girmek kadar tehlikeli bir şey ola­mazdı. Her çocuğa, İmâm Şâmil´in ve diğer âlimlerin muhabbeti, Ruslara olan düşmanlık anlatılırdı. "Hubb-i fillah ve buğd-ı fillah"ın (Allahü teâlâ- nın dostlarını sevmek, düşmanlarından nefret etmek), îmânın asıl sebe- bi, şartı olduğu, bu olmadıkça hiçbir ibadetin cenâb-ı Hakk´ın ka­tında mak­bûl olmadığı öğretilirdi.

Rus kuvvetleri hep hezimete uğradı. Yenileri birbirini takib etti. Çar Birinci Nikola, bu hezîmetlerden sonra, bütün Kafkasya´yı fethetmek, Şeyh Şâmil´i ele geçirip bütün müslümanlara kötü günler yaşatmak mak­sadıyla, ordularının en seçkin generallerini bu işde vazifelendirdi. Napol- yon´u mağlub eden bu meşhûr generaller; Fraytag, Svarts, Klugenav, Argutinski idi. Kalelere bıraktıkları ihti­yat kuvvetleriyle birlikte elli bini bulan bu seçme ordu, dört koldan harekete geçti. Netice yine Rus ordu- larının hezimeti ve bir avuç müslümanın zaferi idi.

Şeyh Şâmil´in, bu kadar kısa sürede, harp târihinde ender rastlanan bir zaferi kazanması ile, Avaristan baştanbaşa düşman çizmelerinden temizlendi. Rusların yirmi beş müstahkem mevkii zapt ve tahrîb edildi. İki binden ziyâde Rus askeri esir alınıp, binlercesi öldürüldü. En mühimi, yenilmez sanılan Rus ordularını çok az bir müslüman Türk´ün îmân gücü ile nasıl perişân ettiğine Rus Çarı dahî hayretle şâhid oldu. Rus kaynak­ları 1843 senesinde yapılan bu harplerin netîcesi hakkında şöyle de­mektedir:

"Şâmil, Avaristan´da taş üstünde taş bırakmadı. Unsokul, Balakan, Moksok, Ahalçi, Tsanah, Hassat, Gergebil, Burunduk, Hunzah, Nizova- ye, Ziran, Gimri gibi en önemli üslerimizi, mevzilerimizi kâmilen ele ge- çirip temelinden tahrib etti. Rusya´ya çok pahalıya mal olan bu Avaristan muhârebelerinde yaptığımız müthiş masrafları, verdiğimiz kor­kunç insan ve malzeme zâyiatını hesab edecek olursak, bu savaşın Kaf­kasya´da yaptıklarımızın en kanlı ve zararlısı olduğu meydana çıkar."

Bu savaşlar netîcesinde Kafkasya´da yaşayan müslüman Türklerin mânevi­yâtı yükseldi. Ruslara karşı müthiş bir direniş başladı. Şeyh Şâmi- l´e karşı olan güvenleri çoğaldı. Canla başla ona yardıma karar ver­diler. Bu savaş, Çar Birinci Nikola´nın gururunu kırdığı gibi, plânlarını da alt üst etti. Napolyon´a karşı gâlip gelen meşhûr Rus generalleri, iki ko­lorduya yakın büyük bir kuvvet ile Avaristan´a saldırdıkları hâlde, Şeyh Şâmil´in bir avuç ordusu karşısında tutu­namamışlar, felce uğramışlardı.

Çar Nikola, bu hezîmetten sonra da, Şeyh Şâmil´in karşısına General Vorontsof´u çıkardı. Onu Kafkas Orduları Başkumandanlığına getirerek; "Bütün ordularım bu uğurda fedâ olsun. Hazînelerimin bütün kapıları Kafkasya için ar­dına kadar açıktır. İstediğin her şeyi bol bol alabilirsin. Bunun karşılığında siz­den Şeyh Şâmil´i ölü veya diri olarak ele geçirme­nizi ve Dargo denilen yuvasını kasıp kavurarak çiğnemenizi istiyorum" dedi. General Vorontsof, Kafkasya´yı bir uçtan bir uca fethetmek için alt­mış bin kişilik bir kuvvetle harekete geçti. Şeyh Şâmil´in yok denecek ka­dar az bir askeri karşısında perişân olup şaşkına döndü. Bir buçuk ay içinde elindeki bütün cephânelerini, güllelerini İmâm Şâmil´in yaptırdığı sahte istihkamlara, boş siperlere günlerce atarak bitirdi. Ha­kîkî muhâre­belere daha girişemeden cephânesiz kaldı. Geriden gelen mühimmat ve askerin yiyeceğini, erzakları Şeyh Şâmil´in yaptığı baskınla kaybetti. Şeyh Şâmil´in iki ay süren çok mahâretli ve kanlı yıpratma muhârebeleri karşısında mevcûdunun büyük bir kısmını ve üç generalini kaybetti.

Şeyh Şâmil, yeni bir gazâ için hazırlanmaya başladı. Ordusuna, Rus- ların müslümanlara yaptıkları katliamları, ettikleri işkenceleri ve zu­lümleri anlatı­yordu. Dînini yayabilmek için, vatanlarını korumanın en bü­yük ibâ- detlerden ol­duğunu, bu uğurda şehîd olmanın öneminden ve Cennet´teki yüksek derecesini haber veriyordu. Peygamber efendimiz­den ve Eshâb-ı kirâmdan misâller getiri­yor, onların hiç rahat yüzü gör­mediklerini, hayat- larının sonuna kadar İslâmı yaymak için diyar diyar dolaştıklarını, çok az bir kuvvetle pek büyük düşman sürülerine gâlip geldiklerini anlatıyordu. Halk heyecanla dinliyor, o anlattıkça Allahü teâlânın düşmanı olan Rus- lara karşı nefretleri artıyordu. Ruslar harp meydanlarında devamlı yeni- lince ova köylerinde mezalime başladılar. Bu köy­lerden gelen iki kişi hal- kın çâresiz hâline Rusların kadın çocuk deme­den yap­tıkları mezâlimi Şeyh Şâmil´in annesine anlattılar. Annesi, Şeyh Şâmil´i yanına çağırdı. Annesinin en küçük arzusunu kendisine büyük bir emir telakkî eden muhterem İmâm, annesinin yanına gitti. Biraz önce dinlediği vahşetten gözleri yaşla dolan heybetli ana, oğluna; "Evlâdım! Uzak Çeçen köyle- rinde Rusların yaptığı anlatılmaz işkenceleri ve öldü­rülen yiğitlerin habe- rini öğrendim. Kendi­lerini müdâfaa edemeyen bu köylüleri boş yere kır- dırmasan ve Ruslarla belirli bir müddet için mütâ­reke yapsan olmaz mı " deyiverdi. Bu sözleri anasından işiten kahraman İmâm, beyninden vu- rulmuşa döndü. Şeyh Şâmil, bir tarafta va­tanın se­lâmeti ve bu uğurda Ruslarla kanının son damlasına kadar mücâdeleye karar vermiş insanlar, bir tarafta da incitilmesi büyük günahlardan olan ana gibi iki müthiş ateş arasında kaldı. Senelerdir, İslâm düşmanı olan Ruslarla mücâdele et- mişti. Hattâ vücûdunda yara almadık yeri kalmamış gibiydi. Bu uğurda; eşi, hemşiresi, oğlu, amcası ve binlerce müslüman Türk şehîd olmamış mıydı Bu sebeple düşmanla anlaşmaya kalkanlar için kânunlar konul- muş, onlara şiddetli cezâlar verileceği bildirilmişti. Şeyh Şâmil´in bu istek karşısında bir anda sararıp gül gibi solduğunu gö­ren ana, oğlunun kalbi- ne fecî bir hançer sapladığını anla­yarak yaptığına pişmân oldu ve; "Dilim tutulsaydı da oğluma böyle bir şefâatte bulunma­saydım. Müslü­manların kâfirlere boyun eğmesi gibi büyük bir günâhı iş­letmeye sebep olmak ne kötü. Elbette oğlum bunu kabûl etmeyecektir. Yâ Rabbî! Bu işin hâlle- dilmesi için oğluma yardım eyle, beni de affettikle­rinin ara­sına al!" dedi. Sonra kimsenin yüzüne bakamadan evine girdi. İmâm Şâmil ise güç durumlarda namaza durur, günlerce yemeden içme­den o işin hâlle­dilmesi için Allahü teâlâya yalvarırdı. Yine öyle yaparak mescide halvete çekilen Şeyh Şâmil, gözyaşları arasında namaza durdu. Kur´ân-ı kerîm okudu. Allahü teâlânın sevgili kullarından, başta hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve diğer büyüklerden yardım diledi. Onları ve­sîle ederek cenâb-ı Hakk´a niyâzlarda bulundu.

İmâm´ın korktuğu tek şey, müslümanların kalblerindeki düşmanla mücâdele azminin kaybedilmesi, îmânlarının sarsılması idi. Halkın Rus­larla anlaşmaya meyletmesi demek, esâreti kabûl edip, İslâmın emirlerini yapamamak, yasakla­rından kaçınamamak, en mühimi îtikâdlarının bo­zulması demekti. Üstelik bu korkunç isteğe şefâatçı olan anasıydı. Din ve vatan için, bir değil binlerce ana, oğul fedâ olmalıydı. Şeyh Şâmil, gün­lerce mescidde Allahü teâlâya yalvarıp, nefs muhâsebesi yaptıktan sonra karârını verdi. Sabırla kendisini kapıda bekle­yen halkın huzûruna çıktı. Onlara; "Muhterem anam cezâsını çekecektir!..." em­rini bildirdi. Emir bü­yüktü. Şimdiye kadar İmâm´larının bir istediğini iki etme­yen nâibler, ana­nın huzûruna çıktılar ve durumu bildirdiler. Yaralı ana, adâlet dîvânının önüne geldi. Halk toplanmış, nefes almadan bekliyordu. Mahkûm mev­kiinde, şimdiye kadar Kafkasya´da yetişen âlimlerin, velîlerin en büyükle­rinden olan Şeyh Şâmil´in anası vardı. Omuzları çökmüş, yaptığı hatânın üzün­tüsü ile rengi solmuş bir hâlde oğluna baktı. Sonra yürekleri parça­layan bir sesle; "Oğlum! Allahü teâlânın emrinden kıl ucu kadar ayrılır­san, emzirdiğim sütü helâl etmem! Verilecek cezâyı şimdiden kabûl edi­yor, adâletten zerre kadar şaşmamanı istiyorum." dedi. Dargolular, Şeyh Şâmil gibi mübârek bir zâtın ana­sından böyle bir cevâbı bekledikleri için hiç şaşırmadılar.

Herkes pür dikkat, İmâm´ın vereceği karârı heyecanla bekliyordu. Ana ise; "Yâ Rabbî! Oğlum, merhamet duygusu sebebiyle doğru yoldan ayrılmasın" diye duâ ediyordu. Şeyh Şâmil nâibleriyle istişâre ederek ne­tîceyi bildirdi: "Yüz sopa!.." Metânetle ortaya yürüyen ana, acabâ bu ce­zâya dayanabilecek miydi Herkes bunu düşünürken, senelerce ünlü Rus generallerine diz çöktürmüş kah­raman İmâm´ın, anasının yanına va­rıp diz çöktüğünü sonra da ellerine sarılıp öptüğünü gördüler. Anasıyla helâllaşan Şeyh Şâmil, Dargolular´a dönerek; "Anamın bu meselede, merhametinin çokluğu sebebiyle başkalarına şefâat et­mesinden başka hiçbir hatâsı yoktur. Bu yaptığı hatânın cezâsını da mânevî ola­rak şu âna kadar çektiği ızdıraplarla ödemiştir. Maddî cezâyı da onun her şeyine vâ­ris olan oğlu çekecektir." buyurduğunda, herkes yerinde dona kaldı. Kim­senin ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü, İmâm´ın verdiği karardan döndüğü görülme­mişti. Şeyh Şâmil, sopayı vuracak kimselerin yanlarına varıp, belden üst tarafını soyunduktan sonra; "Emri yerine getirmekte bir an bile tereddüd edip elleri tit­reyenlere yazıklar olsun! Bütün gücünüzle vurma­nızı emrediyorum!" diyerek sırtını döndü. Vazifeliler ilk sopaları vurduk­ları zaman herkesin gözleri yuvala­rından fırlamış, bağırmamak için ken­dilerini güç zaptetmişlerdi. Her sopa in­dikçe İmâm´ın mübârek vücû­dunda derin izler meydana geliyor, sopa yerlerine kan oturuyordu. Aynı yere ikinci üçüncü sopalar isâbet ettiğinde de, oralardan kan fışkırıyordu. Şeyh Şâmil ise vazifelilerin önünde dimdik duruyor, en küçük bir inleme ve sopadan sakınmaya teşebbüs etmiyordu. Nefsin istemediği bu ha­re­ket ile pek güzel bir mücâhede hâsıl olup nefsi inliyor, bu sebeple rûhu yükse­lip, vilâyet makâmlarında üstün derecelere kavuşuyordu. Bu gö­rülmemiş man­zara karşısında, bâzı nâibler ileri atılarak sopanın kendile­rine vurulmasını iste­mişlerse de, Şeyh Şâmil´in kararlı bakışlarından kor­kup geri çekilmişlerdi. Ni­hâyet yüz sopa vuruldu. Şeyh Şâmil vücûdun­dan sızan kanlara bakarak, Allahü teâlânın, kendisine verdiği metânet ve sabır için şükür secdesine kapandı. Sonra ayağa kalkıp ellerini açtı ve Rus zulmünden müslümanların muhâfazası için cenâb-ı Hakk´a duâ etti. Hâdiseyi ibretle seyreden halk, bir taraftan ağlayıp göz­yaşları döküyor, bir taraftan da Allahü teâlânın, böyle adâletli mübârek bir zâtı başlarına imâm yaptığına şükrediyordu. Artık halk iyice şahlanmış, Ruslarla an­laşma yapmanın ne büyük bir tehlike olduğunu iyi anlamıştı. Onlarla mü­câ­dele etmenin din ve vatan borcu olduğuna yakînen inanmışlardı. Şeyh Şâmil, anasının cezâlanmasına sebeb olanların kim olduğunu sordu. Herkes; "Kim " diye birbirine bakarken, iki elçi huzûra geldi. Halk, onların üzerine yürümek is­tiyor, fakat edebe aykırı bir hareketten de çekiniyor­lardı. İmâm onlara; "Köyle­rinize dönünüz. Sizi gönderenlere gördükleri­nizi anlatınız. Dînimizi yıkmak is­teyen İslâm düşmanlarına verilecek ce­vâbımız budur." buyurdu.

Bundan sonraki günlerde Şeyh Şâmil, Kafkasya´ya musallat olan Rus ordu­larına sık sık baskınlar yaptı, akınlar düzenledi. Onları memleketle­rinden çıkar­mak için geceli gündüzlü çalıştı. Fırsat buldukça, Çar Birinci Nikola´yı can evinden vuruyor, hiç beklemediği yerlere saldırıyordu. Hiç­bir devletten yardım görmeden, tam yirmi beş sene Ruslarla mücâdele ederek vatanını savundu.

Yeni Rus çarı İkinci Aleksandr başa geçtikten sonra, Şeyh Şâmil me­selesini hâlledip Kafkasya´yı baştanbaşa fethetmek için, Prens Barya- tinski kumandanlı­ğında beş ordu hazırlattı. Bunlardan biri Şeyh Şâmil´in karargâhını, ikinci Lezgi, üçüncü Hazar Denizi civârını, dördüncü ve beşinci ordu da Çerkezistan´ı hedef aldı. Fakat asıl hedef Şeyh Şâmil idi. Îcâb ederse beş ordu birleşip hep birden hücum edebilecekti. Bu se­beple, birinci orduyu bizzat Başkumandan Prens Baryatinski idâre edi­yordu. Onun ordusunda elli bine yakın seçme asker ve elli civârında ağır top mevcuttu. Bu muazzam kuvvete karşı, Şeyh Şâmil de beş bine yakın süvârisiyle Ruslarla çarpışmaya başladı. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra, Şeyh Şâmil, Gunip Dağına çekildi. Bu dağda beş yüz kadar fedâ­isi ile bir buçuk ay süreyle koskoca ordu ile savaştı. Ellerinde atacak ba­rutları, yiyecek bir şey kalmadı. Etrâfındaki yiğit askerlerinin dört yüz ka­darı da şehîd olmuştu. Yi­yecek yerine karınlarına taş bağlayarak düş­manla mücâdeleye devâm ediyor­lardı. Başkomutan Baryatinski, Şeyh Şâmil´i canlı ele geçirmek istiyordu. Bu sebeple Şeyh Şâmil´e beyaz bay­raklı elçiler göndererek teslim olmasını teklif etti. Şeyh Şâmil´in çocukları ve askerleri bu ümitsiz mücâdelede İmâm Şâmil´in de şehîd olacağını, sonunda Kafkas Türklerinin başsız kalacağını düşündüler. Şimdi bir an­laşma ile teslim olurlarsa, ilerde, Allahü teâlânın yaratacağı yeni imkân­lara göre hareket edebileceklerini Şeyh Şâmil´e bildirdiler. Şeyh Şâmil, dîni, vatanı için canını seve seve vermeye hazırdı. Fakat, müslümanlara yardım etmek zâhiren sağ kalmakla mümkündü. Bu sebeple gelen elçi­lerle anlaşma ya­pıldı. Bu anlaşmaya göre; "Türklerin dinlerine karışılma­yacak, onlardan asker alınmayacak, vergi toplanmayacak, Türkler iç işle­rinde serbest bir devlet olup, idârecilerini kendileri seçecekler. Şeyh Şâ­mil, âile efrâdı ve mevcut kırk kadar askeri ile, silâhları dahî ellerinden alınmadan Türkiye´ye gidebilecekti." 1859 senesinde yapılan bu anlaş­madan sonra silâhlar sustu. Başta Başkomutan Baryatinski, diğer gene­raller ve bütün Rus askerleri, yirmi beş senedir bir avuç fedâisi ile kos­koca Rus ordularını perişân eden, akla havsalaya sığmayan men­kıbeler sâhibi kahraman Şeyh Şâmil´i bir an önce yakından görmek istiyordu. Şeyh Şâmil, kendisine hayranlıkla bakan Rus askerlerinin aralarından geçerek, Başkomutan Baryatinski´nin çadırına gitti. Baryatinski, anlaşma şartlarının ge­çersiz olduğuna, kendisinin ve âile efrâdının Çar İkinci Alek- sandr´ın esîri olup, misâfir muâmelesi yapılacağını bildirdi. Artık iş işten geçmişti. Sözünden dönen bu alçak Ruslara karşı yapılacak bir şey yok- tu.

Çar kendisine bir konak ve hizmetçiler verdi. Şeyh Şâmil, Kaluga´da kaldığı on sene zarfında kendini kitaplara verdi. Ancak bu şekilde teselli bulabiliyordu. Artık oldukça yaşlanmış, esâret hayâtı onu iyice çökert­mişti. Bir defâsında, zi­yârete gelen Rus Çar´ına Hacca gitmek istediğini bildirdi. Rus Çar´ı bunu kabûl etti. Fakat oğullarının rehin olarak kalması gerektiğini söyledi. Bunu kabûl eden Şeyh Şâmil, 1870 senesinde İstan­bul´a hareket etti. Bu haberi işiten İstanbullular heyecanla İmâm´ın gel­mesini beklediler. Sultan Abdülazîz Hân, sarayında ha­zırlıklar yaparak, senelerdir Ruslara kan kusturan İmâm Şâmil hazretlerini bek­lemeye başladı. Kafkasya´da, İslâmiyeti yok etmeğe uğraşan Ruslara karşı ver­diği amansız mücâdeleyi iftihar gözyaşlarıyla tâkib eden müslüman Türk mil­leti, Şeyh Şâmil´e hayran idi. Onun esâretten kurtulup İstanbul´a gel­diği gün, yer yerinden oynamış, halk sâhile dökülmüştü. Rus vapuru Dolmabahçe Sarayı önüne demirlediğinde, Sultan Abdülazîz´in saltanat kayıkları, İmâm Şâmil ve âile efrâdını saraya getirdiler. Abdülazîz Hân, onu sarayın kapısında karşılayıp, büyük bir hürmetle; "Babam kabrinden kalksaydı ancak bu kadar sevinebilir­dim" diyerek, çok iltifâtlarda bulundu. Sarayda hâl hatır sohbetleri arasında Sultan Abdülazîz, her türlü emrine hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şeyh Şâmil; "Pâdişâhım! Hayâtı­mın şu son günlerini aşkıyla yandığım sevgili Pey­gamberimin huzûr-ı şe­rîflerinde geçirmek istiyorum. Bunun teminini zât-ı âli­nizden istirham edi­yorum" dedi. Bu arzuyu büyük bir îtinâ ile yerine getirmek için Rus sefirini saraya çağırttı. Durumu anlatıp, Çar´a bildirmesini emretti. Rus Çarı İkinci Aleksandr kabûl edip, Şeyh Şâmil´in Rusya´ya geri dönmemesini bil­dirdi. Buna ziyâde memnun olan Şeyh Şâmil, İstanbul´da kısa bir müd­det kaldı. Başta Sultan Abdülazîz´in ve İstanbulluların gösterdiği yakın alâkaya, misâfir­perverliğe hayran oldu. Bu kadar ilgiye rağmen bir an önce Hicaz´a gitmek iste­diğini pâdişâha bildirdi. Abdülazîz Hân onun için en mükemmel vapurunu ha­zırlatıp teşyî eyledi.

Vapurun her uğradığı yerde, halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şâmil´i karşılıyor, onun duâsını almak yarışına giriyorlardı. Mısır´a gel­diklerinde, Hidiv İsmâil Paşa, onu şânına lâyık karşıladı. O sırada İsmâil Paşa´nın yanında, Cezâ­yir´i Fransız istilâsından kurtarmak için çok gay­ret gösteren büyük âlim, mücâhid, gâzî, Abdülkâdir Efendi de misâfir bulunuyordu. İki kahraman âlimin sohbetleriyle şereflenen İsmâil Paşa, onları Kâhire´de bir ay kadar misâfir etmek bahtiyarlığına kavuştu. Sonra İskenderiyye´ye kadar giderek Cidde´ye uğurladı. Peygamberimizin ve Kâbe´nin hasretiyle yanan Şeyh Şâmil´in heyecânı, oralara yaklaştıkça artıyordu. O sırada Mekke emîri olan Şerîf Abdullah da, Şeyh Şâmil´i çok seviyordu. Onu büyük bir îtibarla karşıladı. Hicaz´da, onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu.

Şeyh Şâmil, Medîne-i münevvereye geldiğinde hastalandı. Kısa sü­ren bu hastalığında âile efrâdı, berâberinde gelip kendisine hizmet edenlerle ve ziyâre­tine gelenlerle vedâlaştı. Sultan Abdülazîz´e, Rus Ça­rı´nda rehin bıraktığı ço­cuklarının kurtarılmasını, Devlet-i aliyye-i Osmâ­niye´de vazife verilmesini bildi­ren bir mektup yazdırdı. Sonra başında okunan Kur´ân-ı kerîm tilâvetleri ara­sında, H.1287 senesi Zilka´de ayının yirmi beşinci gününde Kelime-i şehâdet söyleyerek vefât edip, sevdikle­rine kavuştu. Cennet-ül-Bakî´ Kabristanlığına defnedildi.

Evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn bin Rıfâî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri zamânında İslâmiyete düşman olan hıristiyanların bâzı­ları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim Hülâgu´nun yanına gelerek ve kendi­sine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezânı ve İslâmın sembolü olan şeyleri ortadan kaldırmasını söylediler. Kan dökmekten, insanlara eziyet ve işkence etmekten zevk alan o meşhûr zâlim de, mâcera uğ­runa çok müslüman kanı döktü. Âlimlerden ve diğer müslümanlardan birçok kıymetli zâtı şehîd etti. Müs­lümanlar, bu zâlimler karşısında âciz kalıp, ne yapa­cakları hakkında gö­rüşmek üzere beş yüz kadar âlim toplanıp, o zamandaki meşhur âlimler­den Şemseddîn Müsta´cel bin Rıfâî hazretlerine geldiler ve bu fitneyi durdurmak için bir şeyler yapmasını, bir çâre göstermesini, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini istediler. O ise, kendisini buna lâyık görmeyip:

"Bu iş benim yapabileceğimin üstündedir. Ben de sizinle berâber geleyim. Birlikte Tâcüddîn bin Rıfâî hazretlerinin yanına gidelim. O bir çâre bulur." dedi.

Dediği gibi yaptılar. Tâcüddîn bin Rıfâî´ye, Hülâgu zâliminin müslü- manlara yaptığı zulmü anlatıp, bu belânın yakın zamanda, kendile­rine de ulaşacağından endişe ettiklerini bildirdiler. O da, o beldede bulu­nan müslümanları toplayıp:

"Âlim olanlarınız ve olmayanlarınız bana yardım edin. Allahü teâlânın izni ile bu kâfirin şerrinden bütün müslümanları kurtaralım." buyurdu.

Orada bulunan herkes, ne emrederse yapmaya hazır olduklarını bil­dirdiler. O da hepsini toplayıp, bir gece, bulundukları beldenin etrâfına genişçe bir hen­dek kazdılar. Hendeği odun ile doldurdular. Ayrıca demir, bakır, kurşun ne bul­dularsa o hendeğe doldurdular ve müdhiş bir ateş yaktılar. Tâcüddîn bin Rıfâî oraya gelip iki rekat namaz kıldı. Orada bulu­nanlar da ikişer rekat namaz kıldı­lar ve duâ ettiler. Bir saat kadar sonra Hülâgu´nun askerlerinden bir kısmı oraya geldi. Allahü teâlânın hikmeti, Tâcüddîn bin Rıfâî´yi ve diğer müslümanları gö­remediler. Ateşin yanına kadar geldiler. Tâcüddîn, emir verdi. Zulüm askerle­rinden yakaladıklarını ateşe attılar. Hiçbirisi bir karşılık veremedi. Onların, hepsi silâhlı idi ve müslümanların hiç silâhları yoktu. Orada bulunan müslümanlar diyorlar ki: "Onların hepsi silâhlı oldukları hâlde silâhlarını kulla­namadılar. Biz çok hayret ettik."

O beldede bulunan müslümanlar, Tâcüddîn hazretlerinin bereketi ve kerâ­metiyle böylece büyük bir belâdan kurtulup, selâmete kavuştu.

Anadolu´da yetişen velîlerden Taşkesenli İbrâhim Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) 1914 Rus harbinde Kafkas cephesinde tale­beleriyle bir- likte savaştı. Sarıkamış yakınlarında harp esnâsında bir şa­rapnel parçası ile ayağından yarala­narak gâzi oldu. Bu yaradan dolayı topal kaldı ve Topal Şeyh olarak da anıldı. Birinci Dünyâ Harbi, Erzu­rum un işgâli, Er- meni zulmü ve Cumhuriyetin ilk yıllarında meşakkatli bir hayat sürmesine rağmen, talebe yetiştirmekten vaz­geçmedi.

Bâzı gereksiz sebeplerden dolayı 1926 senesinde tutuklanarak Hınıs mah­kemesince, Harput (Elazığ) İstiklâl Mahkemesine sevkedildi. Yaralı ayağına ve Şubat ayının çetin kış şartlarına rağmen yaya olarak Elazığ a gönderildi. Elazığ İstiklâl Mahkemesi tarafından, İzmir de mecbûrî ikâ­mete tâbi tutuldu. Bu arada köydeki evi, eşyâsı, hayvanları ve kütüphâ­nesine, devlet tarafından el konuldu. Hanımı ve çocukları parasız ve açıkta kaldı. Erzurum ve Pasinler´de akrabâ ve dostlarının yanına sığın­mak mecbûriyetinde kaldılar.

İzmir de iken, bölge halkı tarafından sevilmeye başlayan İbrâhim Efendi, bir süre sonra Demirci ilçesine sürgün edildi.

Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı ese­rinde şöyle bildir­miştir: "Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer´in, Kıpçak Çölü sul­tanlarından Sultan Mahmûd´dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi. Bunun üzerine Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş ha­zırlıklarını tamamlayıp, karşı koy­mak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydullah-ı Ahrâr´a da yanla­rında gelmesini ricâ etti. Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti. Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed´in ordusunda kaldı. Ordu, "Akkurgân" denilen yerde konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydullah-ı Ah- râr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu ge- niş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu- lunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareket­siz beklediler.

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ´ya; "Beni buraya niçin getirdin Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. An­laşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı." dedi. Sultan Ahmed Mirzâ; "Benim bir ka­rarım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız." dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ´nın ve Sultan Mahmûd´un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şah- rûh´a gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd´a çok iltifât gös­terdi. Ko­nuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaş­maktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştı­rılacaktı.

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ah- râr, Sultan Ahmed Mirzâ´nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ´nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat si- lâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdu­lar. Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh´a gitti. Mirzâ Mahmûd´un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ´nın hâlinde, garib bir tu­tukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çık- tığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmû- d´u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygam- berimizin; "Deveni bağla, sonra tevekkül et." buyurduğunu bil­dirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fa- kat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâ- hın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaş­mazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ´ya haber gönderip; "Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolu- nuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmeme­niz için­dir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îti­mâ­dınız varsa, çekiş- meyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar." dedi.

Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; "Mâni olmayın! Çadırı ne­rede isterlerse orada kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr haz­retlerinedir." dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan Mahmûd Mir- zâ´yı ve Sultan Şeyh Ömer Mirzâ´yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr´ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile ku­caklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ´yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ´nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ´nın elini öpüp, yüzüne gözüne süre­rek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdetti­ler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma gereğince Taş- kend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ´dan Sultan Mahmûd Mirzâ´ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu. Sul­tanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.

Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin ta­sarru­fundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd Mirzâ´ya; "Siz Taşkend´e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım." bu­yurdu ve talebeleri ile Taşkend´e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı´ya; "Bu işlere ne dersin Bu vak´a, kitaba yazılacak şeylerden­dir!" buyurdu.

Hünkâr şeyhi denmekle meşhur velî Vânî Mehmed Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) 1683 senesinde Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komuta­sındaki İkinci Viyana Seferine ordu şeyhi olarak katıldı. Se- ferden sonra Bursa yakınlarındaki Kestel köyüne gönderildi. İstanbul´da boğazda kendi adıyla anı­lan Vanîköy´de bir câmi ve medrese yaptırdığı gibi, Kestel´de de büyük bir câmi ve mektep yaptırdı. Ömrünü orada tamamladı.

Büyük velîlerden Ya kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ru­meli beldelerinden Yanya da bulunduğu sırada, Yanya yakınındaki Pre- veze kalesini, frenk kâfirleri karadan ve denizden istilâ edip, muhâ­sara altına almışlardı. Bu sı­rada Ya´kûb Germiyâni, müslümanlara yar­dım için o kaleye gitti. O zâtın kalede bulunması ile, kaledeki müslümanlar, kâfir- lerin şerlerinden emîn oldular. Ya´kûb Germiyânî, bir kerâmeti olarak, kâfirlere karşı öyle heybetli göründü ki, kâfirlerden hiçbiri kalenin giriş yoluna yaklaşmaya ve saldırmaya cesâret ede­medi.

Vuruşma esnâsında, kale burcunda bulunan topu, bizzat kendi eliyle ateşlerdi. Allahü teâlânın izni ile atışlar tam isâbetli olurdu. Evvelâ, kâfir- lerin alâmet olarak yanlarında taşıdıkları büyük bir haçı, sonra da, asker- lerin çoğunu top atışları ile perîşân etti. Allahü teâlânın nusret ve yardı- miyle kâfirleri dağıttı. Atışlar o kadar tesirli oldu ki, düşman tarafında sağ kalanlar kurtuluşu kaçmakta buldular.

Lütfi Paşa, Yanya beyi idi. Lütfi Paşanın hayır ve hasenât yapmakla tanınan zevcesi Şâh Sultan, Ya´kûb Efendinin büyük bir zât olduğunu bi­lir; hürmet, mu­habbet ve edeb gösterirdi. Bu günlerde Lütfi Paşanın İs­tanbul a gelmesi lâzım olunca, yola çıkacakları sırada Şâh Sultan, Ya´- kûb Efendiye o zamanlarda İstan­bul´da bulunan büyük zâtları sordu. O da, İstanbul da Merkez Efendiye tâbi ve talebe olmalarını söyledi. Lütfi Paşa İstanbul a gelip, vezîr-i âzam oldu. Şâh Sultan, Merkez Efendi ve talebelerine çok alâka gösterdi. Ya´kûb Efendi ile Merkez Efendinin bir­birlerine olan muhabbetlerini İstanbul a gelince daha iyi anladı. Dâvûd- paşa Mahallesinde, güzel bir câmi ve bir de hânekâh (dergâh) yaptırıp, sonra fermân ile Ya´kûb Efendinin İstanbul a gelmesini temin ederek, bu yaptırdığı dergâhta yerleşmesini sağladı. Ya´kûb Efendi bu hânekâhda on se­kiz sene kalıp, İslâma hizmet eyledi. Merkez Efendi, Kocamus- tafapaşa da, Ya´kûb Efendi Dâvûdpaşa´da, aralarında muhab­bet ve ya- kınlık ile, insanlara çok hizmet edip, yüzlerce talebe yetiştirdiler. Talebe- ler bâzan dergâhın birine, bâzan diğerine giderek, bu büyük zâtla­rın vesîlesiyle, ilim ve velîlikte çok yüksek de­recelere ve üstün makam­lara kavuştular.

Evliyânın büyüklerinen, hadîs ve fıkıh âlimi Yayabaşızâde (rahme- tullahi teâlâ aleyh) çocukluğunda yeniçeri ocağına kayıtlı iken orada veri- len ders esnâ­sında ilim öğrenme istidâdının fazla olması dik­katleri çekti. Bunun üzerine il­miye sınıfına geçti. Mâlülzâde Nakîb Efen­diden ders al- mağa başladı. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini bu zâtın huzûrunda tamamladık- tan sonra, o zamanda bulu­nan Halvetiyye büyüklerinden Vişne Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasav­vufta yüksek derecelere kavuştu. Kendisi- ne yeniçerilerin orta mescidinde vâizlik vazifesi verildi. Orada yeniçerilere vâz ve nasîhat etmeye başladı. 1572 sene­sinde Üs­küdar da Şemsi Pa- şanın; câmi, dâr-ül-hadîs ve tekkesinde vâiz ve muhaddîs, hadîs âlimi oldu. Tekkenin başına geçip, talebeleri tasavvuf yolunda yetiştirmeye başladı. Üsküdar da on üç sene vazife yaptı.

Dâr-üs-saâde ağalarından (İstanbul vâlilerinden) Mehmed Ağa, Fâ­tih te Çarşamba ile Draman arasında kendi ismi ile Mehmed Ağa Câmii ve câminin avlusu yanında sebîl, câminin karşısında da Halvetî tekkesi, dâr-ül-hadîs ve çifte hamam yaptırmıştı. Bunların inşâatı H.993 sene­sinde tamamlanınca, Yayabaşızâde Hızır Efendi buraya yerleşti. Dâr-ül-hadîste, hadîs dersleri ver­meye başladı. Burada talebelere faydalı ol­makta iken Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Eğri Seferine çıktı. Orduyu vâz ve nasîhat ile takviye etmesi için Yayabaşızâde Efendiyi de berâber gö­türmek istedi. O da Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle sefere katıl­mayı kabûl etti.

Sefere çıkmadan evvel, kendisinin olan Beydâvî Tefsîri´ni talebeleri­nin bü­yüklerinden Bosnalı Hüseyin Efendiye gönderip; Mütâlaa ettikçe bize duâ et­meyi unutmasın." dedi. Bundan sonra pâdişâh ile birlikte se­fere çıktı. Yol bo­yunca askeri çok güzel bir şekilde muhârebeye hazır­ladı. Muhârebe esnâsında bir ara askerin durumu bozulup, firâr kaçınıl­maz bir hâl almışken, Hızır Efendi pâdişâhın huzûruna çıkıp; Sultânım! Ricâlullah bizimle birliktedir. Bir mikdâr daha harbe tahammül ediniz. Ne­ticede zafere ulaşacaksınız. Beni de duânızdan unutmayınız. Bu uğurda şehîd olacağımı ümid ediyorum. buyurdu ve toplanan askerle düşman üzerine at sürdü. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Nihâyet şehîd oldu. Şehîd olduğunda mübârek vücûdunda birçok kılıç ve mızrak yarası vardı.

Anadolu evliyâsından Şeyh Yûsuf Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retlerinin birinci oğlu Şeyh Hacı Muhammed Efendi âlim, fazilet sâ­hibi bir kimseydi. Bununla ilgili bir hâtıra şöyle anlatılır: Birinci Dünyâ Harbi önce­sinde, Rus askerlerinin Erzurum´da kaldıkları sıralarda Kiğı kasabası yakınlarına kadar düşman askeri gelmiş birçok köyü yakıp yık­mışlardı. Bu telaş ve heyecan içinde Kiğı´da bulunan bir askerî birlik ye­rini terk edip Elazığ Karakoçan isti­kametine doğru hareket ettiği haber alındı. Askerin haberleşme noksanlığından dolayı yanlış bir harekatta bulunduğunu ve yol üzerindeki köylere girmiş bulu­nan Rus askerlerinden habersiz olduklarını anlayan Muhammed Efendi, vakit geçmeden askeri durdurmak gerektiğini söyleyerek hemen atının hazırlanmasını emretti. Böyle bir anda haberci ile ısmarlama sözlerle askerin durdurulamayaca­ğını bildiği için bizzat kendisi gitmek istedi. Zîrâ kendisini ve babasını ta­nıma­yan, bilmeyen kimse yoktu. Bu işi ancak o yapabilirdi. Bu sebeple bütün itiraz­lara rağmen atına atlayıp süratle yola koyuldu. Normal yürü­mekte bile güçlük çekilen bu dağ yolunda dört nala at koşturması, arka­sından gelenleri güç du­rumda koydu. Murat suyunun geçtiği vadinin gö­ründüğü dağın tam üzerine gel­diğinde, atın başını aniden yoldan çevire­rek, kuş uçmaz tâbir edilen dağın tepe­sinden, altında mağaraların bulun­duğu kayalıktan aşağı inmeye başladı. Arka­sından; "At şahlandı Şeyh Efendiyi mahvetti." diye feryat ederek atlarını süren kimseler tepeye gel­diklerinde atlarından inip kayalığın üzerinde durdular. Şeyh Muhammed Efendi kayalıktan geçmiş, dağdan aşağıya vâdiye doğru atını sürü­yor, askerleri ise durmuş şaşkınlıkla onu seyrediyor gördüler. Böylece ters isti­kâmete gitmekte olan askerî birliği dağılmadan veya zâyiâta uğrama­dan ve belki de tamâmen imhâ olmaktan kurtardı.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmi ve fazîletiyle insanları hak yola dâvet eden Muhammed Ziyâ- eddîn Nurşînî hazretleri, aynı zamanda dîni, vatanı ve milleti için sa­vaşa- rak büyük kahraman­lıklar gösterdi. Birinci Dünyâ Savaşında tale­beleriyle birlikte Ruslara ve Erme­nilere karşı kahramanca savaştı. Kar­deşleri Mu- hammed Saîd ve Muhammed Eş­ref ile birçok talebeleri şehîd oldular. Din ve vatan uğruna yaptığı hizmetlerin­den dolayı zamânın bü­tün âlimleri ve devlet adamlarının hürmet ve sevgilerine mazhâr oldu.

Birinci Dünyâ Harbine katılarak büyük kahramanlıklar gösteren Mu- hammed Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri, koluna isâbet eden bir mermi se- be­biyle felç oldu. Felcin bütün vücûda yayılmaması için Bitlis Askerî Has- tâne­sinde sağ kolu kesildi. Fakat Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri bu ameli- yatın arkasın­dan ağır bir hastalığa tutuldu. Talebeleri ve sevenleri o vefât edecek diye üzülü­yorlardı. Bâzan kendinden geçiyor, bâzan da ayılıyor- du. Bu hal üzereyken bir gün şöyle buyurdu: Rüyâmda yanıma kalabalık bir velî grubunun geldiğini gördüm. Gavsü l-a´zam Arvâsî, Abdurrahmân Tâgî ve Şeyh Fethullah Verkânisî de aralarındaydı. Dün­yâda mı kalaca- ğım yoksa âhirete mi intikâl edeceğim hu­sûsunda arala­rında uzun müzâ- kereler yaptılar. Şeyh Fethullah Verkânisî dün­yâda kal­mamın daha ha- yırlı ve insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle olaca­ğımı belirterek se- kiz yıl daha yaşamamı teklif etti. Hazır bulunan büyük­lerimiz de bu teklifi uygun görerek dağıldılar. Nitekim Muhammed Ziyâ eddîn Nurşînî hazret- leri bu rüyânın dokuzuncu yılı başlarında vefât etti.

Mısır ın büyük velîlerinden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ziyâeddîn Ha­lîl Cündî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri nin din ve diyânette, zühd ve sa­lahta, ibâdet ve tâatte, ilim ve amelde yüksek bir mevkii vardı. Bu yüksekliğine, eserleri delîl oldu. Allahü teâlânın düşmanlarına karşı çok çetin mücâdeleler verdi. Hıristiyan Avrupa kavimlerinin bir parçası olan Kıbrıs krallığı ve çapulcu şövalyeleri, zaman zaman Mısır kıyılarını yağ­malayıp, müslümanlara zulmedi­yorlardı. Ziyâeddîn Halîl Cündî, halktan ve talebelerinden milis kuvvetleri teşkil etti. Bu kuvvetin adına da, Halka-i mansûre adı verildi. Onlarla berâber İskenderiyye nin müdâfaası için Kâhire´den gidip savaştı. Allahü teâlânın rızâsı için küfür ehline karşı cihâd ederken giydiği askerî elbiseyi bir daha çıkarmadı. Bu yüzden Cündî yâni orduya mensub lakabı verildi. Askeriyeden maaş alır, za­rûrî ihtiyâcından fazlasını fakirlere dağıtırdı. Kendisi az yer, az uyur ve çok ibâ­det ederdi. Az mala kanâat eder, eline geçenleri talebesinin ihtiyâcına harcardı. Geceleri hiç uyumaz, kaylûle vaktinde, öğleden biraz önce vü­cûdunu dinlendir­mek için çok az uyurdu. Çok merhametli, gurûr ve kibir­den arınmış, mütevâzî bir kimse idi. Kalbi her türlü zulmet pisliklerinden uzaklaşmış, Allahü teâlânın nîmetlerini ve O nun rızâsını kazanmaktan başka bir şey düşünmez olmuştu. İşi, insanlara emr-i mârûf yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmekten başka bir şey değildi. İbn-i Teymiyye ve yolunda gidenlere verdiği güzel ce­vapları ile meşhûrdur.

Halîl Cündî´den sonra gelen âlimler, ona uymakta çok hırslı, ona gü­ven­mekte pek sâdıktılar. Bu sebeple, Halîl Cündî nin ifâdesi ile başka bi­rinin ifâ­desi arasında bir ayrılık olunca; Biz, Halîl e uyarız. O bu mese­lede yanılmış olsa bile, ona olan hüsn-i zannımız, bizi ondan ayrılmaktan men eder. derlerdi.[/size]
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 2 Guest(s)