Thread Rating:
  • 3 Vote(s) - 2.33 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 3. Bölüm
#1
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 3. Bölüm


Îrade Hakkında Meseleler


îrâde meselesinin, eğer yaratıldığı sabit olursa, bu yönden fiillerin yaratılması meselesine katılmış olması mümkün olur[1]. Cenâb-ı Allah, emriyle olan şeyi irade etmiştir. Kendisi murid ve muhtardır. Yaratıl­makla vasfolunması yönünden irade sahibi olduğunu ifade etmek sabit olur. Eğer sabit olmazsa,[2] fiillerdeki irade ile galip gelme ve aldanmanın red edilmesinin murad edilmesi batıl olur. Çünkü O, dünyadaki irâdenin hakikatinin manâsıdır. Ancak, irade ile temenni, yahut emir, yahut duâ, yahut rıza, veyahut ta, onlardan basısı ile Allah´ın her şeyde vasfolun-maması caiz olan ve onun bir şeyde kesinlikle noksanlık veren hususlar­dan benzeri olanları müstesna. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Her ne kadar hak ve gerçek olan evvelkisi ise de, onları kelam ehli­nin tek olarak görmeleriyle, onlardan ayırt edilip münferid bırakılması mümkün olur[3].

Oysa ki, hergeyde irâdenin bulunmasının söylenmesinin icap etmesi, fiillerin yaratılmış olduğunun söylenmesini icap ettirir. Bununla bera­ber, bunun hakkında evvelkinde olmayan şeylerle delil getirmek müm­kündür. Her ne kadar bu husustaki sözün incelenmesinde evvelki söa hak­kındaki tetkik bulunsa da Allah-u Teâîâ «Allah kime hidâyet etmeği di­lerse, islâm´a onun göğsünü açar gönlüne genişlik verir. Her kimi de sa­pıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, iman teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta) olur. Allah, iman et-miyenler üzerine, böyle azap bırakır»[4]. Cenâb-ı Hak bu âyet-i celîle ile kendisinin hidayet etmesiyle fiilleri sebebiyle bir kavmin hidayetini, ve bir kavmin de sapıklığa bırakılmasını dilerse onların kalbini[5] daraltıp sı­kıştırdığını[6] haber vermiştir. Yine Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmuştur : «Âyetlerimizi yalanlayanlar, cehalet ve küfür karanlığında kalmış bir ta­kım sağırlar ve dilsizler (Kur´ân´ı dinlemezler ve Hakkı söylemezler). Al­lah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur»[7]. Binâenaleyh kavmin arasını iki meşietle ayırt etmiştir. Âyet-i celîleler, Allah-u Teâlâ´nın, onların her birinden hasıl olacak hususlardan bildiği şeyle her zümre için meydana geleceği şeyi dilediğine delalet etmektedir. Bu iki âyet-i kerîmede beyan edilen dilemeyi emir ve rıza olmadığına da de­lâlet etmektedir. Cenab-î Hak´ Kur´ân-ı Kerîm´inde şöyle buyurmuştur : «Eğer dileseydik, herkese (dünyada) hidayetini verirdik...»[8]. «Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek şeriata bağlı bir ümmet yapardı...»[9]. (De ki : Tam hüccet Allah´ındır, O, dileseydi, hepinizi birden hidayete erdirir­di.»[10]. Bu megîetin, olan şeyler için emir veyahut rıza olmasının ihtimali yoktur. Öyle ise meşîetle mutlaka kendi nezdindeki fiili murad buyurdu­ğu sabit olmuştur. Onun, «Eğer o olsaydı, şu olurdu» dediği halde onun meydana gelmiş olmasının ihtimali yoktur. Kendisi ile vaad olunmıyan şeyin olmasının gerçekleştirildiğini ifade edünıesi yalandır. Cenab-ı Al­lah, bunlardan berî ve münezzehtir. îcbar ve ikrah edilmekle te´vil edil­mesi, bir kaç yönden dolayı muhtemel olmaz.

Birincisi : Hakikaten Cenab-ı Allah, hidayetin keyfiyetini, dininin mahiyetim ve onun hakikatinin bulunduğu hususu onlara öğretmiştir. Kendisine ilân tekaddüm etmeksizin bununla, onun zıttımn murad edil­mesi muhtemel değildir. Onların katında, her ismin hakikatte zıttımn ismi olan şeye ihtimali vardır. Bu da Allah-u Teâlâ´nm onlara bunu öğretmesi ile olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ´nm vahdaniyetinin, O´na ve pey­gamberlerine iman etmenin yolu içtihat ve istidlal etme yoludur. Bu da mecburiyete muhtemel olmayan bir nevidir. Eğer yaratılışta ihtimali ol­mayan şeyde mecburi ilim caiz olsaydı ihtimal yolu bulunan şey de mec­buri ilmin nefyedilmesi caiz olurdu. Böylece mevcudat hakkındaki ilim batıl olur. Bununla beraber o husus, itaat etme ve emir kabullenme îdi. Cebir ise[11], onun hepsini iskat eden Binaenaleyh bu husus tahsil edildi­ğinde «Eğer dilemiş olsaydı, sizi iman etmekten ve bir din üzere bulun­maktan menederdi» demiş gibi olurdu. Bu ise sözü yerine getirmemektir. Allah-u Teâlâ, ancak şöyle haber vermiştir : «Eğer O, dilemiş olsaydı sizi hidayet üzere toplardı.» Bir kısım insanlar kendi istek ve ihtiyarları ile iman etmişlerdir. Eğer diğer bakî kalanları cebretmiş[12]olsaydı onları bir din üzere toplaması olmazdı. Fakat Allah´ın dini ve taatmdan kaçındık­larından dolayı onları menetmiştir. Bu da çok kötüdür. Ve yine cebr[13] ve kahr yönünden nıahlûkatm hiç bir sun´u yoktur. O, ancak mahlûkatm imanı´na rücu´ eder. Her cevher kendi yaratılışı ile mümindir, Hidayete ermiştir. Hatta kendisi ile mahlûkatm çoğunun hidayeti meydana gel­miştir. Bu takdirde Onu Allah, muhakkak dilemiştir. Binâenaleyh «Eğer dileseydi» sözü ile fikir yürütmenin hiç bir manâsı yoktur. Allah-u Te­âlâ´nm «Eğer Rabb´in dileseydi, yer yüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi»[14]. Kavl-i Celîli de buna göre tefsir edilir. Ve yine cebr ile te´vili iptal eden hususlardan biri de Allah-u Teâlâ´nm «Eğer dilesey­di, herkese (dünyada) hidayetini verirdi, fakat benden şu söz gerçekleş­ti : Muhakkak ki, Cehennem´i bütün {kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım.»´[15] kavl-i celâlidir. Cebrin dilenmesi hak olarak zîkrolunan geyi iskat etmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah Celiecelaluh şöyle buyurmuştur : «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[16]. Mu´tezileler ise, Allah-u Teâlâ, hepsinin hidayet üzere kumasını diledi dediler. Allah (c.c.) dilediği şeyin, dilediği gibi olmasını vadetti; fakat olmadı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «Hiç bir şey hakkında : Ben bunu, muhakkak yarın yaparım, deme. Ancak sözünü, Allah´ın dilemesine bağlıyarak (Allah di­lerse yapacağım) de--»[17]., Bu şeyin hayırlar hakkında olması hâli değil­dir. Bu ifade ise onların söylediklerine göre boş ve faidesiz bir sözdür. Çünkü Allah, muhakkak diledi. Ve yine öyle olmadığı zaman yalan söy­lemekle memur olmuş gibi olur. Çünkü O böyle olmasını emretmiştir; fa­kat böyle olmadı. Eğer O şey ger olsaydı, onu dilemezdi. Buna göre, onun zikredilmesinin onlarca hiç bir mânâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Allah Azze ve Celle buyuruyor ki : «... Çünkü Rabb´in, dilediğini, hemen noksansız yapar»[18], Cenab-ı Hak, dilediğini yapmakla kendi zâtını methetmiştir. Mu´tezileyegÖre; Allah-u Teâlâ, mahlûkattan meydana ge­len hayır işlerden bir şeyi murad etmemiştir ki, bütün mahlûkatm hepsi toplanıp onu saymağa kalkışsalar. Allah´ın irade ettiği şeylerden bir cüz´ünden bir cüz´ünü saymağa ulaşamazlar. Allah, dilediğini yapmamış­tır. Halbuki O´nunla kendisini methediyor. Sonra onlaruı büyük sözle­rinden biri de, «Allah´ın nezdinden öyle mecburi dileme vardır ki, eğer o, dileme olmuş olsaydı, mahlûkat onun dediği şey üzere olurdu», sözüdür. Onların Allah-u Teâlâ´nm bu kudrete sahip olduğunu veyahut mahlûkat için şu hususların zahir olmasından sonra bu işi yapacağı[19], hakkındaki dilemesinin bulunduğunu ifade [20]etmelerini kim tasdik eder Onların ileri sürdükleri hususlar şunlardır : Vaadettiğini yerine getirmemek, fiildeki acizliğidir. Yahut mahlûkata, kendilerinin hesabının ulaştığı şeyden daha çoğu murad ettiği şeyi yapmasını vadettiği hususa ne zaman kalp­ler mutmain olup inanır ki, sonra o vaadinde durmaz Bundan sonra da onun vaadine kim güvenir Veyahut onun vaıdinden ne zaman korkulur îşte mu´tezilelerin katında kimsenin kabul etmediği şekildeki ifade edi­lenlerin Allah katındaki yeri budur. Binâenaleyh aczini ve vaadini yerine getirmeyi ve hikmetin vasfı ile lâyık olmayan şeyi meydana çıkarmasını murad ettiği zaman hangi şeyi izhar eder ki onunla bu hususlar, mu´tezile mezhebinee bilinsin. Rabb´imiz azze ve celle, bu hususlardan yücedir-berî ve münezzehtir.

AllaJı Celîe Celâluhu buyuruyor ki : «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberle­rinin dili ile itaat etmelerini emrederiz. Onlar, orada boyun eğmezler, ita­at etmezler, artık o memleket üzerine hüküm gerçekleşmiştir. îşte o memleketi kökünden helak ederiz de ederiz...»24 Âllah-u Teâlâ, bu âyet-i celîle ile, kendilerinden günah ve isyan sadır olmadan önce onların fışkım ve isyanının sebebleri ile memleketi ve o memleket halkını helak etmeği murad ettiğini haber vermiştir. Cenab-ı Allah, olmasını bildiği gibi onlar­dan günah ve isyan gelmemiş olsaydı ve fakat taât olmasını murad edip, onları helak etmiş olsaydı, bu husus zulüm olmuş olurdu. Binâenaleyh on­lardan zuhur eden hususu Allah´ın murad ettiği veyahut onun bildiği sa­bit olur.

Nuh aleyhisselâmın kavmine şöyle dediğini Cenab-ı Hak, Kur´ân-ı Kerîm´indeki «Eğer Allah, sizi saptırmayı (helakinizi) murad ediyorsa, ben sizo nasihat etmek istesem de benim nasihatim size fayda vermez...»[21] kavl-i celîli ile haber vermiştir.

(Kitabın yazarı şöyle diyor"Smile Ben derim ki : Onu murad etmemiştir. Nuh aleyhisselâmm kelâmını beşerin anlamasının ihtimâli bulunmayan şeye sarfolundu. Kur´ân-ı Kerîm´de Mûsâ aleyhisselâmm şöyle dediği be­yan ediliyor :

Mûsâ, şöyle dua etti : Ey Rabb´imiz, Sen Firavun´a ve etrafındaki­lere dünya hayatında giyecek bir çok süs eşyası ve mallar verdin. Ey Rabb´imiz, yolundan saptırsınlar diye mi ...»[22].

Siz, Allah onlara bu hususları vermemiştir, diyorsunuz. Halbuki Al­lah onlara, hidayete kavuşmaları için onları vermiştir.

Allah-u Teâlâ, «... Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah, kalplerini temiz­lemek istememiştir.»[23] buyuruyor. Siz ise bilakis Allah, Onu istemiştir, diyorsunuz. Allah-u Teâlâ «... Allah, kimin fitneye düşmesini dilerse, asla sen onun lehine Allah´tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[24] buyuruyor. Halbuki siz, Allah onu murad etmedi veyahut da bu bir mihnet ve meşak­kattir, diyorsunuz. Nasıl olur ki, Resûlülîah olmamasını murad veyahut temenni etti ki kendisine «Asla sen onun leyhine Allah´tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[25]dendi. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki : «Bir de küfreden­ler, kendilerine ömür ve mühlet verişimizi, sakın kendileri için hayırlı sanmasın...»[26]. Onların ne malları, ne de evlâdları senin gözüne batma­sın...»[27]. Allah-u Teâlâ, vermiş olduğu şey ile onlara neyi dilediğini haber veriyor. Onlar ise Allah, dilemedi, diyorlar. Onlar gibilerine ancak yahudi ve hristiyanlara denildiği gibi denilir ki, onlara Kur´ân-ı Kerîm´de «... Pey­gamberlerin dinini siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı ...»[28] denil­miştir. Allah-u Teâlâ da onlar hakkında, «... And olsun, Cehennem´i tama­men insanlardan ve cinlerden dolduracağım...»[29] buyuruyor. Biz onlara deriz ki : Allah-u Teâlâ, bu vadettiğini yerine getirmeyi murad etti mi Yoksa vaadinde yalan söyleyip vaidini iptal tmı etti Eğer ikinci hususu ifade ederlerse büyük söz söyletaiş olup Allah´ı sefeh ve yalanı murad etmekle vasfetmiş olurlar ki, rezil ve rüsvay olma bakımından bu söz onlara kâfidir. Eğer Allah-u Teâlâ, va´dini yerine getirmeği murad etti derlerse, kendilerine denir ki : Allah va´dini yerine getirmeği murad etti, O, kendisine itaat etmelerini murad ediyor ve vadini yerine getiriyor. On­lar Allah´a itaat mı ediyorlar, yoksa isyan mı ediyorlar Eğer itaat edi­yorlar, derse; O, zulüm ve hadden tecavüz etmeyi murad etmiştir. Çünkü onun fiili zulümdür. Onun olmasını murad etmek ise, kendisinin fiili ol­ması için, zulüm fiilini murad etmektir. Allah-u Teâlâ : «... Allah, kulla­rına bir zulüm murad etmez.»[30]. Eğer isyan ederler derse, hakkı anlamış ve adaleti ifade etmişlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Cenab-ı Allah buyuruyor : «O küfürde yarışanlar, sana keder ver­mesin. Çünkü onlar Allah´a asla bir zarar edebilecek değillerdir. Allah, onlara ahirette bir nasip vermemeyi diliyor, onlar için çok acıklı bir azap vardır.»[31]. Kini ki, kendisinden meydana gelenlerin hepsi hayır olursa, Al­lah ona Ahiret´te bir nasip vermeyi murad etmiştir. Cenab-ı Allah : «... Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, Ahireti kazanmanızı diliyor, Allah Aziz´dir. Hükmünde hikmet sahibidir.»[32] buyuruyor. Yine Cenab-ı Hak : «Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafif­letmek ister.»[33] buyurmaktadır.

Cenâb-ı Allah, mü´minler için bunu murad etmiştir. Ve o da olmuş­tur. Kâfirler için ise evvelkini, yani kâfirlerin geçici dünya malını iste­melerini murad etmiştir ve o da olmuştur. Onlar itaatkâr oldukları halde Allah´ın kâfirler hakkında ifade edilen bu hususu murad etmesi caiz ol­maz. Öyle ise Allah-u Teâlâ onlardan meydana gelen şeyin olmasını mu­rad ettiği sabit olur. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma ancak Allah´tandır.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur : «Fakat âlemlerin Rabb´i olan Al­lah, (sizin dürüst olmanızı) dilemeyince, siz dileyemezsiniz.»[34]. Onlar an­cak Allah´ın dilemesi ile, diledikleri zaman, Allah, dilediği zaman onların dilememeleri ve Allah dilemezse de onların dilemeleri caiz olmaz. Zira O, Allah´ın aklen çirkin ve kötü kıldığı yalanın alâmet ve işaretidir. Yar­dım ve Tevfik Allah´tandır.

Sonra müslümanlarm arasuıda «Allah´ın dilediği olur; dilemediği olmaz.» deyimi yerleşip nesilden nesile intikal etmek suretiyle bilinmiştir. Bu husus hiç bir kimsenin kalbinde mecburi olarak veya başkasının yan­lış bir telkini olmaksızın ve ihtiyarî, icbarı olarak bütün fiillerin vukubul-duğu bilinen meşiet ve iradenin vukubulduğu şeyin hilâfına bir anlayış geçmeksizin insanlar arasında yerleşmiştir. Binâenaleyh, eğer Allah´ın ol­mayacak bir şeyi dilemesi ve olmayacağını bildiği bir hususun sonradan olması caiz olmuş olsaydı îlkinin rubûbiyyet sıfatlarından olması, ikin­cisinden dah lâyık olmazdı. Her bir mevzi için de bu böyledir. Hatta eğer gerçekten bu onların nezdinde evvelkine galebe çalar denilseydi, uzak bir ihtimal sayılmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ve yine, vaad hakkında insanlar arasında bilmen bir husus şudur ki, verdikleri sözü yerine getirmemekte korktukları zaman inşaallah (Allah dilerse) derler. Yemin ettiklerinde de yemini tutamayıp bozmaktan en­dişe duydukları vakit inşaallah derler. Binâenaleyh, bütün müslümanla-rın inanç ve akideleri, mu´tezilenin hilafı hakikat olan kötü ve çirkin dü­şünceleri ortaya atıp onları süslemek suretiyle güzel göstermelerinden önce bir idi. O tıpkı Resûl-i Ekrem Sallellahu aleyhi ve sellem´in «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak onu mahlûkat arasında anası -babası yahudileştirir; hıristiyanlaştırır; mecusileştirir.»[35] buyurduğu gibi. Binâenaleyh, bu Hadis-i Şerif, zikroîunan hususlardan telbis gelinceye dek Allah-u Teâlâ´mn vahdaniyetine şahadeti icabeder. Mu´tezilenin adı geçen kötü hareketi gelmeden önce de dileme işi bütün müslümanlarm nezdinde böyle idi.

Yine, insanların örf ve âdetinde cari olan husus odur ki, dualarında kendilerine hayır ve kolaylık murad edilmesini temenni ederler. Bu ise, bir iradenin bulunduğundan onu hakikati ile kalbin mutmain olması için oluyor. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, geytan´m dilediği olur, dilemediği şey de olmaz demek, insan­ların kalbini titretecek derecede büyük bir sözdür. Oysa, şu husus bilinen bir gerçektir ki, sayılamayacak kadar şerrin olması, hayrın meydana çık­ması, dilemeğin bulunmasından meydana gelmektedir. îblis´in bu husus­ları dilemesi de mevcuttur. Bunun içindir ki, bunların Allah-u Teâlâ´ya is­nat ve izafe edilmesini güzel gördükleri gibi Şeytan´a ve isyan edenlerden 1 Şeytan´ın gayrine izafe edilmesini de çirkin görmüşlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra ibret, akim zaruri olarak icabettirdiği şeydedir ki o da, bu hususu icabettirir. Çünkü herkes bilir ki, gerçekten onun fiili güzel-çirkin, lezzetli-lezzetsiz ve elem verici, istenilen ve sevilen - istenmeyen, ve sevil­meyen hususlardan kendi dildiğinin gayri olarak meydana çıkar. Binaena­leyh onların fiillerinin meydana çıktığı gibi çıkması için, onların gayrinin bu fiilleri meydana getiren o irade üzerinde bir iradenin bulunduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.

- Yine, başkasının hükmü ve mülkü altında bulunan bir şeyin, onun istemediği ve dilemediği halde meydana çıkarılması, o kimsenin zayıf ve mahkûm olduğuna delâlet eder. Sıfatı bu olan kimsenin de Rabb ve ilâh olması mümkün değildir. Bunun içindir ki, bu sıfatlarla yani irade etmek, istediğini yapmak, istemediğini yapmamak gibi kemal sıfatlarla Allah´ın vasfolunması lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.

Yine, hakikaten Cenab-ı Hak, küfrün, olacağını bildiğinin gayri ola­rak ve olacağım haber verdiğinin gayri olmasmı murad etmiş olsaydı, sefih ve yalancı olmasını murad etmiş olurdu. İrâdesi böyle olan kimsenin ilâh ve rabb olması asla caiz değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, bilinen bir gerçektir ki, her kim bir işi yapar da olanın gayrini murad ederse, o kimse sonuçları bilmeyen cahil veyahut fiili abes olan kimse olur. Allah-u Teâlâ, bu iki vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir. Görülmüyor mu ki, kim olraıyaeağmı bildiği bir şeyi yaparsa[36] o iş, ken­disinden zuhur eden abes bîr iş olur. Eğer dilediği şeyin gayri olursa onu bilmeyen cahil olur. Dünyada bilinen hata iki nevidir : Birincisi fiilin, bil­mediği takdir üzere meydana çıkması. İkincisi : Fiilin, dilemediğinin gayri olarak vukubulması. Eğer Allah-u Teâlâ, olacağın gayrini vermeği murad etmiş olsaydı, fiili hata olmuş olurdu. Allah-u Teâîâ, hatâ fiilden berî ve münezzehtir. Tevfik Allah´tandır.

Yine, dünyada carî olan hususlardandır ki, gerçekten düşmanlığını bil­diği kimseye dost olmayı murad eden kimsenin bu hareketi korku ve za­yıf olmasından meydana gelir. Binâenaleyh Allah-u Teâlâ´nm kendisine düşmanlığı ihtiyar edenlerin ve Şeytan´m dostluğunu murad etmesi caiz ol­maz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, gerçekten her fiili ihtiyarî olan kimse o, fiili dilemiştir. Ve her fiili mecburi olan kimse, o fiilini dilememiştir. Eğer Allah-u Teâlâ, kulun fiilini olduğu hal üzere olmasını dilememiş olsaydı, Allah mecbur olurdu. Bunun içindir ki, bir kimsenin gayrinin fiilinde iradesinin bulunması caiz olmaz. Çünkü onun dilediği şey üzere meydana çıkması muhtemel değildir. Binâenaleyh, buna temenni ismi verdiler. Buna göre eğer Allah´ın dileme­diği bir şeyin olması düşünülmüş olsaydı, Allah´ın iradesinin temenni ye­rine çıkması gerekirdi. Yine, eğer bize peygamberin nübüvveti, beşerin sözü ile meydana gelmiştir, diye ifade edilmiş olsa bunu temenni etmemiz bizim için masiyet olurdu. Bu her ne kadar ona isyan etmiş olmamış ise de onun âyet ve alâmet olması bakımından isyan olurdu. Allah-u Teâlâ´nm onu bilip ondan haber verdiği zaman ve olmayacağını bildiği zaman da hikmet hakkında murad etmemiş olması da onun gibidir. Buna göre Al­lah´ın, hidayete ulaşmayacağını bildiği kimsenin Allah´tan hidayet talep etmede kulun bulunmaması gerçeğin hilâfına olmuş olmaz. Tıpkı Şeytan´ın «Ey Allah´ım onu hidayete erdir», demesi vukubulmadiğı gibidir. Çünkü onun olmıyacağmı bilir. Sonra bizim onu murad etmemiz mümkün değil­dir. Olmıyacağını bildiği şeyi murad etmememiz gerektiğine göre bu hususun Allah hakkında söylenmesi caiz değildir. Çünkü onun bizim üzeri­mizde olması ancak onun halini bilmememizden dolayı olur. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Sonra, Resûlüîlah´a küfretmenin derece ve günah bakımından Şey-tan´a küfretmek gibi, olmasını dileyen kimseye sorarız : O kimse, sefih ve kâfir değil midir Elbette ki evet demesi gerekir. Bunun üzerine şöyle de­nir : Kim, Allah´ın Resulüne küfretmenin, mah]ûkatta.n birinin küfretme­sinin O´na ulaşamıyacağı, övülen büyük bir iş olduğunu murad eder Bu­na da mutlaka evet, der. Ve yine denir ki, kendisinden sövmek sadır ol­masının böyle vukubulmasını kim diler; çünkü O´nun daha büyük bir kim­seden veya daha küçük ve bunlara benziyenlerden olmaması mümkün de­ğildir. Binâenaleyh kâfirden sadır olur demesi mutlaka lâzımgelir. Bu hususta da bulunduğu yönden zemme muhtemel olmayan vecihten küfür fiilinin irade edilmesi hususunda cevaz vardır. Tevfik Allah´tandır.

Sonra mu´tezilenin dayanağı olan asıl şudur ki, gerçekten Allah-u Te­âlâ´nm irâdesi onun yaratmasından başka bir şey değildir. Ka´bî´nin tefsir ettiğine göre, irâdenin te´vil edilmesi de, Allah´ın fiilinde mecbur olma­masından gayri değildir. Bu manâyı, tüm olarak kulların fiiline verdiler. Binâenaleyh, bu manâ bulunduğu halde ve aynı manâyı umumiyetle kul­ların fiiline verildikten sonra onların iradeyi inkâr etmelerinin hiç bir ma­nâsı yoktur. Tevfik Allah´tandır.

Bize göre ise, asıl olan odur ki, biz AlTah-u Teâlâ´nm iradesinden so­rulduğumuz zaman, denir ki : Allah-u Teâlâ´nm kâfirlerin fiilleri bulun dukları hal üzere iki vecih üzere mütalâa edilir :

Birincisi : Allah-u Teâlâ´nın iradesi hususunda bilindiği gibi mecburi­yet olmamak ve serbest olmakla ifade etmek.

İkincisi : Soranın muradı ve maksadı anlaşılmadığı veyahut, o husus­ta inadlaşmayı kasd etmesinden korkulduğunda, serbest olmanın mene-dilmesi ki o, husus, şöyle ifade edilir : Gerçekten maişetin, yani dilemenin´[37] bilinen hususlarda bir çok manâları vardır :

1 - Temenni etme. Bu her şey hakkında, Allah-u Teâlâ´dan nefye-clilmiştir. Cenab-ı Hakk´a temenni izafe edilmez.

2 - Emir ve duâ : Bu da, her faili zemmolundu. Fîil hakkında Al-îah-u Teâlâ´dan sadır olması nefy edilir.

3 - o´na rıza gösterip, onu kabul etmek : Zemmolunan her fiil hak­kında, bu husus yine Allah´tan nefyedilir.

4 - O´nun, galebe çalmağı nefyetmek ve fiilin, Allah´ın takdir edip murad ettiği gibi meydana çıkmasıyla te´vil edilmesi. îşte onun ifade etti­ği de budur. Onunla manâsı üzerine icma´ edilmiştir. Kim ki, kendi manâ­sını verdikten onu inkâr ederse, o kimse meşieti, kendisinden murad edi­lenin gayri üzerine takdir etmiştir. Bizce ise o lâzımdır. Çünkü Allah her-şeyin yaratıcısıdır. Yarattığı şey hakkında onun irade ve dilemekle vasf o-lunması ve onun yaptığına zorlanmadığı, mecbur kılminadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, bu babdaM Kâ´bî´nin yanlış anlayışını izah edeceğiz. O, insan­ların «Allah´ın dilediği şey olur, dilemediği şey de olmaz.» sözünü ele alarak kendi kendine soru sordu. Bu sorusuna Allah-u Teâlâ´nm «... Her-şeyi yaratan O´dur.»[38] kavl-i celîlinin te´vilindeki hususla cevap verdi. Ve sövmeyi dilemesinde Allah methedilmez dedi. Biz bu hususu beyan ettik. Allah-u Teâlâ´nm irâdesinde sövmenin hakikatini haber verdiği şeyde ya­lancı olması gerekir. Bu husus ise, söven kimsede sövme fiilinin olmasını murad etmesi, çirkin ve sövmek[39] değildir. Bu hususa iki yönden hasıl olan ilim delâlet eder ki, birinci yönden cehalet ve hatadır. İkincide ise hikmet ve doğruluktur. Dilemeği ise mecbur ve mahkûm olmağa sarfetti. Biz onun yanlış anlayışını beyan ettik. Oysa ki bunda ve gayrinde bulunan mecbur olma anlamını ele almak mümkün değildir. Çünkü o, îmanda, kü­fürde, yalan ve doğrulukta aynıdır. Yani, hepsindeki irade birdir. Allah, eğer hakikatte bir kimse için olmayan küfrü ve yalanı yaratmış olsaydı, o şeyin kendisinde yaratıldığım görenlerin hepsi katında kâfir ve yalancı olurdu, işte bunun içindir ki müslünıanlarin «Allah´ın dilediği olur» sözü­nün te´vilinde Allah küfrü ve yalanı[40] dilerse diye te´vil etmeleri gerekir. Bu te´vile mecbur olan bile rıza göstermez ki bu kişinin sözü kendisine yö-nelsin. Nasıl olur ki, bütün müslümanlar bu söze razı olur. Tevfik Allah´­tandır.

Sonra bagka bir itirazda bulunup müslümanlarin onu ifade ettiklerini ileri sürdü. Müslümanlar, «Allah´ın sevdiği şey olur; sevmediği şey de ol­maz» dediklerini iddia etti. Bu söz Şeytan´dan bile işitilmemiştir. Nasıl olur da müslümanlardan işitilsin

Sonra onların «Allah´ın emri nafizdir. O´nu emrinden meneden bulun­maz» demelerine itiraz etmiştir. Bunun iki yönü bulunduğu öne sürüldü :

Birincisi : Tekvin emridir. Tıpkı Cenab-ı Hakk´m «Allah´ın şanı bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece «Ol!» demektir, o, oluverir.»[41] kavl-i celîîinde olduğu gibi. Bu emrin yerine gelmemesi mümkün olmaz. Bunun içine mahlûkatın fiilinin hepsi girer. O da evvelkinin aynıdır.

İkincisi : Onunla emrin hakikati murad edilir ki, o enirin olduğu yön­den ve olmayan gey hakkında emrin kendisi ile olan murad edilmez. Buna göre emir kendi kapsamından dışarı çıkmaz. Ve irade de zail olur. Çünkü irade mükevvinin kendisidir. Emir ise, kendisi ile fiil meydana getirilmesi için olur. Görmem misin ki, her fiilde muhtar olan irade ile vasfolunmuş-tur! O, memurdur denmesi caiz olmaz. Çünkü onunla Allah´ın (c.c.) vas-folunması mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allahu Teâlâ´nm «Fakat âlemlerin Rabb´i olan Allah, (sisin dürüst olmanızı) dilemeyince siz dileyemezsiniz»[42], kavl-i celîli hakkında der ki; gerçekten doğruluk ve dürüstlük, Allah´ın dilemesi ile olur. Bu söz fasittir. Çünkü, hakikaten Cenab-ı Hak diledi fakat olmadı. Dilemekle olan şey hakkında olur demek, ancak bizim onunla olur[43] dememizle olması caiz olur. Allah-u Teâlâ, dilediği zaman olmaması mümkün değildir, muhak­kak olur.

Sonra der ki, Cenab-ı Hak, sövülmeyi murad eder mi Bu soruyu sor­makta hatâ etmigtir. Bilakis bu sualin doğru olanı şöyledir : «Allah-u Teâlâ kendisine dil uzatan kimseden, kötü ve öfkelenmiş olan sövme fiili­nin olmasını diler mi Sonra bu sözüne karşı «Maazallah» der. Zira, Ce­nab-ı Hak, ondan bu fiilî nehyetmis ve bu fiile karşı gazap etmiştir. Hü­küm ve hikmet sahibi olan bunu asla yapmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki : Kendisine sorulup denir ki: Hü­küm ve hikmet sahibi olan eğer dilemiş olsaydı, yalancı ve ahmak olacağı hususlardan bunu dilemez mi idi Eğer evet dilemez, derse onun hüküm ve hikmet sahibini bilmediği zahir olur. Eğer hayır diler derse, o zaman dilemeyi ifade etmesi lâzım gelir. Çünkü bunun olmaması onun yalan ve aptal olmasını gerektirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Oysaki nehiy, bizim, zikrettiğimiz yönden değildir. Gazap da böyledir. Bu nevi fiillerin yaratılması hakkında açılan bölümde kâfi derecede bah­settiğimiz hususlardandır.

Sonra Cenab-ı Hak, kulun kendisine düşmanlığı ihtiyar edeceğini bil­diği halde ondan düşmanlık meydana gelmesini murad ettiği zaman za­fiyet manâsı zail1 olup ondan ve fiilinden müstağni olduğu zahir olur. Ni­tekim Cenab-ı Hak « ...Çünkü Allah bütün. âlemlerden müstağnidir.»[44] bu­yurmuştur. Oysa ki o, irâdenin manâsının galip gelmek olduğunu iddia ediyor. Halbuki bunda o,husus bulunmuştur. Binâenaleyh dilediğini söy­lesin, o kendisine evvelki hakkında cevaptır. Amma muhabbet ve rızaya verilen cevabı ise gerçekten «Allah, muhakkak şeytanı sever ve ondan ra­zı olur» denmesi caiz olmaz. Her ne kadar olmalarını murad etti ise, pis ve kötü olanlar da böyledir. Küfür fiili de bunun gibidir. Cevherler ve araz­lardan bütün pis ve kötü, çirkin olanlar da böyledir. Allah-u a´lem.

Rıza ve muhabbetle dilemediği şeyle mülkünde ziyadeleşmekle ken­disine olunan itirasa cevap verdi. Biz kendi fiili ile bu husustaki ayırt edilmeyi beyan ettik. Sonra der ki menetmeğe kadir olduğu zaman onu menetnıez. Böylece o şey de menedilmiş olmaz. Kendisine şöyle denir : Eğer o kadir olur da Allah o.nu menetmeyi murad etmezse bu, irade olma­yınca o kadir olmaz. Bu hususu ayan beyan eden şeylerdendir ki, eğer Allah onları İslâmı kabul etmeğe zorlasaydı onlar, zorla müslüman olmaz­lardı. Bu husus da onun üzerine kadir olmadığını beyan eder. İste bu dün­yada galebe çalma ve mecbur kılmadır. Tevfik Allah´tandır.

Dünyada onun benzeri ile itiraz etti. O, iki yönden yanlış ve hatadır.

Birincisi : Bizim hükümdarımız menetmeğe kadir olamaz. Yoksa di­lemediği her şeyi menederdi.

İkincisi : Gerçekten o, kendi mülkü ve hükmü altında değildir. Çün­kü yeryüzü hükümdarı gayrinin fiillerine malik değildir. O, fiilleri kendi hükmü ve tasarrufu altına da alamaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

So.nra kendisine, bilmiyerek ilminden bir şeyin çıkmasını takip eden şeyle itiraz edildi. Ve niçin iradesinden çıkması noksanlık icabettirmez, ki o aczin kendisidir denince; cevap olarak, «O, noksanlığı değil, ancak zorlamayı takip eder», dedi. Kendisine nehyin de böyle olduğu söylendi. Galip olmak ise noksanlığı ihdas[45] eder. Yine Allah-u Teâlâ´nm kitabında muhabbet ile rızânın ve irâde ile meşietin arasındaki fark bulunduğuna delil vardır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki : Eğer küfre dalarsanız şüphesiz ki Allah sizden müstağnidir. O kadar var ki kullarının küfrüne razı ol­maz...»[46]. «... Allah fesadı sevmez.»[47]. «... Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, pislikten pâk olanları da sever.»[48]. «... Şüphesiz Allah aşırı gidip haddi tecavüz edenleri sevmez.»[49]. Meşîet ve dilemek hakkında da Cenab-ı Hak, «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[50] buyurmuştur. Bunlardan başka muhabbet ve rı­zayı tahsis eden meşîet ile irâdeyi umum kılan nasslar vârid olmuştur. Bu7 nunla beraber onlarla Allah´ın fiilleri vasfolunur, fakat rıza ve muhabbet­le vasfolunmaz. O ise meşîeti kuvvete sarfetti. Hatta onu galip gelme hük­münde kıldı. Bunun içindir ki, dilemek, galip gelmeyi icabettirir. Bu hu­susta asıl olan şudur ki; sevmekle, sevmeyip öfkelenmek, öyle iki manâ­lardır ki, kulların fiili sebebiyle meydana gelirler. Meşîet ise, böyle değil­dir. Çünkü kulların fiillerinde meşîeti icabettirecek bir manâ bulunmaz. Meğer ki, onunla rıza veyahut temenni murad olunsun. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Dünyada kişi, bazan sevmediği ve razı olmadığı şeyi işler. Onun dile­mediği fiilin gerçekleşmesi mümkün değildir. Yine böylece onların katın­da, iradenin mânâsı fiil üzerine tekaddüm etmiştir.. Bizce ise irade fiille bulunan bir manâdır. Onun bundan sonra bir yönü yoktur. Rıza, sevme ve öfkelenme ve bunların benzerleri bilinen hallerde ebedî olarak sonradan olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nın, «Allah size kc-laylık diledi»[51] kavl-i ceîîli ve benzeri âyetlerle ihticac etti. Allah, «size güçlük dilemez»[52] buyurmuştur.

Küfür ise güçlüklerin en güç olanıdır, diyor. Bu hususta kendisine deni­lir ki : Bundaki irade, izin, ibahe ve ruhsat üzere çıkar. Bu ise iman işinde nazarı itibare alınacak bir şey değildir. Güçlüğü dilemek de böyledir. Yine eğer o iki şey üzere olsaydı, —halbuki onlar Öyle bir kavimdir ki, iman etmişlerdir™ gerçekten onlar için dilediğimden başka bir şey ol­mamıştır. Eğer kâfirin iman etmesini dilemiş olsaydı, muhakkak o olur, onun gayri olmazdı. Tıpkı iman etmesini dilediği kimse de iman etme­den başka bir şey olmadığı gibi. Allah-u Teâlâ´nm «Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, İslama onun göğsünü açar..,»[53] kavli celîli buna uygun­dur. Bunu şu âyet-i celîle teyid etmektedir : «...Allah, onlara Ahiret´te bir nasip vermemeyi diliyor...»[54] Cenab-ı Hak müminler hakkında da : «...Halbuki Allah Ahiret´i kazanmanızı diliyor.»[55] kavl-i celîli ile beyan buyurmuştur. Bu husus delâlet etmektedir ki, kendisinin fiilinin iman et­mesi olmasını dilediği herkese Ahiret´te ona nasip vermeyi dilemiştir. Kimin fiilinin iman olmasmı dilememiş ise ona Ahiret´te nasip vermeyi de dilememi ştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´mn «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez. »[56] kavl-i kerîmi ile de ihticac etmiştir.

Allama Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bunun üzerine bis deriz ki; yine böylece, kim ki bir insana düşmanlığı dilerse ondan düşmanlık bulunur, yahut onun fiili kötü ve çirkin olan zulüm olur. Oysaki onlar için zulmü dilememiştir. Bilâkis onlar için adaleti dilemiştir. Cenab-ı Hak : «Biz gök ile yeri ve aralarmdakileri boşuna yaratmadık...»[57] bu­yurmuş ve sonra da şeytan hakkında : «O´na ne önünden, ne ardından (hiç bir surette) batıl yaklaşamaz...»[58] buyurarak şeytana batıl ismini vermektedir. Yoksa onun yaratılması batıl değildir. Batıl ve zulüm ola­rak kâfirden sadır olan küfür füli de bunun gibidir. Allah´dan kullar için zulüm murad edilmez. Bunu daha açık olarak Cenab-ı Hakk´ın «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez»[59] kavl-i celîli beyan etmektedir.

Ve sonra gerçekten onu itibare almak caizdir. Çünkü bildiği şeyin olmasını dilemek, mutlaka adalet olur. Zira o, fiilinin cezasını vermeyi murad etmiştir. Yoksa işlemediği bir iş için onu azaplandırmayı değil. Cenab-ı Allah, herşeye kâfidir.

Sonra Allah´ın, Resulünün müşriklerin mağlup olmasmı dilemesi hu­susunu sordu. Ve Peygamber aleyhisselâm, onların kendilerini davet et­tiği şeye bakmalarını dilediğini iddia etti.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Mağlûp olmak, itaat mıdır yok­sa masiyet midir Bakmak vaktine kadar geçen hal de böyledir. Bunda ise masiyet üzerine devam etmek vardır. Onun masiyettir demesi elbet-teki lâzımdır. Binâenaleyh bazı maslahatları kasdetmeksizin onu dileme­si caizdir.

Allah-u Teâlâ´mn «Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla benim günahımı da yüklenesin...»[60] kavl-i cehli de onun gibidir. Haki­katen masiyet olan fiilin murad edihnesi caizdir. Fakat isyan maksadı İle değil Böylece müminlerin isyanlarının hepsi her ne kadar Allah´ın yarattığı masiyet fiili murad etmedilerse de isyan eden kimselerin fiil­leridir. Hatta onlar, eğer küfrü dileseydiler, mutlaka küfrederlerdi. Al­lah-u Teâlâ´mn masiyet olması için kâfirin fiilini murad etmesi de bu­nun gibidir. Yahut onun sövme fiili çirkin ve sövme olma bakımından böyledir. Yoksa sövmeyi ve masiyeti dilmesi gibi olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra gerçekten onların mağlup olmalarını rıza göstermiştir, diye itiraf etti ki onun bu itirazı fasittir. Çünkü onların mağlup olmaları Al­lah ve Allah´ın Resulü için olmamıştır ki,[61] onun hakkında razı olmuş­tur, razı olmamıştır, diye kelâm etsin.[62] Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine şu hususla itiraz olundu : Allah´ın kullarının ekse­risi şeytanın dilemesi ile küfretmişlerdir. Halbuki Allah, onların itaat etmesini murad etmiştir. Bunun için şeytanın, Allah´ın hükmü ve mül-kündeki dilemesi Allah´ın dilemesinden daha uzak olmuştur. Onun bu itirazına, rıza," muhabbet ve Öfkelenmek ile cevap verdi. Biz her iki işin arasındaki ayırımı beyan ettik. Gerçekten bir kişinin fiiline razı olur, fakat diğerinden o fiilin işlendiği vakit ona öfkelenir. Bu hususun iradede bulunması mümkün değildir. Binâenaleyh aciz kalmanın zahir olduğu şey de iradenin fiil için[63] şart olduğu sabit olur. Çünkü muhtar olanın fiili, iradeden hali kalmaz. Yine biz gerçekten Allah-u Teâlâ, iman etmeyen kimseyi bilmesini sever, veyahut ondan razı olur demiyoruz. Çünkü onların her ikisi de fiille sevilir. . Fiili meydana getirmeyen için bu hususun söylenmesi uzaktır. Aman irade ise biz onu geçen bölüm­lerde açıkladık. Allah-u a´lem.

Sonra bilinenlerde bu hususta asıl olan şudur ki : Gerçekten fii], irade, yahut galip gelme,[64] veyahut da gaflet,[65]üzere meydana çıkar. Sonra Cenab-ı Allah´ın, kulun fiili hakkında galebe çalma, veyahut gaf­letle,[66] vasfolunması cazi olmaz. Binâenaleyh onun irade olunduğu sa­bit olur. Mu´tezile ise, irade hakkında, Allah-u Teâlâ´ya kendisi için bir zaruret olmaksızın yok iken sonradan var olan ilimden başka bir mana ispat etmiyorlar. Halbuki bu manâ mahlûkatın tümünün fiilinde bulu­nan bir manâdır. Onların sözüne göre bu hususu inkâr etmelerinin hiç bir yönü Ve manâsı yoktur. Korunmak Allah´tandır.

Sonra der ki : «Şeytanın iradesi, onun temenni etmesinden ibaret­tir. Kullar eğer dileselerdi, küfretmezler di. Cenab-ı Allah, onları zorla menetmeğe kadirdir,»

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz ona şöyle deriz : Muhak­kak sen doğru söylüyorsun. İrâde gerçekten galip gelmeyi gerektirir. Teımenni ise, gerektirmez. Binaenaleyh, düşmanın temennisi Allah´ın ira­desi üzerine,[67] nasıl galip gelir O´nun «kadir olur, mahkûm olur», gibi sözü ve bu nevi ancak vahşetin ve şaşkınlığın eseridir. Hiç bir yönü ile mecburen iman etmek caiz olmaz. Sonra der ki, eğer sen hiç hüküm ve hikmet sahibi olanın kulunu dilemediği işten menetmeğe kadir olsun da onu menetmediğini gördün mü denilirse ona mecbur olmakla,[68] itiraz edip cevap vermeğe çalışır ki, bu yanlış ve hatâdır. Çünkü bizim katı­mızda onu diliyor. Menetmek murad edilen şeyin şartından değildir. Sonra şöyle diyor : Onu iki yönden dilemediği ifade edilir. Tedbirden bir şeyi zikretmeği menetmek onun için caiz değildir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Eğer sen, dünyada ona kadir olursan,[69] sen onu bulamazsın,[70] ancak onun üzerine kadir olmaması yahut onunla fiili murad etmemesi hariç. Menetmeyi vacip kılan şeyin de iradeden olduğunu öne sürdü. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten menetmek eğer vacip olursa biaynihî değil, bir illete binaen vacip ol­muştur. İlletten zikrolunan şey, eğer mecburiyeti icabettirdi ise onun üzerine kadir olmaz, demenin ta kendisidir. Her ne kadar icap ettirme-seydi o, icbar etmeğe maliktir. Fakat tecavüz etmekle değil, bizce ona gücü yetmez. Ve örfün dışına çıkmış olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Cenab-ı Allah´ın «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama onun göğsünü açar...»[71] kavl-i celîli ile vukubulan itirazın cevabında der ki : Onun te´vili bilinmektedir. O da şudur : Hakikaten kim ki, Allah´a itaat ederse ona kendi lutuflanndan başkasının kadir olmadğı şeyi verir. Ona güzel isimler koydu. İtaat etmeğe olan rağbetinin cezalanması için itaatı-na karşılık sevap vermek suretiyle en yüce hükümlerle hükmetti. Tıpkı «(iman etmekle)´ hidayeti kabul edenlere gelince; (onlar seni her din­ledikçe) Allah, onların hidayetlerini artırmakta ve kendilerine takvala­rını ilham etmektedir.»[72] kavl-i celîli gibi. Kim ki Allah´a isyan ederse, zikroîunan hususu kendisinden menetmiş olur. Bunun üzerine vasfolun-duğu gibi göğsü İslama daralır. Bunu, başlangıçta hiç bir kimseye yap­maz. Tıpkı zikrettiğim âyet-i celîlede ifade ettiğim gibi. Cenab-ı Hak «...Ve onunla ancak fasıkları şaşırtır.»[73] buyurmuştur. Sonra der ki; o hususun iki şeyden dolayı dostluk ve düşmanlığı hak etmeden başlan­gıçta tahakkuk etmesi caiz olmaz. Birincisi, onunla anlaşıp sevişmenin bulunmaması; ikincisi ise gerçekten kullarının arasını taraf tutarak ayı­ran kimsenin dönüp onlardan birine levmetmeğe hakkı yoktur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O´nun âyet-i celîle hakkındaki iddiasına gelince : Gerçekten âyeti kerîme, bilinen bir hakikattir. Binâ­enaleyh bu husus onun marufu ve münker olanı bilmediğine ve kıssayı ters-yüz ettiğine delâlet etmektedir. Sonra âyet-i celîleyi ifade ederek bilenin islâmdan sonraya sarf etmesinde hata etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak : «Allah kime hidayet etmeği dilerse Islama onun göğsünü açar...»[74] buyurmuştur. Onun göğsünü açtığı içindir ki, kendisine islâmı ihsan et­miştir. Yoksa göğsünü İslama, kendisinde islâm bulunduktan sonra aç­mamıştır. Sonra bunun gibisinin anlaşma ve sevişme olmasını ifade et­mek ve bulunduğu hal ile Allah´a karşı kelâm etmekte cür´et ve cesareti daha da büyümüştür, Zira bu cür´et ve cesareti, kendi öz varlığındaki sı­fatından bilinmiştir ki onu meydana çıkarmıyor ve kendisine mecbur ol­madığı şeyle de nefsine zıt düşmüyor. Ve lâkin Allah-u Teâlâ´yı bilme­diğinden ve dinsizliği intaç edecek mezhebi ortaya koyup ayakta tutma talebi üe onu gerçek yönünden kinayeye sarfettigi için azaba müstahak olmuştur. Rezil ve rüsvay olmaktan Allah´a sığınırız.

Sonra der ki : Müslüman olduğu zaman, kim islâmı kabul et derse, onun kalbi İslama açık olduğu halde müslüman olmuştur. Küfrettiği va­kitte de onun kalbi dar olup İslama açık değildir. Veyahut darlık ve ge­nişlikte her ikisi de bir midir Eğer her ikisi de bir idi derse, onun yalanı, müslüraan olmak veyahut küfretmek bakmamdan dininin ilk halini ko­ruyan ve bilen kimse katında yalanı ayan beyan olur. Sonra her müslü-manm ve kafirin yalanını bildiği şeyi Allah´tan olan anlaşma ve karşılıklı sevme ismini veriyor. Bunu Hak´tan uzaklaşmak ve menetmek suretiyle yapıyor ki, insanlar onun cüret ve cesaretini ve aptallığını bilsinler. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine şöyle denir : Onun imandan sonra dilediği şeyden ve­yahut küfründen sonra onu mahrum kılan nedir Bu hususta dinde yardım ve kolaylık var mıdır Yoksa yok mudur Eğer hayır yoktur derse, onun yalanı zahir olmuş, onun sevap ve yahut azap kılma hususu ortadan kalkmış olur. Eğer vardır, derse, azıcık bir güç harcamakla onun ürerine mezhebini ikrar etmiştir ki, din hakkında kendisi için en salih ve doğru olanıdır. Sonra hiç iman ettikten sonra kâfir olanı gördün mü Veyahut bunun vukubulduğu sana haber verildi mi Yahut kâfir olduktan sonra iman edeni gördün mü Bu sorulara karşı elbetteki evet gördüm demesi gerekir. Bunun üzerine denir ki : Sevabın verilmesi ve verilmemesi, o, göğ­sünün açılması mıdır, yoksa değü midir Eğer hayır değildir derse, Al­lah´a; sözünde durmadığı ve haberinde yalancı olduğunun isnad etmiş olur. Eğer evet derse kendisine o faydalardan kendisine yararlı olan şey hangi menfaattir Veyahut göğsünün daraltılmasında ona ne gibi bir zarar vermistir . Bu takdirde onun sevap veyahut a^ap kılsın ve bazan anlaşma ve sevişme bazan da uzaklaşma ve menetme diye verdiği isimlerle başlangıç­ta onun caiz olduğunu menetsin. Sonucu bu olan sözden Allah-u Teâlâ´-mn bizi korumasını dileriz.

Sonra onlardan bazıları Allah-u Teâlâ´nın ´«Allah´a ortak koşanlar (müşrikler) şöyle diyecekler : Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk; ne babalarımız...»[75] kavî-i celîli ile ihtîcaç ettiler. Bu hususa üç yönden cevap verilmiştir :

Birincisi : Onlar bunun emir olduğunu iddia ettiler. Tıpkı Cenab-ı Hakk´ın «Bir edepsizlik (şirk üzere ve çıplak olarak Kâ´be´yi tavaf) et­tikleri zaman atalarımızı böyle bulduk, bize bunu Allah emretti derler...»[76] kavl-i kerîminde olduğu gibi.

Allah-u Teâlâ´nın «Kitap ehlinden bir güruh da vardır, dillerini kita­ba doğru eğer bükerler ki, siz o tahrip ettiklerini sanırsınız. Halbuki o, kitaptan değildir...»[77] kavl~i celîli de böyledir.

ikincisi : Onlar küfürleri sebebiyle azap gördükleri zaman korkutul­duğu halde kendilerine mühlet verildi; kendilerine mühlet verilip[78], he­men azap verilmeyince peygamberlerin yalan söylediklerini sandılar, ve bunun Allah-u Teâlâ´nın kendisine rıza gösterdiği hususlardan olduğunu zannettiler. Böyle olmasaydı Allah onlara mühlet vermezdi. Kendilerine Cumartesi günü balık avı yasak edilenler de böyle zannetmişlerdi. Bu husus tıpkı Allah-u Teâlâ´nın «Nihayet peygamberlerin, kendilerini ya­lanlayan kavimlerini iman etmelerinden ümitlerini kesince ve tekzip edil­diklerini anlayınca...»[79]kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibidir.

Üçüncüsü : Onların bu hususu müslümanlann her şey Allah´ın dile­mesiyle olur demelerinden onlarla istihza etmeleri için söylemiş olmaları, tıpkı insanın, «Ben öldüğüm zaman ileride gerçekten diri olarak (mezardan çıkarılacak mıyım )»[80] dediği gibi ki, bunu müslümanlarla alay etmek için demiştir. Münafıkların, «Şahadet ederiz ki, (kalblerimizdeki inancı açığa vururuz ki) doğrusu sen, muhakkak Allah´ın Peygamberi´sin»[81] sözleri gibi. Fakat kendilerinden meydana gelen bu husus istihza olduğu için ta´n olundular, tik zikrolunan husus da bunun gibidir. Allah-u a´lem.

Bu âyet-i celîleden sonra varid olan âyet, bunu teyid etmektedir. Ce-nab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur : «De ki : - Tam ve kâmil hüc­cet, Allah´ın hüccetidir. O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete er­dirirdi.»[82]. Daha başka âyet-i celîleler de varid olmuştur. Onlardan hiç biri açıklanması geçen hususa muhtemel değildir. Cenab-ı Allah´ın, eğer Rabb´in dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi...»[83] kavl-i kerîmi hakkında diyor ki : O, zorlamaktır. Dileseydi, onları zorla­yıp cebrederek menederdi. Tıpkı onları ihtiyar olmaya, genç olmaya zor­ladığı gibi. Fakat onları imtihan etmesini dilemiştir. Tıpkı «... Allah di­leseydi o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı...»[84] kavl-i ce-lîli hakkında dediği gibi. O, şöyle demiştir : Gerçekten Allah, O´nu, Pey­gamberi ve peygamberin ashabı ile dilemiştir. Fakat onunla mecburiye­tin meşietini murad etmiştir. Çünkü onunla ne Övülme vardır ve ne de ecir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehmine delâlet eden hususu beyan ettik. Onun sözüne sepkat etmiş olanlardan şöyle diyenler vardır : Hakikaten eğer Cenab-ı Hak, mahlukatm fiilinden olmayan bir fiili yaratmak dileseydi, onu yaratmağa kadir olmazdı ki, kitap da onunla kendisini nefyetme ve ona kadir olma hususu varid olsun. O, ancak başka fiilden meydana gelenler ve beşerin gücünün sınırına ulaşmayandan gayrinde vukubulan o fiili yaratmağa kadir olur.

Kim ki, Allah~u Teâlâ´nm yaratma hususunda bu neviden olanım ya­ratmadan aciz olduğunu ve nıahlukatın fiilinin hakikatini yaratmaktan da­hi aciz olduğunu sanarsa hatta bu hususu murad ederse onun yeri mu´-tezilenin zannettiği yerdir. Çünkü mu´tezile öyle bir mahlukat yarattılar[85] ki, akıllarda ondan yüksek, iyi ve ondan üstün ve alâ bir yaratık bulun­maz. Mu´tezile bu fikri ve görüşüne zayıf akıllı olanların ağzına attı. Onlar da bunları dillerine doladilar. Bunun İçindir ki, Cenab-ı Hak onun gibi­sini yaratmağa kadir olduğunu beyan buyurdu. Yoksa gökleri, yeri ve her ikisinin arasında bulunanları yaratmağa kadir olduğunu ikrar edip ina­nanların bunun gibisini inkâr etmelerinin hiç bir yönü yoktur. Fakat bu­nunla mu´tesilenin «Allah, hakikaten diledi; fakat olmadı. Çünkü o, kul­ların fiillerini yaratmağa kadir değildi sözleri batıl ve fasid olur. Çünkü Cenab-ı Allah, ona cevap olarak «... O herşeye kadirdir[86]. Birincisine cevap olarak da «... O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi»[87] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ´nın, «Allah dileseydi, o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı»[88] kavl-i celîline gelince; onun tefsiri şöy­ledir : Eğer Allah kendisinin emirleri ile korkutulanları yalanlamağı di­leseydi. Bilakis onlardan dilediği şeyle imtihan etmesini murad etmedi. Lâkin intikam almayı tehir etmeyi diledi. Üçüncü tefsir de şöyle olur : Al­lah dileseydi kâfirlerden müslümanlarîa intikam alırdı; fakat tasdik et­tikleri hususu beyan «tmek için mağlûp olmakla peygamberinin ashabını imtihan etmesini diledi. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın : «Doğrusu biz onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik...[89]. «Ve insanlardan kimi de Allah´a dinin bir ucundan ibadet ederler...»[90] kavl-i celîllerinde beyan buyurdukları gibi.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizimle Kaderiyye mezhebi arasında iki noktada kelâm vardır : Biz onlara sual´ edip deriz ki, Allah-u Teâlâ ebedi olarak olacak olan şeyi olduğu hal üzere bildi mi Eğer hayır bil­medi derlerse kâfir oldular. Çünkü onlar Rabb´larmı cehaletle vasfetti-ler. Eğer evet bildi derlerse, kendilerine : «Allah-u Teâlâ ilmini bildiği gi­bi yerine getirmeyi diledi mi, yoksa dilemedi mi » denir. Eğer hayır dile­mez derlerse, o zaman, Allah-u Teâlâ kendisinin cahil olmasını dilemiş ol­duğunu söylemeleri gerekir. Kendisinin cahil olmasını dileyen de hüküm ve hikmet sahibi olmaz. Eğer evet dilemiştir derlerse, bu sefer de Allah-u Teâlâ´nın her şeyin, olmasını bildiği fiilleri olmasını dilediğini ikrar etmiş olurlar. Bu husus, Ebu Hanife´den rivayet edilen husustan bende yerle­şendir. Yoksa ben Ebu Hanife´nin beyan ettiği meseleyi lafzı lafzına zik­retmiş değilim. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Biri çıkar da derse ki; günah ve isyan için emri çirkin ve kötü olun­ca, niçin[91] onların olmasını dilemek çirkin olmuyor Bir kaç yönden böyle olduğu ifade edilerek cevap verilir.

Birincisi : Emirde tenakuz bulunduğu için o, irâdede bulunmaz. Çün­kü fiil bazen emir için olur. Hasiyeti emretmek mümkün değildir. Zira emirle olan itaat olur. Kendisinde emir olması ile masiyetin manâsı yok olur. irade ise böyle değildir[92]. Görülmüyor mu ki, her fail kendi fiilini di­lemiştir. Öyle kendisine fiilim emretmiştir demesi mümkün değildir. Binâ­enaleyh her ikisinin muhtelif şeyler olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Yine Cenab-ı Hak, kendi fiilini murad etmekle vasfolunur. , Böyle olunca dilediği fiili kendisine emretmesi mümkün değildir. Bununla sabit olmuştur ki, iki yönden biri, diğerine delil değildir. Bununla beraber Al-laiı-u Teâlâ, peygamberleri ve seçkin kullarını helak edip, düşmanlarını ve kötü, şerir olan kimseleri baki bırakıp onlara dünyayı alabildiğine ge­nişletmeği dilememiştir. Bu hususu o menetmemiştir de. Bilakis bize, düşmanlarının ve kötü kimselerin helak olmaları; peygamberlerinin seç­kin ve iyi kullarının baki kalmaları için niyazda bulunmamızı emretmiş­tir. Tevfik Allah´tandır.

Ve yine; gerçekten emrin faydası, onun üstün ve yüce olmasıdır. Çünkü o, diğerini uzaklaştırmayı talep etmiş ve kendisi ile ulu ve mabud olmağa müstahak olan büyük nimetlerini ve üstün hakkını onda izhar et­miştir. İrâdenin hakkı ise, kendisi ile mülkünün arasına bir şeyin girme­mesi, kendi hüküm ve saltanatını menetmemesi için galebe çalmağı nef­yetmek ve ihtiyar sahibi olmaktır. İrâdeyi reddetmekte ise bu husus mev­cuttur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ´nın dilememesi batıl"[93] oldu. Emir ve nehyi reddetme de böyledir. Bunun için, Allah´ın rubûbiyyeti ve salta-natmm sahir olması için emir ve nehyin gerçek olduğunu söylemek gere­kir. Ve, mahlûkatın, Allah´ın mülkü ve saltanatında bir şey de dilemele­rinden aciz oldukları ve Allah´ın gerçek mülk sahibi olduğu için mahlûka­tın hepsi hakkında irade sahibi olduğunu söylemek lâzımdır. Tevfik Al­lah´tandır.

Yine, hakikaten Allah-u Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma İsmail aley-hisselâmı kurban etmesini ve bir koçla fidyeyi emretti. Allah-u Teâlâ´nın önce kurban etmenin hakikatini emredip sonra onu bedeli ile kendisin­den menetmiş olması caiz olmaz. Çünkü bu, görüşü değiştirmek ve ceha­letin alâmetidir. Binâenaleyh, emir irâdenin hakikatinin kendisi ile olan şeyle varid olmamış idi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bunun hepsi, bizim irâdenin manâlarının, kendisine vardığı manânın tahakkuk etmek üzere, kısımlara ayrılması bakımından bizim beyan etti­ğimiz husustu. Bunun ardında lafızdaki mani olan şey veyahut onun yö­nünden hasım katında çirkin olan yönlerden birine sarf etmekten başka bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra dünyada fiilin üzerine vakî olduğu şeyde asıl olan onun, irâde üzere, yahut sehven veyahut galip olmak suretiyle vaki olmasıdır. Kendi­sinde galebe çalma, aldanma vasfından çıkan herşeyin fiiller için gereken irâde ile vasfolunmasi lâzımdır. Fakat irâdeden ibaret olan şey, vasfo-lunmaz. Çünkü hakikatte irade bir çok kısımlara ayrılmıştır ki, biz onu geçen bahislerde açıkladık. Tevfik Allah´tandır.

Amma görünen de, gerçekten irâde olan şey hakkındaki ifade edilen irade, kendisi ile fiilin olduğu iradenin ta kendisidir. Bizim nezdimizde mümkün değildir ki, onunla beraber[94] fiil olmasın. Mu´tezilenin katında ise, irade fasılasız olarak fiilden önce olur. Bundan başka fiil bulunduğu zaman olan ve sonra olmayan hususlardan olan ise, o, bilmen temenniden ibarettir. Cenab-ı Allah bu gibi vasıftan yücedir; münezzeh ve beridir. Binâenaleyh ilk vecih üzere Allah´ın irade sahibi olduğu ve dilediği vech üzere fiüin tahakkuk ettiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır. [95]

Kaza Ve Kader Hakkında Mesele



Bize göre asıl olan odur ki; hakikaten bu mesele olsun, irade meselesi olsun, bunların hepsi fiillerin yaratılması hakkındadır. Eğer on­lar sabit olursa bu da sabit olur. Çünkü, fiillerin yaratılması, kazanın ol­duğunu ve meydana gelenin güzel ve çirkinlikten bulunduğu* halde ezelde takdir edildiği için kaderi ispat ediyor. Bu hususta, Allah-u Teâlâ´mn, onun kendi yaratığı olması[96] için onu dilemesini gerektirir. Biz bu mesele hakkında kendisine Allah´ın hidayet ettiği kimse iğin kifayet edeceğini ümit[97] ettiğimizi byean ettik; fakat ne var ki, insanlar bu hususu başlı başına bir mevzu ittihaz eden hakkında kelâm ettikleri için biz de bu hu­susu işlemekte onlara tabi olduk. Çünkü muhtemeldir ki, onlar, gerçek­ten hakkın, hangi kelime ile ifade edilirse edilsin her hangi bir lafzı düşü­nen için onun nuru ile zahir olduğunu murad etmiş olurlar. Tâ ki, gerçek­ten hak olan, ne ağızdan çıkan bir beyan nevi ile ve ne de dille ifade edilen lâfızla hak olduğu bilinsin. Fakat hakkın hak olması ancak onun için ser-dedilen delillerle bilinir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kazanın hakikati bir şeye hükmetmek ve o şeyin lâyık olduğu üzere kesinlikle meydana gelmektir. Veya o şeyin kesinlikle meydana gel­mesinin gerçeklenmesidir. Bunun üzerine bazı kere eşyanın yaratılması­na rücu´ eder. Çünkü o eşyanın bulunduğu hal üzere olmasının gerçek­leşmesidir. Birinci ifadeye göre ise, herşeyin yaratıldığı üzere olmasıdır. Zira mahlûkati yaratan âlim, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah´tır. Hik­met ise, herşeyin hakikatine isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymak­tır. Allah-u Teâlâ : «Böylece gökleri yedi kat gök olarak iki günde ya­rattı...»[98] buyuruyor. Buna göre mahlûkatın fiillerinin, Allah onları yarat­tı, diye vasfolunması caizdir. Yani Allah onları yarattı ve hükmetti. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «... Artık neye hükmün geçiyorsa, hükmünü ver...»[99] kavl-i celîli gibi. Bu noktadandır ki, her hakkı sahibine verip onun hakkı olduğunu açıkladığı için âlim olana kadı ismi verilmiştir. Allah-u Teâlâ´­mn «... Fakat Allah-u Teâlâ, dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murad edin­ce, O´na sadece «Ol» der, o, hemen oluverir.»[100] kavl-i celîli de böyledir. Ve yine böylece «Allah-u Teâlâ, felanın şunu, şu vakitte yapacağına hükmetti. Bunun üzerine o da böylece o vakitte oldu» denmesi caiz olur. Bunun ger­çek anlamı, olmasını bildiği ve dilediği şey ile hükmettiğinin olmasıdır. Ve yine failin fiili ile zem veyahut medih, sevap veyahut asap bakımından müstahak olduğu şeye hükmetti demek de caiz olur.

Kaza, bildirdi ve haber verdi imanâsına da gelir. Tıpkı «Allah-u Te­âlâ´mn biz, Israiloğullarına Tevrat´da şunu vahyettik...»[101] buyurduğu gibi. Bu veçhe göre yine onun sena edilmesi caiz olur. Bu hususun cevazında hiç bir mâni´ bulunmaz.

Yine kaza kelimesi, bazan da emretti, anlamına geür. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «Rabb´in kesin olarak şunları emretti : Ancak kendisine ibadet edin. Ana-babaya güzellikle muamele edin...»[102]. Ve «Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle, mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah´ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[103] buyurduğu gibi. Bu husus ise Allah´a ancak hayır işle­rinde izafe edilir. Kaza kelimesi, bazan da fariğ olma anlamına gelir. Ni­tekim Allah-u Teâlâ, Mûsâ, (on senelik hizmet) müddetini bitirince ve (evlenmiş olduğu) ailesiyle (Mısır tarafına), yola çıkınca...»[104] buyurmuş­tur. Lâkin bu nev´in Allah´a izafe edilmesi caiz değildir. Çünkü Allah´a bir şeyle meşgul olduğu veyahut o şeyden fariğ edilmiş olduğu isnat edil­miş olur. Ancak, yaratmış olduğu şeyin tamamlanmasının gerçekleşmesi hakkında mecaz olarak isnat edilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kaza hakkında bundan başka bir çok hususlar zikredilmiştir ki, bi­zim mevzubahs ettiğimiz hususda onları zikretmenin gerekmediği kanaa­tindeyiz.

Kader meselesine gelince : O, iki vecihtir :

Birincisi : Bir şeyin meydana çıkması üzerine olan had, o ise, her-şeyi hayırdan yahut serden güzel veyahut çirkin olan âlim veyahut cahil olma bakımından bulunduğu hal üzere kılınmasıdır. Bu ise, hikmetin te´-vilidir ki, o da, herşeyi olduğu hal üzere kılmaktan ibarettir. Ve herşey hakkında kendisi için daha iyi olanın verilmesidir. Bu örneğe göre Allah-u Teâla´nın «Gerçekten biz, herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yarat-nıışızdir.»[105] kavl-i celîline göredir.

İkincisi : Herşeyin zaman, mekân, hak, batıl, ve sevap olan, azap olan husus bakımından vaki olduğu hal üzere beyan edilmesidir. Bu ikiden bi­ri gibi olan Peygamberimiz Sallellahualeyhivesellemden rivayet edilen­dir ki, Cebrail aleyhisselâm kendisine iman hakkında suâl sorduğu zaman zikrettiğimiz hususların yanı sıra kaderi zikrederek hayır ve şerrin Al­lah´tan olduğuna inanmandır, diye cevap vermesidir. îlki her hangi bir «şey»in olduğu hal üzere yaratılmasının kaim olması gibidir. Bu ise, kul­ların fiilleri hakkında onların güzel ve çirkin olması bakımından akılla­rının ulaşamadığı şeyin dışına çıkan ve akıllarının bu hususa kadir olma­yandır. Buna göre sabit olmuştur ki o, Allah-u Teâla´nın emri ile meyda­na çıkmıştır. îkinci olarak da, yine onların ilimlerinin ulaşamadığı zaman ve mekânla fiillerini takdir etmeleri muhtemel değildir. Bu yöndendir ki, kendileri ile olması da ihtimal dahilinde değildir. Onlar, Allah´tan hariç değillerdir. Allah-u Teâlâ, Kur´ân-ı Kerîm´inin bir âyetinde şöyle buyu­ruyor : «... Oralarda yolculuk için (muayyen yer ve zamanlarda) gidiş geliş takdir eylemiştik.»[106] ve yine Cenâb-ı Allah, «Yalnız Lût´un karısını, gerçekten azap içinde kalanlardan takdir ettik»[107] buyurmuştur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kâ´bî, iddia ederek gerçekten Allah-u Teâlâ, küfrü hükmetmez di­yor. Sonra kazanın vecihlerini tefsir ederek onu tefsir edilenin bazısı hak­kında kılmıştır. Binâenaleyh, onun kazanın tefsir edilen vecihlerden bi­rine ihtimali üzere tümünü inkâr etmesi hatadır. Sonra küfrün birbirle­rine benzemediği ve batıl olduğunu iddia ederek deliller getirmeğe çalış­mıştır. Allah-u Teâla´nın batıl ile hükmetmenin batıl olduğunu bilmiyen için Allah´ın kazası haktır ve gerçektir. Ve birbirine benzememeleri ile birbirine benzememek hak ve adalettir. Hakimlerin hükmü de böyledir. Meselâ cömertlik ve zulüm fiilleri... O, cömertliktir, batıl olmadığı gibi bir­birlerine benzememeklik de yoktur. Hatta hemen hemen onu küçük ço­cuklar bilir. Kim ki onu bilmez de sonra kelâmın sınırını iddia ederse ona söylenilecek söz ilk Önce kelâmı bilmesi olmalıdır. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

Peygamber Sallallahualeyhivesellemde.n rivayet olunan şeyle de ih-ticac etti. Peygamber Aleyhisselâm, Allah-u Teâla´nın kendisine şöyle ha­ber verdiğini ifade buyurdu. Kim ki, benim kazama razı olmaz ve benim verdiğim belâ ve musibetime sabretmezse o, benden başka Rabb ittihaz etsin.»[108]

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu ilk zikredilen fiilidir ve ger­çekten[109] onun gazabına razı olmak, küfrün mahrecidir, kötü, çirkin, şer, fasid, olduğunu ve sahibine Allah´ın gazabını ve azab etmesini icap ettir­diğini, ancak bu hususlardan tevbe edenin hariç olduğunu bilinendir. Bi­nâenaleyh bunlara razı olmayan kimse kâfirdir; haberin varid olduğu şey üzere bulunur. Küfür gerçekten çirkindir. Ve kulun fiilidir. Onun Al­lah´ın kazası ve hükmü olması mümkün değildir. Böylece hakikaten Al­lah´ın kazasının fiilin hakikatinin bulunduğu şeylerden zikrettiğim husus­tan ibaret olduğu sabit olur.

Oysaki, gerçekten hayrm hakikati, hastalıklarda ve musibetlerdedir. Görülmüyor mu ki; Cehennem´de ebedi kılmak mu´tezile nezdinde Allah´ın kazasıdır. Rüsvay olmak, sapıttırmak ve benzerleri de böyledir. Varsın Kâ´bî bunlara kendi nefsi için razı olsun. Yok, razı olmazsa Allah´tan başka, Rabb talep etsin. Mu´tezile diyor ki; Allah´ın din hakkında vuku-bulacak musibet ve hastalıklar için kazası yoktur. Onlar için hiç bir gü­nah yoktur. Onlar için günah ancak bedeli ile olur. Bu takdirde kendile­rine, o, hastalık ve musibetlerin bedeli verilmedikçe onlara razı olmazlar, îşte bu da Hadîs-i Şerifle rivayet edilen «Benden başka Rabb ittihaz et­sin» cümlesinin anlamıdır. Ve devamla «Bizim üzerimize vacip olan Al­lah´ın kazasına razı olmaktır,» der.

Allame Ebu Mansur (r.h.), Allah´ın kazasına nasıl razı olunacağını ve bu hususta üzerine vukubulan hususları beyan ettik diyor. Cenab-ı Hakk´ın : «Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yaratmisızdır.»[110] kavl-i celîli hakkında, kader gereken hususlardandır. Küfür ise gereken hususlardan değildir diyor. Onun kader hakkındaki sözü bizim zikrettiğimiz yöndendir ki, o yönde de kaderin gerektiği hususlar vardır.

Sonra, Allah´ın kaderinin çirkin olması gerekir. Sonra der ki : Sana soruyor ve diyor ki; Allah küfürü takdir temiş ve sonradan vukubulması için hükmetmiş midir

Murad ve maksadından sorması gerekir. Şöyle ki :

Ebu Mansur (r.h.) der ki : Bu husus vacip olduğu zaman, kendisin­den haber talep etmeden önce vacip kıldığı şeylerin hepsini gaflette bı­rakmaktır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kaza, kader, yaratmak ve irâde hakkında asıl olan şudur ki; bu hu­suslar için üç yönden hiç bir kimse için özür yoktur.

Birincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, hükmetti ve yarattı. Bilinen ve zikrolunan hususlardandır ki, gerçekten Allah, onları diîer ve onlara tesir eder. Allah-u Teâlâ´nm dilediği, yarattığı ve vukubulması için hüküm ver­diği şeyle kendisine vasıl olurlar; tercih ettikleri şeye de ulaşırlar. Onla­rın, kendi katlarında eşyayı tercih eden ve ondan haber veren şeyle ihti-cac etmelerine hakları yoktur. Oysaki bu hususları onların ilimle, kitap ve haberle elde etmeleri mümkün olmayan hususlardandır. Çünkü onlar­dan, olup meydana gelen hususları onlar, ihtiyar ederler ve onlara mües­sir de olurlar. Allah´tan yardım etmesini niyaz ederiz.

İkincisi : Gerçekten onların hepsini, Allah, onların işledikleri hal üze­re kendilerine yüklememiştir. Onları o hususa da reddetmemiştir. Mecbur

da kılmamıştır onları.

Bilakis onlar, oldukları hal üzere bulunurlar. Kendilerinden bir şey bulunmazsa da benim zikrettiğim şey bulunmaksızın onların bulunmasını tevahhüm ediyor. Yine onlara, yaptıkları şeylere karşı çıkmaları imkânı verilmiştir. Bu olmadı. Çünkü Allah, onîarı mecbur kılmadı. Cenab-ı Hak, mahlûkattan her birinin, ihtiyar sahibi, müessir, fail ve terketmeğe im­kân sahibi olduğunu bildiği şeyin hakikatini onlardan ayırmadı. Bu hu­sus, kendisinde fiillerin vukubulduğu sair, mekânlar, zamanlar, araz ve cevherlerin yaratılması gibi değildir. Her ne kadar bunlardan bir şeyin olmasının onlar için özür olma imkân ve ihtimali bulunmazsa da. Veyahut bahis konusu ettiğimiz husus için bir hüccet, bir delil veya Özür olma ihti­mali bulunmasa da. Tevfik Allah´tandır.

Üçüncüsü : Bunlardan bir şey, onların akıllarına bile gelip hatırla-mamışlardır. Fiil anında onlar kendilerinde dahi değillerdi ki, o hususlar­dan bir şeyi işlediklerini bilsinler. O, fiil için olmayan bir husus için ihti-cacda bulunmak, ihticaca muhatap olan kişi nezdinde batıl ve fasiddir. İşlediği şeyin kendinde bulunmayan hususun özür olması da böyledir. O, elbetteki batıl ve yok olmuş olur[111]. Eğer onlar için bunlarla ihticac et­mek bulunmuş olsa idi, onların, haber verilenle, ilimle kuvvetlendirmek[112] ve benzeri gibi hususlarla ihticac etmek olabilirdi. Oysaki, gerçekten eğer bu onlar için özür dilemek olsaydı, onlar için emir, nehiy, vaad, vaîdi bil­memeleri ve vukubulduğu yerle, günahkâr oldukları yeri bilmemeleri se­bebiyle olurdu. Ve yine Allah´a zarar vermeğe, Onun hüküm ve saltana­tına ihanet edilmeyen ve mülküne noksanlık getirmeyen hususlarla özür olurdu. Ve yine onlardan meydana gelen şeyle olan ilimle onları yarat­ması sebebiyle özür olurdu. Eğer onların bu hususlar hakkında ihticac etme hakları olsaydı, onun hepsinden daha açık olanlarla ihticac etmi´ olurlardı. O, kendisi gibi olanın fiil vaktinde, kerem, cömertlik, onları azaplandırmaktan müstağni, affetme, bağışlama, Matlarından kendisine bir faydanın olmaması, günah ve isyanlarından kendisine hiç bir zararın varid olmaması gibi hususların zikrinde düşünülmüş olurdu. Bunlardan bir şeyle ihticac olmadığı zaman evvelki hakkında da ihticac olmaz. Bu, zikrettiğimiz hususların Allah´tan olmadığına nasıl delâlet ediyor denir­se, cevap olarak denir ki; Allah-u Teâlâ´dan varid olarak beyan ettiğimiz hususların hepsinin tahkik edilmesinde geçen deliller, ifade edilen o hu­susa delâlet etmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır. ´

Bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten herkes biliyor ki; kendisi fa­ildir, yapmış olduğu şey için kendisine imkân verilmiştir. Ve kendisine başkası tesir etmiştir. Öyle ki, eğer kendisinden o husus menedilirse bu, ona çok ağır gelir[113]. Gerçekten onun zıttını ihtiyar etmiş idi. Onun haki­katini reddetmeğe bir yol bulunmaz. Çünkü onun hepsinin kendinden sa­dır olduğunu bilir. O husus, sahibi için olmuştur. Tıpkı, görünen yaratık­lar ve yanlış olarak kendisine hayal olmayan his gibi. Sonra herkes ken­di fiilini, güzel ve çirkin olma bakımından aklen takdir ettiği şeyin gayri olarak meydana çıktığını görür. Yine aynı şekilde, zaman ve mekân ile takdir etmeğe, ilminin ulaştığı şeyin gayri olarak ve nefsinin yorulma, elem duyma gibi hususları kasdetmediği ve onun gibisine kudretini kul­lanmadığı şey olarak meydana çıktığını görür. Oysa ki kendi nezdinde kudretinden bir noksanlık bulmaz. Böylece, gerçekten fiilleri hissî ve gö­rünür bir hal olmasına yakm bir durum ifade eden yollardan, fulleri ken­dilerinin yaratmış olduğu şeylerden olmadığı sabit olur. Kim ki, bu yön­lerden fiillerin onlardan meydana gelip gerçekleştiğini kabul ederek bo­yun eğerse veyahut geçen[114] yönlerden fiilleri kendilerinden nefyetmeğe yönelirse, o kimse aklı ile büyüklük yapıp böbürlenmiş, hissine aldanarak inatlaşmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra biz mu´tezilelerle ittifak halindeyiz ki, gerçekten Cenab-ı Hakk´a mahlûkat ve fiillerinden isimlerde çirkinlik ifade etmeyenlerden başka bir şey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade etmeyen­lerden başka bir gey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade ede­cek şey ise Allah´a asla izafe edilmez. Bu husus, nefyedilip yasaklanır. Bunun üzerine bazı meseleler meydana çıkmıştır :

Birincisi : Hayru hasenattan Allah´a isnad edilenlerin, Allah´a izafe edilmesinin yönü hakkında ki, onların hepsi Allah´tandır. Mu´tezile, hayır olanları isteme ve onları elde etmek için güç ve kuvvet sahibi olma ve emir alma bakımından Allah´a izafe edilmesinde beis yoktur, derler. Biz ise diyoruz ki; izafe ve isnad çeşidinden bu her ne kadar güzel ise de fiil­ler zikredildiği zaman Allah´a izafe etmeden bu murad olunmaz. Fakat fiiller zikredildiği zaman Allah´a Hamdu sena ve şükretme murad edilir. Bu hususta, evvelki hal caiz olunca, bunun da caiz olması daha evlâdır. Çünkü emir, dua ve kuvvetlenme bakımından kendisinde mümin ve kâfir müşterektir. Hamd ve şükretme bakımından ise, mümin ile kâfir birbir­lerine muhtelif bir durumdadırlar. Bunu açıklayan hususlardan biri de, mutlak olarak şöyle demenin caiz olmasıdır : Hakikaten iman, Allah-u Teâlâ´nın nimetlerinden bir nimettir. Gerçekten mümine Cenab-ı Hak, in´âm ve ihsan etmiştir. Eğer Allah-u Teâlâ´nın kendisine olan fazlı, ih­sanı olmasaydı, küfür pisliğinden temizlenmezdi. Ve böylece kendisi bü­yük bir azaba dûçâr olurdu. İşte bu yönden kâfir hakkında vukubulan hususlar, Allah´a izafe olunmaz. Fiiller zikrolunmadığı zaman da emir üzere olur. Tevfik Allah´tandır.

Bunun için tebdil ve tahrif edilmiş kitabın gerçek kitap olduğunu söyliyenlere ve onu..[115]. ve benzerini Allah´a izafe edenlere, Cenab-ı Hak îânet etmiştir. Gerçekten onlar, bununla emir varid olduğunu iddia etti­ler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kendi zatını bu hususdan berî ve mü­nezzeh kılıp onun, şeytanın işi olduğunu haber vermiştir. Ve onlar bunu çekemedikleri için kendilerinden uydurarak söylemişlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine emir olması bakımından fiil caiz değildir. Çünkü onda ancak ilzam ve gerektirme bulunur. Kendisinde çok büyük zahmet ve meşakkat bulunduğu için onunla Allah´a izafe edümez. Bilakis Hamdu senada bulun­mak ve şükretmek bakımından Allah´a izafe edilir. Tıpkı Allah-u Teâlâ, şu âyet-i celîlelerde buyurduğu gibi. «... Doğrusu sizi imana hidayet bu­yurduğundan, Allah, sizin başınıza kakar; eğer (imanınıza) sadık kimse-lerseniz»[116]. «îtaat için sağlam söz verdikten sonra arkasından döneklik ettiniz. Eğer Allah´ın fazlı ve rahmeti üzerinize inmeseydi, elbette kendini aldatmışlardan olurdunuz»[117]. Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´ya ancak iyi ve güzel olan izafe edilir diyor, sonra da itaatlarm Allah´a izafe edilmesinin emir yönünden "olduğunu iddia ediyor. Bu hususta hangi güzellik ve iyilik var­dır Buna dahil olan hususları biz ge^en bahislerde beyan ettik. Ve Kâ´bî, Allah´-u Teâlâ´ya serlerin izafe edilemiyeceğini iddia ediyor; çünkü Al­lah, onları nehyetmiştir, kendisine izafe olunmaz diyor.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim katımızda da serler Allah´a izafe olunmazlar. Çünkü biz beyan etmiştik ki, Allah´a izafe edilmenin vechi, şükretmek içindir. Şerlerde ise şükretme yönü yoktur.

Sonra müslümanlarm «Hayır ve şer Allah´tandır», sözleri hakkında der ki, müsîümanlar bununla ancak dinsizlerin sözüne[118] muhalefet etmeği kasdetmişlerdir. Kulların fiiline gelince; o, hatırlarına bile gelmemiştir. Belki Allah, O, şeytanın amelidir buyurmuştur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki: Müslümanlarm sözü olduğu zikro-lunan şey, yalandan ibarettir. Çünkü müsîümanlar öyle dememişlerdir. Bilakis müsîümanlar «Hayır ve şerrin ezelde takdir edilmesi Allah´tan­dır» diyorlar. Ezelde şerrin takdir edilmesi, şerrin kendisi değildir. Din­sizlerin durumu hakkında da söz böyle değildir. Çünkü böyle olmuş olsaydı, o takdirde şerrin alim, ve hikmet sahibi Allah´a izafe edilmesi çir­kin olurdu. Bilakis fiili ser olan kimsenin kendisi gerdir ve fiili fesad çı­karma olan kimsenin de kendisi mufsittir. Onun «Müslümanların hatırı­na bile gelmez», sözü ise yalandır. Bilakis zikrolunan şeyin hususiyeti kendi hatırına gelmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra diyor ki : Eğer denirse ki küfür emir olma cihetinden Allah´­tandır demiyoruz, fakat yaratma bakımından Allah´tandır diyoruz denir­se, cevap olarak emir, fiilin gayridir demiştir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun üzerine biz şöyle deriz; küfür, bir yoldan Allah´tandır ve mutlak olarak ifade etmek suretiyle şer Al­lah´tandır demiyoruz. Ve böylece hiç bir kimsenin; îblis Allah´tandır, ya­hut Şeytan Allah´tandır, yahut her kazurat ve pis kokanlar Allah´tandır veyahut da her fesad Allah´tandır diyen yoktur. Öyle ise gerçekten bu lafız, mahlûkatta var olan şey hakkında da fasiddir. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Bu hususta asıl olan şudur ki, gerçekten onu ifade etmek, emri iste­me yerine veyahut nimetleri izafe etme yerine çıkar. Bunda ise elbetteki o iki husustan bir bulunmaz. Öyle ise Allah´a izafe edilmesi caiz olmaz, O, tıpkı bizim deiğimiz gibidir ki; gerçekten Allah, tahkik edildiğinde her ne kadar herşeyin Rabb´i ve herşeyin ilâhı ve herşeyin yaratıcısı ve herşey de kendisinin ise de bu hususlar, pislikler, çirkin ve kötü olanlar ve ancak onlara istihkak kesbetmesiyle zikrolunan şeylerden benzerlerin­de söylenmez. Onların bir olan Allah´a izafe edilmesi o husus üzerinden çıkar. Her ne kadar onlar yaratılmış iseler de Allah´a izafe edilen şey­lerden onların küfrü yaratılmış ise de. Bizim üzerinde durduğumuz konu da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Buna göre küfür ve masiyetler hakkında onların Allah-u Teâlâ´nın iradesi, takdiri ve kazası iledir demek, iki yönden mekruh olur :

Birincisi : Çirkin olanlardan zikrolunan husus veyahut ancak çirkin gösterilme ve kötüleme bakımından zikrolunan şeyler. Vasfı bu olan şey, haber verdiğim hususa binaen Allah´a izafe olunmaz. Her ne kadar ger­çekte ve tahkik edildiğinde sözle ifade edilirse de.

İkincisi : îhticac ve özür dilemek üzere kendisi ile kelâm edilen hu­sustur. Ondan anlaşılan da budur. Biz, bu hususta onlar için her hangi bir özrün bulunmadığını beyan ettik. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ve yine böylece insanlar nezdinde her ne kadar hakikatte her şeyin yaratıcısı olsa da Allah´a ey habis ve necis olanların ve benzerlerinin ya­ratıcısı diye söylenmez. Bizim zikrettiğimiz husus da bunun gibidir. Bu mevzuda asıl olan odur ki, Allah-u Teâlâ´ya her tazim veya şükretme ve­yahut ta emrini veya nimetini zikretme yerine çıkan herşey, kendisine iza­fe edilir. Bu hususların gayrine çıkanlar ise hakikatte her ne kadar Al-lah´m yaratmış olduğu mahlûkattan ise de kendisine izafe edilmez. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Bu hususta genel olarak ifade edilir ki, gerçekten Cenâb-ı Allah, kendi fiili ile vasfolunur. O, hakikatte adalet veya fazlu ihsan manâsı üze­rine çıkar. Basan da kendisine hakikatte fiili veya sıfatı olmayan şey izafe olunur. Bu eğer övülmeye lâyık bir manâ iktiza ederse caiz olur. Çünkü ona Allah´ın im´âmı ve fazlı ile nail olunmuştur. Yok eğer övüle­cek bir manâ iktiza etmezse izafe edilmesi caiz olmaz. Çünkü O, hakikatte Allah´ın fiili değil ki, onunla vasfolunsun. Allah, kendi fiili bakımından hüküm, hikmet ve adalet sahibidir. O ise, nıahlûkat katında olan o şey, ise bu vasfın gayridir. Allah-u Teâlâ, bu iki vasfın gayrinden yüce­dir; berî ve münezzehtir. Çünkü Allah´ın fiillerinde adalet, hikmet veya­hut fadlu ihsan sıfatları vardır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kaderiyyeler, saptırmak, şüphe[119], kalbleri çevirmekten Cenab-ı Hakk´a izafe edilen hususlar ve Cenab-ı Al­lah´ın «... Allah, onların kalplerini, imanı kabulden çevirmiştir.»[120] kavl-i kerîmi ve benzerleri hakkında şöyle diyorlar : Gerçekten bunlar, mihnet, meşakkat, hali kalmak, kurtarmak[121] ve benzeri gibi şeylerde olur. Hayru hasenat da ise emir, kuvvet verme ve benzerleriyle olur. Eğer onların de­dikleri ile ifade edilmiş olsaydı, onların nezdinde emir ve güç vermek iti­bariyle hidayet nurundan sapıklık karanlığına çıkarmak, Allah´a izafe olunurdu. Tıpkı sapıklık karanlığından hidayet nuruna çıkarmak kendisi­ne izafe olunduğu gibi. Çünkü kendisindeki hayır hakkında izafetin illeti emir ve kuvvet verme olmuştur. Hidayet şöyle diyor : Onun zikrettiğinin hepsi söylenilerek karşılık teşkil etmektedir. Çünkü diyor, emir ve kuv­vet vermenin her ikisi mihnet ve meşakkattir. Her ikisinde de hâli kılmak ve kurtarmak mevcuttur. Bunun doğru olduğu zaman diğeri de doğru

olmazsa, bunda bulunan manânın diğerinde bulunmadığı zahir olur. Bunun­la beraber, kaderiyyeler, Allah´a ger olanlar izafe olunmaz diye iddia et­mişlerdi. Çünkü Allah, onları nehyedip yasaklamıştır. Binâenaleyh, Al­lah, sapıklığı, azgınlığı ve şek ve şüpheyi nehyetmiştir. Bunlar Allah´a ni-Çİn izafe[122] olundu Tevfik Allah´tandır.

Onlar isim vermekle sapıtma hakkında kelâm ettiler. Bu sözleri ve görüşleri batıl v efasittir. Çünkü o, gayrinde de bulunmuş olup Allah´a izafe olunmamıştır. İsim vermede hikmet ve fazlu ihsan olmadığı için­dir ki Allah-u Teâlâ´nin «Allah dilediği kimseyi sapıtır, dilediği kimseyi de doğru yol üzerinde bulundurur»[123] kavl-i kerîminde beyan edildiği gibi. Müsnağnî ve hüküm sahibi olmakla vasfetme yerinde zikroîunur. O da işte hüküm ve kuvvet sahibi olma yeridir. Allah´tan yardım talep ederiz.

Bizim nezdimizde bunların hepsinde asıl olan şudur ki : Hakikaten Cenab-i Hak kendi fiili ile mevsuftur. Allah-u Teâlâ´nın fiilinin manâsı, Allah´ın her şeyi onun için daha evlâ olan bir halde yaratmasıdır. Bu ise fiilindeki adaleti ve fazlu ihsanı olarak tecelli eder. Allah-u Teâlâ´nın vasfı bu iki husustan ve fiilinin hakikati[124] ilkinden hâli kalmaz. Bunun üzerine fiili yolundan kendisine hangi yönden isnad ve izafe edilirse, ken­disinin yarattığı manâsını gerçekleştirir. Binaenaleyh bu saptırma hak-kuıda zikredilen, kesinlik ve gayri hakkından zikrohmanlar mu´tezilenin süsleyip kötüleri iyi göstermelerinden başka bir şeye muhtemel olmaz. Allah-u Teâlâ´nın fiilinin manâsı da böyledir. Tevfik Allah´tandır. [125]


Mes´ele (Kaderiyyenin Zemedilmesi Hakkında)



Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kelâm ehli kaderiyye isminin zemmedilnıesi, yerilmesi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlardan her biri Kaderiyye isminden berî kalmışlardır. Resûl-i Ekrem´den (s.a.v.) bu is­min hakikatinin kimde bulunduğunu Öğrenme yolunu gösterecek husus rivayet edilmiştir. Peygamber aleyhisselâm kaderiyye hakkında «Kade­riyye bu ümmetin mecûsîsidir.»[126] buyurmuştur. Bilinen bir gerçektir ki, Peygamber aleyhisselâm, bu mübarek sözü ile kaderiyye´yi zemetmek murad etmiştir. Hadis-i Şerif, onların fikir ve ifade bakımından mecusi-lerin dinler ehline muhalefet ettikleri hususlarda, kaderiyyeler mecusi-lere katıldılar manâsını ifade etmektedir. Bu ismin sahiplerinin hakika­tinin açığa çıkması için bu hususu çok iyi düşünmek elbetteki lâzımdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mecusilerin ehl-i edyana muhalefet etmelerinin zemmedilmesinin aslı bir kaç yönden ifade edilir :

Birincisi : Onlar diyorlar ki; Allah-u Teâlâ bir idi. Şeriki yoktu. Son­ra kendisinde bir akıcı ve reddedici düşünce meydana geldi. Bu ya kendi­sini güya isabet ettiği için oldu. Yahut, kendisine karşı gelip, sataşacak bir düşmanı olacağını sandığı için oldu. Böylece akıcı ve reddedici dü­şünceden ibils meydana geldi. Bunun üzerine iblis, âlemde vukubulan şerri yarattı. Allah da hayrı yarattı. Allah´ın ger, fesad ve benzerleri onlardan hiç bir şeyin yaratılmasında kudreti yoktur. İblisin hayır, doğru ve yararlı olanların yaratılmasında bir kudreti yoktur. Böylece âlem her ikisi ile var olup ayakta durmaktadır, işte bunun hepsi ile dinler ehline muhalefet etmektedirler. Bilinir ki, gerçekten bunların hepsi zem vasıflan ve kötü, yaramaz sıfatlardır. Sonra mu´tezilenin bu sıfatlardan her bir sıfatta na­sibi vardır. Bunun içindir ki onlara kaderiyye ismi verilmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husus şöyle izah edilmektedir : Hakikaten Mu´tezile iddia eder ki[127]; gerçekten Allah-u Teâlâ vardır. Kendisinden başkası yok idi. Sonra Allah-u Teâlâ, iradenin olmasından başka, onun meydana gelmesi için irade veya ihtiyarı bulunmaksızın irade meydana gelip var oldu. Binâe naleyh, âlemin hepsi bu irade ile var olmuştur. Çünkü o fiilde şu ifadeler, onların sözîerindendir : Gerçekten âlem Allah´ın fiiüdir. O fiil, Allah´ıc ihtiyarı ile vaki olmuştur. İhtiyar ise, hakikatte iradeden ibarettir. Nite­kim Cenab-ı Hak «... Çünkü Rabb´in dilediğini, hemen noksansız yapar.» [128]buyurmuştur. Mu´tezile o hadiseye irade ismini vermiştir. Mecûsiler ise, ona düşünce adını vermişlerdir.. Her ikisinin arasındaki ihtilâf, hakikat­te değil[129], bilakis isimdedir. Sonra mecûsiler onunla âlemi vasfetmekte-dirler. Mu´tezile ise âlemin hepsini onunla vasfediyor. Her ikisi de elde edilen husus hakkında zemmeden, kötüleyenin sözünün altında bulunmu-lardir. Mu´tezilede ise bu husus daha ziyade olarak görülmektedir. Sonra mu´tezile, toplanmak, ayrılmak, hareket etmek, sükûnet bulmak, yarat­maktan ayrı veyahut uzak olarak doğanların hepsinden âlemin Allah´tan olmaksızın, cisimlerle ve Allah´la meydana geldiğini ifade ederler. Me-cusilerin nezdinde de hayır ve serden âlemin hepsi böyledir. Hattâ mecû­siler, cevherlerden çoğunu iblise isnad ederler. Mu´tezile, hakikatte on­lardan bir şeyi Allah´a isnad etmeğe kadir olmaz. Mecûsiler, Allah´la şerri yaratmak üzere iblise kudreti isnad ederler. Fakat Allah´tan kud­reti nefyederler. Mu´tezilenin mahlûkatin fiilleri hakkındaki sözü ve gö­rüşü de böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mecûsiler, âlem hakkında Allah´a isnad ettikleri kudretin, iblisde bu­lunmadığını; mahlûkat üzerindeki[130], iblisin kuvvetinden bir şeyin AUah´da bulunmadığını söylerler. Mu´tezilenin tutumu da böyledir. Ancak mu´te-zileler bu hususu bütün diri olanlar da olduğunu Öne sürdüler. Mecûsiler ise, bunun iblise mahsus olduğunu ifade ederler. Mecûsiler kendisi hak­kında emir olmayan şey de Allah´ın bir hükmü ve iradesinin bulunmadığı­nı ileri sürerler. Mu´tezüelerin ileri sürdükleri de böyledir. Mecûsilerin, şer olanın yaratılmasını ve eşyanın fesada uğramasının Allah´a isnad ve izafe edilmesini çirkin görmelerinden dolayı iki ilâhın bulunduğunu iddia etmelerinin manâsının aynısını mu´tezilenin iddia ettiği hususlarda da bulunmaktadır. Eğer rubûbiyeti hakkı ile bilmiş, onun her şeyi yerli ye­rine koyduğunu ve onun fiilinin kendisine yarar sağlamış olmasından ve­yahut kendisi için bir hayır kazanmasından gani, yüce ve berî olduğunu bilmiş olsalardı; muhakkak ki bütün mahlûkatm bulunduğu hal üzere ya­ratılması ile vasfedilmesi, kudret ve celâl´in vasfı olduğunu ve bunu ifade etmenin mülk ve kibriya sıfatlarım tam manâsı ile ifade etmek olduğunu bilirlerdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezilenin ehlinden isimle[131], yükselen kimseden daha lâyık olduğum* açıklayan hususlardan diğer biri de; Allah-u Teâlâ´mn insanların dilleri­ni, bu ismi onlara isnad etmeleri için konuşturması hususudur. İnsanla­rın büyük ve küçüğü bu ismin altında bulunanı bilen olsun bilmiyen ol­sun, bunun onların ismi olduğunu ispat etmişlerdir. Fakat bu insanların işi ve icadı olarak vukubulmamıştır. Bu ancak Allah-u Teâlâ´mn fazlu ihsanı olarak vukubulmuştur ki, bununla dinde zimmet ehli olan bilinsin. Bunun üzerine onlara karışıp beraber bulunmaktan kaçınılsın. Bu husus­ta onların açık-seçik iki alâmetleri vardır :

Birincisi : Onlardan her birinin renginde, yaratılışları bakımından güzel olsun veya çirkin olsun her birinin yüzünde insanlar baktıkları za­man pek çirkin gördükleri sevimsiz ve soğuk bir sararma zahir olup be­lirir. Bu hal, Mecûsilerin yüzlerindeki hal ile karşılaştırıldığı zaman her ikisinin eş değerde olduğunu görürler.

İkincisi : Onların, mecûsi topluluğundan uzak kalmaları[132] ve onla­rın hepsinin islâm ülkesinin kendi ülkeleri olmasını kabul etmemeleri. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Bu ismi onlarda gerçekleştirmek için de yine iki vecih vardır : Haki­katen her din ve mezhep sahibi kendisinin inanıp benimsediğini iddia et­tiği manâya nisbet edilmiştir. îslâon, yahudilik, hristiyanlık ve benzeri gibi. İşte mu´tezile de böylece kendileri için, fiilleri kadarım görüyorlar. Onlardan gayri ise bunu kendinden görürler. Başkası için gördüğü şeyle meşhur olması mümkün değildir. Kendisi için hakikatim[133] iddia ettiği kimseden ifade edilir. Onun gibisi, Resûl-i Ekrem Sallallahualeyhivesel-lemden hayır ve şerrin Allah´ın takdiri ile olduğuna inanmanın imanın şartından olduğu rivayet edilmiştir. Başka bir vecih de şudur : Bilinen bir husustur ki; mu´tezile mezhebinden olanın kendisinden iman ismini giderecek şeyden salim olduğu görülmez. Şehevi arzulara râm olarak günahı kebair irtikâb etmek suretiyle islâm kisvesine bürünmekten sa­lim olduğu dahi görülmez ki; bu, onların Allah´ın dinini küçümsediklerini ve nefislerine sundukları şehevi arzunun en azı ile dinden çıkmağı ihtiyar ettiklerini beyan eder. Allah´ın dininin gayrine nisbet edilmeleri, onlara daha fazla lâyıktır. Çünkü onların dinleri hakkındaki hal ve durumları odur ki, onların nezdinde Allah´m dini de o dinin kendisidir. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Sonra Kâ´bî diyor ki, hakikaten arabın adeti; bir şeye haris olup üze­rine düşen kimseye o şeyle lâkap takar. Bunun üzerine yerinin gayrinde onu çok zikreder. Hatta fazla ileri gidip onda haddi tecavüz etmek sure­tiyle onu o şeye nispet eder. Onlar, bunu yaptılar; her fahiş, kötü ve maz-mum olan hakkında bu Allah´ın takdiridir dediler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: O kimse davasında bu kadarı hakkında bir kaç yönden hata etmiştir.

Birincisi: Araptan hikâye ettiği husus; ikincisi de : Kendilerinden rivayet edilen şeydir. Onlar, bunu söylemiyorlar. Eğer onu söyliyen varsa onlardan dinlerin ve mensuplarının isimlerini bilenler söylemez. Ancak onu avamdan olan söyleyip zikreder. Havas tabakası ise, bunu anmaz­lar. Bilakis onlar kendileri için özür olmayan hususta Özür dilemekten korktuklarından dolayı onu yad etmeği istemezler. Arap eğer bu hususu ifade ettiği şeyi yapmış ise, onu ancak kendisine lâkap verme[134] zahir olan kimse hakkında yapmıştır. Yoksa tahkik için yapmamıştır. Biz tahkik edilmesi hakkı olan husus hakkında kelâm ediyoruz. Çünkü Resûlüllah´tan varid olmuştur. O da ehlinin kadim olmasıdır. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Ve yine gerçekten zemmetme Resûlüllah´tan (s.a.v.) gelmiştir. O va­kitte bu fiille bilinen kimse yok idi. Arapların kendilerine isim verdikleri bu taifede yok idi. Bunun için dediği isme muhtemel olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra bize öyle soru sordu ki; o soru onun hayret içinde kaldığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh o, «Siz kader yoktur sözünüzle ona nis­pet ettiniz» dedi. Buna, «Şey, nefyedene nispet edilmez» diye cevap verdi.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onun dediği doğru ve gerçektir. O, iddia edene ve kendisi için ispat edene ancak nispet edilir. Onun söyle­diği gibi fiiller, Allah´ın ezelde takdir ettiği gibi meydana çıkar. Sonra der ki, eğer «Siz bunu, biz amellerimizi takdir ederiz sözünüzle ispat etti­niz.» denilirse cevaben bu husus iki yönden vacip olmaz denir.

Birincisi : îsim gerçekten ondan takdir olunmuştur.

İkincisi : Gerçekten kendisi için şöyle söylemekte bir engel bulun­maz; O, namazını, elbisesini, evini, yolculuk hakkındaki isini takdir eder. Bunun üzerine onların hepsini kaderiyye olması gerekir.

Ebu Mansur (r.h.) der ki: Birinci gakka gelince : O, takdir olunmuş­tur. Ve takdir eden de birdi.. Sonra gerçekten hristiyan ve yahudinin fiili, hristiyanlaşnıak ve yahudileşmektir. îsîm, görülen şey üzere vuku-bulnıuştur. Kader hakkındaki görüş de bunun gibidir.

İkincisi: Bazan Allah-u Teâlâ´ya onunla isim verilir. Sonra «Kaderi­dir» denmez. Binâenaleyh gerçekten onun özel bir emre ve kendisine ait olan manâya rücu´ ettiği sabit olur. Eğer özel bir işe rücu´ ederse o, din hakkındadır. Kim ki onu kendisine nispet ederse o, ona daha lâyıktır. Eğer kendisine rücu´ eden manâ değilse, o, din hakkında değildir. Onlar bu söze göre çıkısın hakikatini Allah´m takdiri üzerine olduğunu görür­ler. Yoksa kulun takdiri ile değil. Mu´tezile ise fiilin kulların takdiri ile meydana geldiğini iddia ederler. Tevfik Allah´tandır.

Arabın dediği şeye gelince : Buna göre mu´tezilenin dilinde cebir is­mi çokça dolaştığından mu´tezilelerin bir ismi de cebriye olması vacip olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bununla beraber mecûsilere nispet olunan şey, mecûsilerin onu çok söylemelerinden değildir. Fakat mezheplerinin hakikati bu olduğundan­dır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Haşviyye´lere, Kaderiyye isminin verilmesinin sebebini sorup bunun din islerinin çoğunda kaderiyyelerin düştükleri hatalara kapıldık­larından dolayı verildiğini iddia etti. Bununla beraber onlar Mervanoğul-larma inzimam etmişlerdir. Onların mezhepleri de bu idi. Çünkü onlar kötü ve çirkin olan fiillerini Allah´ın kaza ve kaderine izafe etmeleriyle sevinirlerdi. Binâenaleyh bu hususta onlara yardım ettiler ve Allah-u Te-âlâ´ya hamletmeği elde ettikleri´[135] hususlardan zemmedilmekten onları berî kıldılar. Ve bu husus onların arasında Muaviye´nin fiili olarak şüyu bul­muştur. Çünkü Muaviye Hazret-i Ali´nin şehit edilmesi haberi kendine ulaştığında onu uygun görmüştür. Ve Hazreti Ali´nin büyük günah işle­diğini ileri sürdüler. Mutezilenin onlar hakkında sözü daha mühim ve büyüktür. Çünkü onları imamlık şartlarının dışına çıkarıp onlardan bu is­mi kabul ettiler. Bu hususta sözü uzatmıştır ki, onun ekserisi yalandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki : Haşviyyelere nispet edilmelerinin sorulmasına gelince : O, ancak onların bununla isim verdikleri kimse­lerin onların olduğunu görmeleri için süsleyip kötüyü iyi göstermelerin­den ibarettir. Bu isim verme ise milletin tümü arasında yekdiğerine nak-ledilegeîmiştir. Nebiyy-i Zîşân aleyhisselâmdan şu haber varid olmuştur : «Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onlara benim şefaatim ulaşmaz (birin­cisi) Kaderiyye, (ikincisi de) Murcie´dir. Kaderiyye´ye, kaderi Allah´dan nefyetmelerinden ötürü bu isim verildi. Bu mevzuda asıl olan şudur ki; gerçekten Murcie, mahlûkatın fiillerinin hakikatinin Allah´tan olduğunu ifade edenlerin kendileridir. Kaderiyye ise, Allah´tan fullerin tedbirini nefyeden ve iğinde âlemin manâsına varıncaya kadar fullerin tedbirinin hepsinin mahlûkata isnad edenlerdir. Mahlûkatın tedbiri ile olduğu için onlar fani kıldılar, baki kıldılar ve onunla Cennet ve Cehennem ehli tek­rar dirilmek hususundaki Allah´ın tedbiri kaim oldu. Bu hususta Allah için ihtiyar etmekten başka bir şey yoktur. Yine Allah için âlem hakkın­da yok iken sonradan var olmadan başka fiiller tahakkuk etmez. Adalet ise onların arasında orta bir yoldur. Bu husus Allah-u Teâlâ´nm «Ey müslümanîar, böylece sizi vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır»[136] kavl~i celîlinin Resûl-i Ekrem Sallaliahualeyhivesellemin «İşlerin hayırlısı, orta­larıdır.»[137] sözünün anlamını ifade etmektedir. Haşeviyye´lere bu hususu nispet etmek hatadır. Ondan salim olan hiç bir kimse yoktur. Onu söylîyen kimse ancak onlardan bir kavmin sözünü söylemiştir. Mu´tezileye gelin­ce; onlar âlemin var edilmesi ve yoktan varlığa çıkarılması ve sebepden zikrolunan hususlar hakkında mulhid ve dinsizlere katılmışlardır. Mu´-tezile, Mervanoğullanndan rivayet edilen ve günahları paklayıp temize çıkaranlardan[138] anlatılan hususlara da iştirak ettiler. Bunu kaderi, kulla­ra gerektirmekle zikrolunan hususlara hamlettiler. Hepsi de yalan söy­lediler. Müslümanlara iftira etmeğe ve onlara kötü söz atfetmeğe vesile ve sebep olacak dindeki şaşkınlıktan Allah´a sığınırız. Sonra kaderiyyeler, kudreti fiil üzerine takdim ettiler. Allah-u Teâlâ´nm kitabı, Kur´ân-ı Ke-rînı´in âyetleri ile ihticac ettiler : «... Sonra : Bunları kuvvetle benimse­yip...»[139] tefsir ve te´vil ehli, bu âyet-i kerîme hakkında göyle diyor : Onunla ciddi olarak ve güç harcamak suretiyle amel et. Sanki onlar burada kuvveti sebepler olarak görmüşlerdir. Fakat bu hususta daha açık olarak görünen şu «Onu kuvvetle al, yani alma vaktinde kuvvetle al» sözümüz-dür. Çünkü alma anında kuvvet olmadığı zaman alma işi kuvvetsiz ola­rak vukubulmuş olur. Binaenaleyh onun tutum ve gidişatı sabit olur. Tıp­kı başkasına «O´nu elinle al; ona gözünle bak.» dendiği gibi ki, O, karşı­lıklı olarak bulunuyordu. Cenab-ı Hakk´m, Mûsâ aleyhisselâma : «... Son­ra; bunları kuvvetle benimseyip al, kavmine de o hükümlerin en sevaplı-sım tutmalarını emret...»[140] buyurduğu gibi. Ve yine cinniîerden birinin ifade ettiği ve âyet-i celîlede beyan edilen şu sözü ile ihticac ettiler: Ce­nab-ı Hak, Kur´ân-ı Kerîm´inde bu hususta şöyle buyurmuştur : «Cinler­den bir ifrit (kuvvetli ve becerikli olan biri şöyle) dedi : Sen yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Muhakkak onu taşımağa gü­cü yetip (onu) zayi etmeyen güvenilir bir kimseyim.»[141] (Mûsâ aleyhisse-lâmın kıssasını beyan eden âyetlerden birinde) Kadının, «... Babacığım, onu, (Musa´yı davarları otlatmak için) ücretle tut. Çünkü tuttuğun ücret­lilerin hayırlısı o, güvenilir, güçlü adamdır.»[142] sözü ile de ihticac ettiler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu iki şık onlar için kendisi ile ilgilenip delil olarak Öne sürecekleri hususlar değillerdir. Çünkü kadının bildiği Mûsâ aleyhisselâmın kuvveti, ancak davarları sularken görüp bil­diği kuvvettir. Bu kuvvet ise, o zamana kadar kalmaz. Cin taifesinden olan îfrit´in kuvveti de böyledir. O, geçen husus hakkında kendini imtihan ettiği şey üzere vukubulmuştur. Tevfik Allah´tandır.

İkinci olarak denir ki, kuvvet, dilediğinin her vakitte meydana gel­mesi için cari olan âdete binaen kullanılması üzere vukubulan iradeye gö­re belirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Onlar Kur´ân-ı Kerîm´de zikroiunan itaat ile de ihticac ettiler. Biz bu yönü geçen konularda açıkladık.- Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra bizce bilinen cebriyeler, kendilerine cebr île lâkap takılanlar­dır. Fiil hakkında kudretin mümkün olmadığını Öne sürdüler. Allah onları yalancı kıldı. Onlar, bütün fiilleri Allah´a atfettiler[143]. Gerçekten kulla­rın hiç bir fiile sahip olmadığını ifade ettiler.

Denilir ki; Allah-u Teâlâ, onlara «bunu niçin yaptınız Bunu da niçin yapmadınız » buyurur. Biz de; hakikatte bunu yapınız, bunu yapmayı­nız» deriz. Hatta emir verirse veyahut nehyederse o, hakikatte ancak kendi nefsine emri verir; kendi nefsini nehyeder. Sonra kendisi hakikatte nehyolunanı işler. O, hakikatte emreder, itaat eder. Sonra gayrini azap-landırmak ister. Ona azap çektirir, yahut onu mükâfaatlandırır. Bununla beraber kendisine rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sıfatları onun sıfatı ol­maktan beridir. Buna göre de onların hakikatte elem ve lezzet bulmaları vacip[144] olup hakikati Allah´a raci olur. Cenab-ı Hak, bunlardan yücedir, berî ve münezzehtir. Sonra[145], meydana gelen şey, emir, nehiy, vaad ve vaîdle Allah´a raci´ olduğu için peygamberlerin gönderilmesinin ve ken­dilerine kitaplar verilmesinin manâsı batıl olur. Çünkü bunlar ondan gay­rine gelmez. Sonra mahlûkatin yaratılmasının hikmeti yok olup, eğer ilim onun marifetine ulaşır ise mahlûkatm var olması abes olur. Kim ki onun fiili küfür nimetlere nankörlük üzere yalan haber verme, fiiller hak­kında sefih olduğu halde meydana çıkarsa, onun Allah´ın rahmetinden kovulan şeytan olduğu sabit olur ki, o, şüphesiz öyle olarak şeytandır. O, «Allah-u Teâlâ âlim ve kadir değildir, sonradan âlim ve kadir oldu, belki de Allah´ın yaratmağa nispet edilen hususlardaki fulleri tehir etmesi dilemesi ve dilediği vakitte vukubulmuştur, diyenlere benzemektedir. Ce­nab-ı Hak, bunlardan berî ve münezzehtir.

Sonra kaderiyeler -ki kendilerine nıu´tezile ismi verilmiştir- haberi bize isnad ettiler. Halbuki biz o haberden söz ve inanç bakımından berîyiz. Fakat onların bu husustaki yalanı kaderiyyenin ismi hakkında bize isnad ettikleri yalanları gibidir. Sonra, kaderiyye hakkında olduğu gibi, Mu´tezi-lenin, Cür´eti ve aptallığının büyüklüğünü bilmeleri için biz her iki mez­hebin karşısında öne sürdüğümüz o fikir ve görüşlerimizde ne kadar haklı olduğumuzu zikrederiz. Bizim, fiilin meydana gelmesi için kudretin, fiilden önce olmasını kabul etmeyip inkâr ettiğimiz içindir ki, onlar bize «Cebriyye» ismini vermeğe kalkıştılar. Ve Cebir felsefe ve fikrini kabul ettiğimizi iddia ettiler. Sonra onlar fiili öyle bir kuvvette gerçekleştirdi­ler ki, o vakitte kudret bulunmaz. Fiilin vasfolunduğu vakitte kudretsiz olarak gerçekleşmesi, cebrî ve ihtiyarî anlayan kimse için onun fiille bir­likte gerçekleşmesinden cebir manâsına daha yakındır.

Bunu açıklayan hususlardan biri de acizlik halinde fiilin düşünülme­mesi ve aczin kalkması halinde fiilin varlığının düşünülmesidir. Onun ac­zin kalkması ile fiili düşünmesi, aczin bulunması ile olan düşünmesinden daha kuvvetlidir. Çünkü o, menetmenin sebebidir. Hakikatte fülin sebebi olan kudrette böyledir. Bunu, görme kuvvetinin gitmesi ile, görmekle id­rak etmenin mümkün olmaması hususu teyid etmektedir, işitme ve diğer duyu organlarının durumu da böyledir. Bunun içindir ki, acizlikle beraber ihtiyari olan fiilin var olması fasid olur. Aczin bulunması ile kendisinden kudretin yok olması daha açık seçik olarak görülür. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Başka bir vecih : Gerçekten Mu´tezilenin şu sözleri, (Onların Kade-riyye ve cebriyye mezheplerinin fikir ve görüşlerine ne kadar yakın oldu­ğunu belirtmektedir.) : Hakikaten irade fiilin ihtiyar edilmesinden iba­rettir, irade ancak fiilden Önce olur. Finin vukuunda irâde mevcud değil­dir. Fül bulunduğu vakit kendisinde irade ve ihtiyar vukubulmaksızm vücud bulmuştur. İlk ihtiyar etme hakkı kendisinden zail olmuştur. Çünkü ikinci vakitte mecburiyetin gelmesi caiz olur. Öyle ise kendisinde ihtiyar bulunan vakitte varid olması mümkün değildir. Halbuki kendisinde ihtiyar mevcud idi. Binâenaleyh onun fiilinin meydana gelmesi ihtiyari değildir. Onun elde edilmesi icbarîdir. Cebir alâmeti de işte bu husustur. Binâena­leyh onlar, fiille, dostluğu, düşmanlığı, Cennet ve Cehennem´de ebedi kal­maya vacip kılmışlardır. Vaki olan fiil vukuu zamanında ihtiyarsiz, kud­retsiz, emir ve nehiysiz vukubulmuştur. işte (onlar böyle diyorlar, kim ki bunu düşünürse incelediği zaman cebriyyenin açık açığa ifade ettiği söz­lere muvafık bulur. Fakat onlar yalancı cebriye değildir. Bilakis doğru olan cebriyedir. Sonra onların sözlerinden bazısı da şunlardır : Greçekten kim ki kendisine en yakın olan vakitlerde fiil murad ederse, fiili isteme­yip onu men ve reddetse de o fiil vaki olur. O fiille kendisi için düşmanlık ve dostlukta vaki olur. Her ne kadar fiilin vukuundan önce veyahut vukuu İle beraber onu reddetmek imkânına sahip olmasa da. Sonra o vakit, o fiilin yok olması için mümkün olmayan bir vakit değildir. Çünkü onlarca, fiilin yok olması onu menetmekle hasıl olması caiz olur. Binâenaleyh zik­rettiğim hususlarla fiilin hakikatte cebren vukubulduğu sabit olur. Yine on3arm sözlerine göre denir ki, Kaderiyye´nin ismi yerinde olmayarak onların dilinde o kadar çok söylenir ki, kendilerine onunla isim verilme­sine sebeb olmuştur. Binaenaleyh o husus, kendilerince siz, cebri başkala­rına isnad ediyorsunuz demeleri ile beraber böyledir. Yardım ve her türlü fenalıktan korunma Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile, Hüseynîlerin[146] kul için kendisinde bulunan fiile kud­reti vardır. Kurun o fiilin zıttma, fiilin işlendiği zaman ve o vakitten önce kudreti bulunmaz dedikleri için onlara cebriye ismini verdiler. Hüseynî­lerle Mu´tezile .arasındaki ihtilâf ancak ve özellikle isim hakkındadır. Çün­kü Hüseynîler fiil, ancak kulda bulunan husustur. Allah katında bulunan ise, lûtuftur ki, Allah, onu vermemiştir diyorlar. Mu´tezile ise şöyle diyor : Allah nezdinde fiili meydana getirmek için hiç bir kuvvet kalmamıştır. Kuvvetin hepsini kula vermiştir. Bunların her ikisi, Allah-u Teâlâ´nm verdiği şeyin miktarında ittifak etmişlerdir. Allah´ın Mu´tezile katında fiil vaktinde kuvvet yoktur. Hüseynîler nezdinde ise kulun fiilî hakkında kudreti olduğu kadar ihtiyari de vardır. Onunla beraber bulunan kudret ve ihtiyar, Mu´tezile nezdindekinden daha çoktur. Öyle ise utanmaları az olmasaydı Mu´tezile, kendilerine nasıl Cebriye mezhebindendir diyebilirdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Hüseyin´in nezdinde asıl olan şudur ki; Allah, iki kudretten birini zayi etmiştir. Zayi etmede, kendisi için bir özür bulunmaz. Mu´tezilenin nezdinde ise Allah-u Teâlâ´nm kulun fiili için hiç bir kudreti bulunmaz. Ne zayi etmek suretiyle ve ne de gayri ile. Eğer orada insaf bulunsa idi, bu iki vasfın hangisinde cebre benzerlik vardır Sonra gerçek olarak be­liren şudur ki, hakikaten Mu´teziîe şu ifadeleriyle cebri benimsediklerini ortaya koyuyorlar, diyorlar ki, dilesin veyahut dilemeyip kaçınsın. Kulun fiili vardır. Fiildeki dilemesi zail olan kimse, yanılmıştır yahut acildir. Veyahutta cahildir. Bunlardan hâli kalmaz. Bununla beraber kul, Allah´ın hüküm ve saltanatında Allah´ın dilemediğini dileyebilir. Allah´ın mülkün­de onun dilemediğini kul dileyebilir. Kul, Allah´ın dilediğinin hilâfına diler, onun istediğinin gayrini istiyebilir. îşte bu cebr ve kahretmenin alâmet ve işaretidir. Cebriyye, Allah´ın mülkü ve Celâli bulunduğunu gördüklerindendir ki, kulun cebri hakkında ayıphyarak[147], âlemlerin Rabb´inin cebir sahibi olduğunu, ilimsiz ve aptallıkları neticesi ifade ettiler. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra biz, Mu´tezilenin ifade etme hakkında Hüseyin´i ayıpladıkları ve fakat meydana getirmedeki ona olan muvafakatlarından bazılarını be­yan edeceğiz : Hüseyin diyor ki : Kâfirin, küfrettiği zaman iman için kendisinde kuvvet bulunmaz. Hüseyin´in nezdinde iman için olan kudret, tevfik ve ismetden ibarettir. Mu´tezile de ona muvafakat edip, kulun ma­sum ve muvaffak olmadığını, bilakis kul hüsrana uğramış ve kendi reyine terkedilmiş olduğunu söyler. îşte Mu´tezilenin ifade ettiği bu husus Hüse­yin´in katında küfrün kudretinin manâsıdır. îsmi hakkında ihtilâf ettik­leri manâdaki ittifaklarıdır. Onların arasındaki meselenin hakikati ismet ve tevfiki imânın kuvveti yapma hakkındadır. Terk ve rüsvayhk, küfrün kuvvetidir. Yoksa sırf kudret hakkında kelâm edip onu vacip olan şeyin ha­kikati hakkında göz yummak değildir[148]. Tevfik Allah´tandır.

Hüseyin, Allah-u Teâlâ´nm irâdesinin manâsı, onun galebe çalması ve kahretmesidir, diyor. Buna göre irâde hakkındaki mesele iptal olur. Mesele ancak iradenin fiili hakkında bulunur. Başkasında bulunmaz. Bu­nunla beraber şu ifadede Hüseyin´in sözündendir : Gerçekten, kulların fiilleri mahlûktur. Binâenaleyh, Allah, onları yaratmasını murad etti de onları yarattığı halde oldurdu. Mu´tezile ise, kulların fiillerini Allah ya­ratmamıştır, diyor. Öyle ise her ikisinin arasındaki mesele irade hakkında değil, yaratma hakkında olur.

Kâbi de §öyle diyor : İradenin manâsı,[149] Allah´ın mecbur olmayıp muhtar olması demektir. Herşeyde aynısını söylemesi gerekir. Sonra Mu´tezile, âlemin var olması babında Allah´a âlemin yok iken var ol­ması ve sonra onu bilmesinden başka bir şey isnad ve ispat etmiyor ki, bu manâ ile işte Allah, âlemin yaratıcısı ve zikrolunduğu vecih üzere murad etmiş olur. Hüseyin ise, kulların fiilleri hakkında şöyle diyor : Allah-u Teâlâ var idi fakat bu fiiller yoktu. Bu fiiller sonradan oldu. Allah´ın iradesinin te´vili, vasfettiği şey ve fiiller yok iken onları sonra­dan var olması ile onları var etmesi oldu. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Oysaki Hüseyin, mahlûkatı olduğu gibi evvelce murad etmiş kılıyor. Her mahlûkun Alah´m iradesi ile olduğu hal üzere olması da böyledir. Mu´tezile ise irâdenin manasım nefyediyor. Mu´tezile, mahlûkat yok iken sonradan var oldu. Bu hususun kendisinde gerçekleşmesi daha fazla ge­rekir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezile, Vaid fiili kendisini imandan çıkaran hakkında varid olur, diyor. Hüseyin ve Murcie´nin hepsi de böyle derler ki, kim ki kendi fiili ile iman isminin zalil olmasına müstahik olursa, o kimse cehennemde ebedi olarak kalır. Kuvvet ancak Allah´tandır. Bunların arasındaki ih­tilâf vaid hakkında değildir. îmandan çıktığı şey hakkındadır. Bu mesele için vaid âyetlerini delil olarak ileri sürmek yanlış ve hatadır. [150]


Mes´ele (Günah İşliyenler, Günahları Sebebiyle İmandan Çıkarlar Mı )



Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar günahların yeri ve günah iş­leyenlere verilecek isim hakkında ihtilâf ettiler. Bunları bir grup şu âyeta ceîîleler ile delil getirerek imandan çıkarmak ile bir araya topladı. Ayet-i celîleler : «KimJ de Allah´a ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse onu da içinde ebedi olarak kalmak üze­re ateşe koyar.»,[151] «AİJah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü­min bir erkekle mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah´ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[152] İsyan ismini gerçekleştirmek için günahların hepsi birdir.

Sapıklık isminin tahkiki ve Cehennem´de ebedi kalmasının gerek­tirmesi de buna göredir. Cenab-ı Hakk´m, «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi ör­teriz...»,[153] kavl-i celîli iki vecih üzere ifade edilir.

Birincisi: Onların günahlarının tövbe ile Örtülüp[154] bağışlanması. Zira bu hususta Cenab-ı Allah, kıyamet günü de azabı katmerleşir ve bu azap içerisinde hakir olarak ebedi kalır. Ancak tövbe eden ve iman edip te salih amel işliyen kimse müstesnadır...»,[155] «Ey iman edenler, Al­lah´a öyle tövbe edin ki, tam bir pişmanlıkla hâlis bir tövbe olsun. Olur ki, Rabb´iniz, kötülüklerinizi örter...»[156] buyurmaktadır. Bu hususta bu âyetlerden başka âyetler de varid ohnugtur.

İkincisi : örtülüp bağışlanan günahlar, sehven ve gaflet içinde vaki olan küçük günahlardır. Zira Cenab~ı Hak, «Allah sizi, yeminlerinizde-ki yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz.»,[157] «...Bununla beraber (daha önce cehalet yüzünden) hata eliklerinizden size bir günah yoktur; fakat, kalp­lerinizin kasdı olandan günah vardır...»[158] buyurmuştur. Küçük günah­ların bağışlanacağı hakkında Hadis-i Şerif de varid olmuştur.

Sonra insanlardan bir zümre o kimse için iki yönden küfür ismini gerçekleştirmiştir. Birincisi; Cenab-ı Hakk´m beyan buyurduğu şu âyetleri ile : «İşte sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşle korkuttum. Girer oraya an­cak kâfir olan.»[159] «Bunu, onlara nankörlüklerinin cezası yaptık. Biz, nan­körlük edenleri ancak böyle cezalandırırız.»[160], «... Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır...»[161], «... Kim de bir günah ile gelirse, ona ancak misli ile ceza edilir. Onlar haksızlığa uğratılmaz.»[162], «Kim de zerre miktarı bir kö­tülük işlerse onun cezasını görecektir.»1[163] Bu âyetlerde Cenab-ı Hak küçük günâhlara ceza vermiyeceğini beyan buyurmuştur. Alîah-u Teâlâ, nankör­lük edenleri cezalandıracağını ve Cehennemce ancak adı geçen kâfir olan­ların gireceğini haber veriyor. Bununla beraber Cenab-ı Allah, «Şüphe yok ki, Allah´a ve Rasulü´ne eziyet verenlere Allah, dünyada ve Ahıret´te lanet etmiştir...»"[164] buyurmaktadır. Her asi olan, Allah´ın Resûlü´ne eziyet etmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkinci olarak denir ki, gerçekten her mümin olanın imanı ile Allah´a verdiği söz, emrettiği ve nehyettiği hususta isyan etmemesi ile yerine ge­tirilmiş olur. Kim ki Allah´a isyan ederse, o kimse imam ile verdiği sözü yerine getirmemiştir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nın şu âyet-i celîle-leri ile imtihan olunmaları ile zahir olan şeye binaen onun iman ve itikatı mevkuf olur : «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, ´iman ettik´ demeleri ile bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecek-ler »[165]. Cenab-ı Hak, başka bir yerde de «Allah, iman edenleri elbette bilir ve münafıkları da elbette bilir.»[166] buyurmaktadır. Binâenaleyh, inanç ve itikadından açığa vurduğu şeyde yalanı meydana çıkması ile küfür ismine bununla müstahik olduğu sabit olur. Bakılıp düşünüldüğünde de, Allah´ın emirlerine muhalefet etmesi v eşeytanın davetine icabet[167] ve onun emret­tiğini yerine getirmek suretiyle ona itaat etmesi bunu icabettirdiğini be­yan eder. Kim ki vasfı budur, o kimse Şeytan´a kulluk etmiştir. Şeytan´a kulluk eden kimse de kâfirin ta kendisidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İnsanlardan bazıları ise, günah işleyenlere kâfir değil, müşriktir di­yorlar, îş bu olana kuvvetle değil, ftUle varılmış olur. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır. «... Onun için her kim Rabb´ine kavuşmayı arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabb´ine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak etme-sin»![168]. Allah-u Teâlâ, Şirki, amelde kılmıştır. Müşriklere de müşrik den­mesinin sebebi ibadetlerinde Allah´ın gayrını, Allah´a ortak etmeleridir. Allah-u Teâlâ´nın «Onların çoğu, ancak Allah´a ortak koştukları halde, Allah´a iman etmezler.»[169] kavl~i celîlinin manâsı da budur. Yine Cenab-ı Hak, «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) ba­ğışlamaz»[170]buyurmaktadır. Biz, günahlardan bağışlananların hata ve mecburi olarak işlenen günahlar olduğunu Kur´ân-ı Kerîm´de varid olduğu gibi beyan ettik. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İnsanlardan bazıları günahları iki kısma ayırdılar : Onlardan bazıla­rını küçük günahlar olarak isimlendirdiler ki, büyük günahlardan kaçın­mak suretiyle af, mükâfat ve benzerleri hususlarla bağışlanır. Bu hu­sustaki ifadeleri ve sözleri birbirine uymamaktadır. Bu ise, bizim küçük günahları irtikâb edenin imandan çıkarılmasının caiz olmadığını ve imanlı olanın Cehennem´de ebedi olarak kalmasının fasid ve batıl olduğunu ifade etmemizin ta kendisidir. Çünkü bu husus vaadi yerine getirmemeyi icap ettirir. Çünkü, Cenab-ı Hak, «Zira, kim, zerre miktarı bir hayır islerse onun mükâfaatım görecektir» buyurmaktadır[171]. Bu hususta daha bir çok âyetler varid olmuştur. Kim ki iyi ve güzel ameller işlerse o kimse mü­mindir. Allah´ın vadi de bu hususda varid olmuştur. Sonra hakikatte küfür ve şirk ismini men´ ve reddeden bir kaç yön vardır.

Birincisi : Allah-u Teâlâ, Peygamberine, kendisi için ve mümin er-kokler ve kadınlar için istiğfar etmesini emretmiştir. Sonra küfür ve ya­hut şirkin ispat edilmesi ile birlikte istiğfar etmeyi emretmek imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Çünkü Cenab-ı Allah, «Müşriklerin Cehennem´-lik oldukları, müminlere belli olduktan sonra, bunlar akraba bile olsalar, artık onlar için, ne peygamberin, ne de mümin olanların mağfiret dileme­leri yoktur.[172] buyuruyor. Allah-u Teâlâ, Peygamberine, müminler için bağış talebinde bulunmasını emretmiştir. Kendilerinden iman zail olduğu halde iman ismi ile bağışlanmanın talep edilmesi için emir verilmesi müm­kün değildir. Çünkü o, yalanı icabettirir. Sonra, Allah-u Teâlâ, adı geçen âyeti kerîme ile müşrikler için istiğfar edilmesini Peygamberine yasak etmiştir. Münafıklar için istiğfar edilmesini de şu âyet-i celîlelerle yasak­lamıştır : «Henüz iman kalplerinde yerleşmemiş olduğundan Hudyebiye seferinden» geri kalan bazı bedeviler, sana şöyle diyecekler : Mallarımız ve ailelerimiz bizi (seninle Hudeybiye seferine çıkmaktan) alıkoydu. Onun için bize mağfiret dile...»[173], «Onlar için mağfiret dilesen de, Mağfiret di-lemesen de haklarında müsavidir; Allah, o münafıkları asla bağışlamaz ve Allah (böyle) fasıkîar topluluğunu hidayete erdirmez[174]. Alîah-u Teâlâ, Peygamberini o mümin olmayanın cenaze namazını kılmasını menetti. Binâenaleyh kendilerinin bağışlanmasını dilemesini emretmiş olduğu kim-soîer, hakikatte iman ehli olanların ta kendileridir.

Sonra kendilerinin günahları yok iken veyahut günahları bağışlan­mışken, istiğfar etmeleri için emrolunanaları muhtemel değildir. Çünkü istiğfar, mağfiret istemek demektir. Günahı bağışlanmış olan kimse için mağfiret talebinde bulunmak, mağfiret nimetini gizlemektir ki, o da ni­mete karşı nankörlük olur. Bilakis onun hakkı hamd ve şükretmektir. Gü­nahı olmayan kimse için mağfiret talep etmek, İsmet nimetine karsı nankörlüktür. Sual etmek te caiz olmaz. Zira onun gibisini cezalandırıp azap çektirmek onun hükmünde cömertliktir.

Sonra Allah´ın Resûlü´nün ve meleklerinin istiğfar etmeleri emrolu-nan kimse için istiğfar edip, sonra dileklerinin kabul olunmasının ihtimali yoktur. Binaenaleyh bununla her günahla imanın gitmemesi ve günahlar­dan bağışlanmayan bazı günahın bulunduğu ve onun da tevbe ile bağış­lanacağı sabit olur. Zira günahkâr olmayanın istiğfar etmesinde tevbe yoktur. Bu husus mu´tezile´nin, sahibinin bağışlanmadığı her günahla, bağışlanmcaya kadar imanı gidermelerini nakzeder. Ve yine zikrettiğimiz hususlarla haricilerin öne sürdükleri şeyler nakzolur. Allah-u a´lem.

Yine Cenab-ı Allah, bağışlamadığı günahlar hakkında şöyle buyuru­yor : «Onlar için mağfiret dilesen de mağfiret dilemesen de haklarında müsavidir; Allah, o münafıkları asla bağışlamaz. Ve Allah fasıklar top­luluğunu hidayete erdirmez.»[175], «... Ey müminler, hepiniz Allah´a tevbe ediniz ki; dünya ve Ahıret saadetine kavuşasınız.»[176], «Ey iman edenler, Allah´a öyle bir tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun...»[177] Cenab-ı Hak bu âyet-i celîlelerle kendilerinde, imanı ispat etmekle bera­ber tevbe etmelerinin gerektiğini beyan buyurup onları tevbe ile bağışla­yacağını haber veriyor. Bu hususta iki vecih vardır : Birincisi, Mu´tezile´-nin, kendüeri nezdinde ancak tevbe ile bağışlanan her günahta imanı gi­dermelerinde aleyhlerine olan bir delil oluyor. İkinci vecih ise, haricilerin günah işleyenlere kâfir ve müşrik demeleri ve bu hususların kendilerinde bulunması ile birlikte onlara mümin denmesinin ve imanın gayri ile de emretmenin mümkün olmadığı hakkındaki sözlerinin reddedilmesi beyan edilmektedir. Tevfik Allah´tandır.

Eğer herhangi bir şeye küfür ismi verilir ise, o, onların yaptıkları ve benzeri hususlar olması bakımından mecaz olarak bu isim verilir. Buna göredir ki kendisinin, hakikatinin anlaşılması mümkün olan şeyin, haki­katine vakıf olamayan kimseye sağır ve kör diye hitap edilir. Allah-u Te-âlâ´nın ... «Kalbi iman ile kararlaşmış olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) cebredilenler müstesna. Kim, Allah´a küfrederse onlara şid­detli bir azap var...»[178] âyet-i celîlesd gibi. Bununla Cenab-ı Hak, küfür kelimesini söylemeye mecbur kalan kimsede küfür kelimesini hakikati ile değil de lafzan onda ispat etmiştir.

Çünkü onun kalbi iman ile kararlaşmıştır. Binaenaleyh karşılaşılan tehlikelerden kurtulmak için konuşulan küfür kelimesi ile mecazi olarak isim verilmesinin caiz olduğu sabit olur. Öyle ise ameller de bunun gibi­dir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine hakikaten Cenab-ı Allah «Zira kim zerre miktarı bir hayır iş­lerse onun mükâfatını görecektir.»[179] buyurmuştur. Sonra bilinir ki, o ha­yır ve şirkle beraber hayrın raükâfaatım görmez. Küfür halindeki genin cezasını da, iman ettikten sonra görmez. Çünkü Alîah~u Teâlâ, «Kim, bir fenalık yapar, yahut nefsine zulmeder de Allah´tan mağfiret dilerse Allah´ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur»[180], «(Ey Resulüm), küfre­denlere de ki; eğer peygambere düşmanlıktan vazgeçerlerse, geçmişteki günahları bağışlanır.»[181], «Ancak tevbe eden ve iman edip de salih amel işleyen kimse müsnesna; çünkü bunların kötülüklerini Allah, iyiliğe çe­virir.». Hal ve durumun tahkik edilmesinden zikrettiğim hususlar, onda iki işin, ceza ve mükâfatı bulunduğuna delâlet eder. Bu hususta Mu´tezi-lenin sözüne göre, ne büyük günahlar işlendiği vakit ve ne de küçük gü­nahlar işlendiği zaman olur. Haricilerin sözleri hakkında da durum böy­ledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ : «Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, dilediği kimse için ba­ğışlar...»[182] buyuruyor. Gerçekten sirkin tevbe ile bağışlanması bilinmek­tedir. Böylece Kur´ân-ı Kerîm´in taksim ettiği şey için kelâm eden kimse­nin sözü batıl olur. Tevbesiz büyük günahların bağışlanmasını iptal eden kimsenin sözü yersiz ve batıl olur. Zira Cenab-ı Zülcelâl hazretleri, mağfiretin dilenmesini kendi satı için kılmıştır. Bu da hikmette olan şey hakkındadır. Fakat[183], onun reddedilmesi aptallıktır. Cenab-ı Allah, bu gibi sıfatlardan yücedir; berî ve münezzehtir. Binâenaleyh, zikrettiğim her iki sözün hepsi de lâsam gelir.

Sonra haricilerin küçük günah işleyenlerin kâfir olduklarım ifade eden sözleri Peygamberler ve velilerin imtihan olarak müptelâ oldukları husus nakzediyor. Küfür icabettiren şey, nübüvveti ve veliliği iskat eder. Bu husustandır ki, onun imanının vasfolunnıası peygamberler iledir. O ise peygamberleri inkâr edip kâfir olmuştur. Onlar günahları büyütüp tazim etmekte peygamberleri tekfir etme haddine ulaştılar. Bu hal ise günah­ların en büyüğüdür. Bu da, hükümde Allah´ın kanunlarının sınırını teca­vüz eden, Allah´ın dini hakkında azgınlık gösteren o kimsenin hakkı, kendi katında kurtulma sebeblerinden olandan helak olmasının daha faz­la beklenmesini gerektirir[184]. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husustaki Mu´tezile´nin sözüne göre : Allah-u Teâlâ, Peygamber­lerini kendisine içtenlikle, gizli, nıükâfaatmı tamah edip azabından kor­karak dua etmeleriyle ve kendilerinden sadır olan ayak kayma tabiri ile ifade edilen hatalardan dolayı ağlamaları, sızlanmaları ve kendisine dua­ları kabul olunup istedikleri verilinceye kadar niyazda bulunmaları ile vasfetnıiştir. Eğer onarın hataları Allah´ın ilminde onların azaplanma-larına sebeb olmamış olsaydı veyahut peygamberlerde bu hatalardan do­layı azap görme korkusu bulunmamış olsaydı, bu hususta haddi tecavüz etme, cömertlikle vasfetme ve ondan da tecavüz etme hususu bulunurdu ki, bu ise hataların en büyüğüdür. Binâenaleyh, bu husus, mağfiretin kü­çük günahlarda bulunmasını ve cezalandırma fiilinin hikmetten çıkarıl­masındaki Mu´tezile´nin sözünü ve haricilerin iman isminin ondan çıka­rılmasını nefyeder. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra küçük günahları küfre, şirke veyahut onun cezası olarak Ce~ hennem´de baki kılınmaya sebeb kılınması hakkındaki söz terkedilmiş, kenara itilmiş bir sözdür. Çünkü bu gibi ifade Allah-u Teâlâ´ya affedici, acıyıcı ve bağışlayıcı, isimlerinin verilmesinin manâsını yok eder. Çünkü tevbesiz bir hatânın ve bir günâhın, affetmesi için Allah´ın gücü yetmez. Bu Allah´ı affedici, bağışlayıcı ve kerem sahibi olduğunu bilmesinden sonra onun hüküm ve hikmetlerine tecavüzü icabettirir. Bunun içindir ki, kendisinden bu isimi izale edip, her leîm olan ve katı kalbli olmakla vasfo lunan kimse gerçekten Allah´ın hükümlerine tecavüz etmiştir. Bununla «Zira bu günahların en büyüğüdür. Çünkü onlar, Allah´ın sıfatıdır.» di­yenin sözüne müstahik olur. Sonra peygamberlerin müptela oldukları hu-«uslarla peygamberleri, o hallerde tekfir ediyor. Bir vakitte peygamberi

tekfir eden kimse, hiç şüphe yoktur ki, kendisi kâfir olur. Sonra bu, Al­lah´ın cömertlik vasfıdır. Çünkü kendisinde hata işlemekle sevap­ların iptali vardır. Adalet, Cenab-ı Hakk´ın kereminden izhar ettiği şeyle iyi amele karşı mükâfat, kötü amele karşı da ceza vermesidir. Sonra peygamberlikle vazifelerine salür olan ve emaneti yerine getiren kimseyi, sonra ondan başka bir kimsenin bulunmadığını bilmemekle techil edilir. Bu zikrolunanlarda güç ve takatin yetmiyeceği şeyle teklif vukubulınus. olur. Sonra, ondan korku ve ümitli olma hali kesilir. Emin olma ve ye´s üzere bulunmuş olur. Bunlann üzerine sapıklık ve küfürle şahadet edilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, biz büyük günahlar hakkında edilen kelâmları beyan ederiz. Çünkü büyük günahlar, bağışlanma ihtimalinde bulunduğuna göre onla­rın küçüğü olan günahların bağışlanması daha evlâdır. Büyük günahlar hakkındaki sözlerle vukubulan ihtilâfın islâm ümmetinin üzerinde açik olarak görülen eseri vardır, sözünü oraya sarfetmek daha doğru ve ger­çek olur. Tevfik ancak Allah´tandır. [185]


Mes´sele (Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı)



Sonra müslümanlardan, büyük günah irtikâp edenin hükmü hakkın­da islâm ümmeti ihtilâf etmiştir ki, müslümanı, o büyük günahları[186] işle­meye, şehevî isteklerinin kendisine´ galebe çalması, yahut gaflet içinde bulunması, yahut şiddetli öfke ve kavmi asabiyete kapılması veyahut da tevbe edip bağışlanma ümidine düşmesi itmiştir. Aynı zamanda işlediği günahlara helâl demediği, onları emreden ve nehyedeni küçümsemediği de sabit olmuştur. Bu gibiler hakkında müslüınıanlardan bazısı büyük gü­nahı işleyen kâfirdir demiştir. Bazısı da onu müşrik yapmıştır. Bir kısmı ise büyük günah işleyen ne mümindir ve ne de kâfirdir demiştir. Bazı müslümanlar ise, büyük günah işliyeni münafık yapmıştır. Bazıları da büyük günah işîiyen kimse, olduğu hal üzere mümindir, işlediği fiili ile de asidir demiştir. Böyle olana kendisine fisk ve fücur ismini vermezden fasıkdır demiştir. Ancak kendisine bu isim verildiğini bilen müstesna. Bu­nunla beraber Allah´ın onu günahı kadar cezalandıracağım ve kendisin­den sadır olan ibâdet ve diğer iyi amel ve hayırlı işlerdeki sadakatinden dolayı onu bağışhyacağım öne sürer. Bazı müslümanlar vaîd hakkında bir şey demeyip durur. Ve onunla mümkün olmayan, yahut ondan gayri murad edildi der. Ve onu vacip olarak görür. Küçük günahlardaki affın imkânının veyahut imanın baki kalması sabit olan hususda büyük günah­larla küçük günahların arasının zikrettiğim şeylerle tefrik edilmesi vaîdi büyük günahlara sarfeder. Küfrün cezası ve şirk ve benzerlerinin zikre­dilmesinden sabit olan husus şirk isminin gerçekleşmesini, küfür söz üzere vaki olur diyen kimselerin sözünün gerçek olduğunu gerektirir. Bu­nu Allah-u Teâlâ´nın «Ey oğullarım, haydi gidin de Yusuf´la kardeşinden iyice araştırarak haber edininiz. Allah´ın lûtfundan ümidinizi kesmeyiniz; çünkü Allah´ın lûtfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.»[187], «İb­rahim dedi ki : «— Sapıklardan başka kim Rabb´inin rahmetinden ümit keser »[188] âyet-i celîleleri teyid etmektedir. Bununla beraber büyük günah işîiyen kimse, Allah-u Teâlâ´nın hükmünü terketraiş ve Allah´ın gönder­diği île hükmetmiş olur. Gerçekten Alîah-u Teâlâ, «... Kim, Allah´ın in­dirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler»[189] buyurmak­tadır.

Gerçekten Allah-u Teâlâ´nın fisk, fücur ve zulümden kâfirlere ver­diği isimlerle büyük günah işleyenlere isim verilmektedir. Buna göre kü­für isminin verilmesi lâzımdır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, beşeri, dünya ve Ahiret´teki işleri üzerinde olan hususlar halikında Levh-i Mah-fuz´da yazıldığı şekilde-taksim buyurmuştur. Çünkü Alîah-u Teâlâ âyet-i celîlelerinde şöyle buyurmaktadır : «Sizi yaratan O´dur; öyle iken içiniz­den kimi kâfir oluyor, kimi mümin...»[190] «(Ey Resulüm), de iki : «—Kuran, Rabb´inizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir ol­sun.»[191], «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm´a onun göğsünü açar...»[192], «Allah dileseyidi, elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah di­lediğini sapıtır ve dilediğine de hidayet verir.»[193], «öyle ya, mümin, olan hiç fasık (kâfir) olan gibi olur mu Onlar müsavi olmazlar,»[194]

Sonra kendisine fasık ismi verilenin kâfir olduğunu beyan etti. Ve Ahı-ret işi hakkında şöyle buyurdu : «Kıyamet gününde bir takım yüsler ak ve bir takım yüzler de kara olacak.»[195], «İşte o vakit, ikitabi sağ eline ve­rilmiş olan kimse der ki : «— Gelin, Kitabımı okuyun.»[196] Binaenaleyh Ce-nab-i Allah, onların hepsine isim vermiştir. Gerçekte üçüncü bir isim yok­tur. Bununla beraber hakikaten Cehennem´in kâfirler için hazırlandığı açıklanmıştır. Cehennem azabı ile olan vaîd, büyük günah işliyenler için olduğu sabit olunca, onu kâfir kılmıştır.

Sonra Allah-u Teâlâ, gerçekten Allah´ın lûtfundan ümidini kesenle­rin ancak kâfirler zümresinin olacağını beyan ederek böyle vasfetmiştir. Binaenaleyh kendisinin bir söz üzere ümitsiz olmamasının lâzım olması ona küfür isminin verilmemesini gerektirir. Oysaki gerçekten İsimler sa­hiplerine ne fayda verir ve ne de zarar. Fayda ve zararlar ancak isimlerin konduğu hakikatlerdedir. Cehennemde ebedi kalmak gerektiği zaman eğer mümin ise isimden gelecek fayda yok olur. Eğer kâfir ise, küfür isini onu menetmez. Çünkü küfrün icabettirdiği azapla cezalandırılmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Onlar, ismin kaldırılması ile yalan lâhik olacak vaîdi gerekli kıldılar. Allah-u Teâlâ bunlardan yücedir; berî ve münezzehtir. Zikrettiğim hu­suslardan hepsi de Mu´tezile´yi küfür ismini vermeyi menetmeleri hak­kında ilzam eder. Oysaki gerçekten bu iki isim îslâm´a meyledip onu be-ninısiyenlerin sözlerindendir ki, onlar isimler hakkında abes üzere ve imanın kadri şerefinin kalplerinde yücelmesi bakımından beşerin yaratıl­mış olduğu şeyi iptal etmek hakkında hasıl olmuşlardır. Allah-u Teâlâ ise, islâm dinini akıllarda büyük göstermiştir. Binaenaleyh islâm fırkalarından biri iman ismini islâm dininin değişmesini ve tahrif edilmesi korkusunu kesen her hayır için kılmıştır. Ve Islâmm kadru şerefini giderme korkusu bulunduğundan bu husus hasıl olmuştur. Çünkü onlar, islâmm ismine ken­disi için hayır ismi olması muhtemel olan hususlardan her şeyi katmış­lardır. Binaenaleyh bu hususa haşeviyeler ve mu´tezâleler iştirak etmişler­dir. Ne varki Mu´tezile, büyük günah işiiyenlerden küfür ismini menet­mek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azaplardan küfür ismini menetmek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azap­lardan küfür hakkında olanların hepsini gerçekleştirmekle beraber ta­hakkuk etmiştir. Binaenaleyh Mu´tezile için küfür isminden korktukla­rından dolayı büyük günah işliyenlere bu husustaki vaîdin büyüklüğün­den başka bir şey hasıl olmamıştır. Eğer olmuş olsaydı küfür ismini ver­mekten hâli kalmazlardı. Çünkü elem verici şey, menfaat için temenni edilir veyahut zarardan dolayı ondan korunulur. Binaenaleyh O ismin güzelliği ile güzel olma veyahut çirkin olması ile çirkinleşmenin vacip ol­madığı zaman müslümanlardan onu kötü olsun, güzel ve iyi olsun, mubah olduğu ifade edilirdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

, Bunun üzerine açıklaması geçen husus hakkında küfür ve şirk is­minin verilmesi dahil olmuştur. Ona münafık ismini veren kimse imandan ifade etmek üzere dili ile söylediği ve Allah´ın hududuna riayet edeceğine söz verip fiilleri üe zahir olan hususla Allah´ın hududlarını koruması ba­bında verdiği söze aykırı olarak hareket etmesiyle muhalefetinin belir-mesindendir. Allah-u Teâlâ´nm «Allah, iman edenleri elbette büir ve mü­nafıkları da eblette bilir»[197] kavH celîli ve yine «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, «iman ettik» demeleri ile bıra­kılacaklar da imtihana çekilmiyecekler »[198] kavl-i celîli de bu hususu açıklamaktadır. Cenab-i Allah, dillerin mihnet ve meşakkat ile yalan ve gerçekten ifade ettikleri hususun beyan edilmesi ile haber vermiştir. Yine Resulü Ekrem Sallallahuteâlâaleyhivesellemden rivayet edilmiştir. O, bu­yuruyor ki : «Kimde üç şey bulunursa o kimse münafıktır : Konuştuğu zaman yalan konuşur. Söz verdiği zaman yerine getirmez. Kendisine ema­net bırakıldığında ona hiyanetlik eder[199]. Bunların hepsi, büyük günahları irtikâp edende görülmüştür. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezile, isim hakkında büyük günah irtikâp dene kötü ve çirkin isimlerle isim verilmesiyle ihticac etmiş ve iman, temiz isimlerden oldu­ğundan onunla isim verilmez iddiasında bulunmuştur. Bununla beraber vaad etme, iman ismiyle[200]varid olmuştur. Vaad ise, hususiyete muhte­mel değildir. Sonra büyük günah sahibi hakkında vaîd gelmiştir[201]. Böy­lece onun mümin olması batıl olur ve kendisine verilecek isim varid ol­madığı için de ona kâfir ismi verilmez. Binaenaleyh ona fasık, facir ve zalim olarak isim vermiştir ki, bu ismin kendisine verilmesi hususunda icma vardır. Sonra onlar için vaîd hakkında iki emir vardır. Birincisi : Al­lah-u Teâlâ´nm haberlerinin umum ifade etmesi, İkincisi ise; Allah-u Teâlâ´nın «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınır­sanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»´4 kavl-i cehlidir. Allah-u Teâlâ, bu âyet-i celîlesinde bağışlanan ve bağış­lanmayan günahları beyan buyurmuştur. Bununla beraber Cehennem´de ebedi kalma hususundaki vaîd, menetme babında daha büyük ve açık ol­duğuna göre o, daha lâyıktır. Oysaki gerçekten vaîd, vacip olduğu vakitte cehenneme girmek gerekir. Onlar hakkında Cehennem´den çıkmayı zik-retmemigtir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Faklh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah´tan yardım dilemek suretiyle deriz ki; o, ihtilâfları üzerine değil, kendisi icma olduğunu iddia ederek der ki, gerçekten vaîd kendisine müminlerin iştirak etmediği hu-suslardandır. Bilakis o, her günah hakkında varid olmuştur ki, o günah, kendisini işliyeni imandan çıkarmış ve ondan iman ismini düşürmüştür. Murcie de onlara muvafakat edip hakikaten her günah sahibini imandan çıkarır. Böylece ona lâzım gelir diyor. Sonra gerçekten Murcie büyük gü­nah işliyenler hakkında kendileri ile imanın bulunması ile beraber azaba duçar olmalarından müminler hakkında endişe duyup korkuyorlar. Mu´-tezile ise bu hususta müminler için korkmazlar, onların ihticaclan eser­lerin umumu ile varid olmuştur. Zikrettiğim hususlarla sabit olmuştur ki gerçekten Murcie günahları Allah´a havale etmiştir. Bu ise, ifade bakı­mından umumu iddia etmekten umum olarak kullanılması bakımından daha şiddetlidir. Çünkü onlar, fiil elde edildiğinde vaîdi beşerin fırkala­rından biri hakkında kılmışlardır ki onlar da mümin olmayanlardır. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Sonra hakikaten Kur´ân delilleri ile, ehli imanın üzerinde karar kıl­mış olduğu hususlar ve lisanlarda ifade edilenlerle sabit omuştur ki, ger­çekten tasdikten ibarettir. Biz onunla iman ederiz, haram ve helâl hak­kında, toplumlar hakkındaki iştirak ve ibarelerin kendisi ile ayakta du­ran husus ve zikir, hayır meclislerinde toplanmak hakkındaki hükümler, onlardan herhangi bir inkâr vukubulmazdan Kur´ân hükümleri cari ol­muştur. Müminlerin hakkı kendilerinde kabul edilmiştir. Kendisi ile hitap cari olan hususların hepsi böyledir.

Mu´tezile mezhebinden, haricilerden ve haşevüerden, kendileri ile be­raber bulunan çeşitli günahlarla beraber -ki, o günahların büyük günah­lardan olduğu kendilerine zahir olsun veyahut hitap emri hakkındaki ha­berle o günahların hakikatleri kendilerine zahir olmasın- hiç bir kimse yoktur ki, kendisinde bulunan hususun gayri bir kimse olsun. Binaena­leyh kendisinden gerçek imanın zail olmadığı ve iman isminin kendisinde bulunduğu sabit olur. işte ıbu cümlelerle -ki bunları reddedenlerin kibirli ve inatçı kimseler oldukları bilinir- Hariciler ve Mu´tezilelerin ifade ettik­leri hususlar batıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine gerçekten Allah-u Subhanehû ve Teâlâ «Ey iman edenler; niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz »[202] kavl-i celîli ile beyan edilen hükmün hakkındaki vaîdi üzerine olan şeyin tahakkuk etmesiyle beraber onun için iman ismini ba,ki kılmıştır. Binaenaleyh iman ismi ile beraber «Niçin söylersiniz» kavli ile günahın ayrılmasından önce söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmayan azabın bulunması ile beraber iman isminin ken­disinde bulunmakla Öfkeyi icabettirmiştir. Buğz, kendisinin bağış­lanmasını gerektiren hikmet hakkında günahı icabetmez. Allah-u Te­âlâ «Eğer müminlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelte­rek barıştırın...»[203] buyurarak onlar için ikisinden birinin savaş hakkında tecavüz halinde olduğu için ona, mütecaviz ismini gerektirmekle beraber onlar için iman ismini ispat ederek imanlı olduklarını beyan buyurmuştur. Ve kendisine tecavüz edilenin Ölümü gelen kimseye de diğerinden Allah´ın emrine düşünceye kadar aynı hususu ilzam etmiştir. Eğer o, imandan çıkmayı[204]ifade etmiş olsaydı, bunun gibisinin hakkı zikredilenin gayri olur idi. Allah-u Teâlâ, «Ey iman edenler, (kasden) öldürülmüşler için size kısas (misilleme yapmak) farz kılındı.»[205] buyurmuştur. Bilinir ki, kısas ancak kasten öldürmek ile vacip olur. Cenab-ı Hak, âyetin başlan­gıcında onlar için iman ismini sabit kılmış ve aralarındaki kardeşliği ibkâ etmiştir. Gerçekten bunu Rabb´inizden bir rahmet, bir hafifletmedir, diye haber vermiştir. Bu vasıflar, fiilin kendilerini imandan çıkardığı kimse­ler hakkında ifade edilmesi çok uzaktır. Yine Allah-u Teâlâ «... iman edip te hicret etmiyenlere gelince; hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[206] buyurduktan sonra şöyle buyurmaktadır. Bununla beraber eğer dinde yardımınızı isterlerse, onlara- yardım etmek de üzerinize borçtur[207]. Cenab-ı Hak, bu âyet-i kerîmede onlar için imam ispat edip hicrette birbirleriyle ayrı düştükleri halde dinde aralarını cem-etmiştir. Bu husus, Allah-u Teâlâ´mn «(Mekke´den hicret vacip olduğu zaman oradan hicret etmeyip küfür diyarında kalarak) nefislerine zul­mettikleri halde meleklerin, canlarını aldığı kimselere (azarlama kasdı ile) melekler şöyle derler : Ne işte idiniz ...»[208] kevl-i celîli ile bulunan vaîdin büyüklüğüne rağmen. Yine Cenab-ı Allah, «Ey iman edenler, düşmanlanmı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyiniz...»[209]«Ey müminler, Allah´a ve Peygamber´e hainlik etmeyin»[210] buyurmaktadır.

Cenab-i Allah, bu âyet-i celîlelerie onların yaptıklarının kötü ve çir­kin olmaları ile beraber kendilerine iman ismini ispat etmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.,

Yine Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Ey iman edenler, Allah´a öyle tövbe edin ki; tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[211], «... Ey müminler, hepiniz Allah´a tevbe edin ki, dünya ve Ahıret saadetine kavu-şasınız.»[212]. Allah-u Teâlâ, onların üzerinde tevbe ile bağışlanan günah­ların kendilerinde iman isminin ibkâ edilmesiyle bulunduğunu haber ve­riyor. Onların sözlerine göre ise bu husus caiz olmaz. Binaenaleyh, esas olan sözün büyük günahları irtikâp edenlerden imanın zail olmadığını ifade edenlerin sözü olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Diğer bir husus da sudur ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, ibadetlerin bir çoğunu iman ismiyle vacip kılmıştır. Ve onlardan çoğu hakkındaki helâl ve haramın bilinmesini, imanın isminin bulunması ve zevali kılmıştır. Sonra bu hususlarda imanla beraber günah işini işliyen kimseler, gayrine iştirak etmiştir. Böylece imanın kendilerinden zail olmadığı sabit olur. Bununla beraber geçen konularda imanın kendisinde bulunduğunu belir­ten hususlardan lâfı uzatmadan akıl sahibi olanlara kifayet edecek şe­kilde beyan edilmiştir. Sonra Şafaatin ispatı hakkında haberleri rivayet edenler icma etmiştir. Sonra Müslüman ümmetinin kıble ehlinden ölen kimselerin hepsinin üzerine cenaze namazının kılınması hakkında birbir­lerinden naklen gelmesi ve ölülerine rahmet okumaları, onlar için istiğfar etmelerinin tevarüs etmesi, kendini sahih haberleri yalanlamaktan[213] ka­çındıran ve hidayete ulaşan ve hidayet yollarını gösteren imamlara mu­halefet etmekten kendini sakındıran kimse için bir delil teşkil etmekte­dir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile´nin küfür ismini kendilerinden nefyetmeleri ile be­raber Allah-u Teâlâ´nın rahmetinden ümidini kesmeyi gerçekleştirmek hakkındaki sözleri ve Allah-u Teâlâ «... Sapıklardan başka Rabb´inin rahmetinden kim ümit keser »[214] kavl-i celîli ile tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah küfür ile ümitsizliği bir arada toplamıştır. Kim ki bunlardan birini ispat ederse diğeri de lâzım olur. Halbuki bizce ve Mu´te-zile´ce ümidini kesenin kâfir olmadığı sabit olmuştur. Çünkü Örfte küfür, yalanlamaktır. Büyük günah irtikâp eden ise, tasdik halinde bulunur ki, onunla Allah´ın azabından korkar ve ondan bağışlanmasını ümit eder. Ve bilir ki, gerçekten Rahb´inin rahmetinden ümidini kesen kimse, sapıtmış-tır, Allah´ı bilememiştir. Öyle ise bu hali ile onun yalanlayıcı olmadığı sa­bit olur. Gerçekte ise küfür, örtmenin ismidir. Büyük günah işliyen kim­se ise, Rabb´isinin nimetlerinden hiç bir şeyi örtmüyor ve onun hakkını inkâr da etmiyor. Binâenaleyh onun kâfir olması batıl olur. İman da onun gibidir ki, örf ve naklî deliller itibariyle o tasdikten ibarettir. Böylece bilinir ki, o, bir şeyde Allah´ı yalanlamamıştır. Ve onun mümin olduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.

Sonra hak olan şöyle demektir ki, bütün hariciler ve Mu´tezile mez­hebinden olanlar, kendi sözlerine göre büyük günahları irtikâp etmele­rinde küfre girmişlerdir. Cehennem´de ebedi kalmayı kendilerine vacip kılmışlardır. İslama gönül veren ve islâmı benimseyen sınıflardan kendi­lerinden gayri olanları da bir kaç yönden[215], bu hususlarla vasfetmişler-dir :

Gerçekten onlar, Allah-u Teâlâ´nın kendisine rahmet ettiği kimse hakkında icma ederek ifade etmişlerdir ki, o da âyet-i celîîelerden zikro-lunan hususla küfürle vasfetmektir. Aynı hususu Allah-u Teâlâ´nın «Al­lah´ın âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr edenler ise, işte onlar Allah´ın rahmetinden ümidini kesmiş olanlardır. Onlar için acıklı bir azap var­dır.»[216] kavl-i celîli ile delil getirmişlerdir. Buna göre her iki zümreye kü­für ve Cehennem´de ebedi kalmak gerekir. Allah-u Teâlâ´nın âyet­lerine iman edenlere gelince : Onu affedici, bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bu hususlar için gerçekleştirdiklerinden onu bunlarla vakfetmiş­lerdir. Onlar hakkında ancak ümit etme olduğunu ifade ederler. Her iki emirden birisi ile onlar için şahadet getirmeleri caiz olmaz. Herkesin sözü lâyık olduğu yerde bırakılır. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın, «... Ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse onu, döndüğü sapıklıkta biralarız. Ahiret´te de kendisini Cehennem´e koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.»[217] kavl-i celîli ile beyan buyurduğu gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkinci vecih; gerçekten onların hepsi Allah-u Teâlâ´nm rahmetini o kadar darlaştırdılar ki, günahı[218], kapsamına almiyacak şekilde kıldılar. Çünkü büyük olmayan[219]günahlarla azaplandırmak caiz olmaz. Kendisine azap verilmiyen husus hakkında Allah´ın rahmeti için ve kendisinden müstağni olunan şey hakkındaki Allah´ın bağışlaması için bir hikmet yoktur. Her günahı kapsamına alan gadap Ve öfkeyi, hikmette kıldılar ki, onunla azap vermek caiz olur. Binâenaleyh onların sözlerine göre ne af vardır ne de rahmet. Bu sözün hakkı ise rahmet ve bağışlanmaktan mahrum olmaktır. Amma, AÎİah-u Teâlâ´yı geniş kapsamlı rahmet ve bağışlamak ile vasfeden kimseye gelince; onun hakkı bağışlanmak, Al­lah´ın rahmetine nail olmaktır. Çünkü gerçekten her kerim olan bununla vasfolunur. Mu´tezile ve haricilerin onu vasfettiği şey ile Allah´ı vasfet-mekten, ona daha meyillidir.

Üçüncü vecih şöyle ifade edilmektedir : Allah-u Teâlâ, «Ey Resulüm» o küfredenlere de ki : «— Eğer Peygamber´e düşmanlıktan vazgeçerler­se, geçmişteki günahları bağışlanır.»[220] buyurmuştur. Vazgeçme ile mey­dana gelecek hususun hudutsuz olması bütün taatlara ulaştığının ve ha­ricilerin sözüne göre hayatın tehir edilmesi ile bütün, işlerin meydana gel­mesinin bilinmemesi ile olması caiz olmaz. Buna göre vazgeçilen hususun kendisinden vazgeçilmeyecek bakımından olur. Mu´tezile´nin sözüne göre de durum böyledir. Binaenaleyh gerçekten vazgeçmenin her vakitte hep­sine malik olduğu, şey olduğu sabit olur ki, o da küfür ve masiyetin bü­tün çeşitlerinden beri olmaktır. Allah´a iman etmek ve kişinin iman ettiği şeyin hepsinden de berî olmaktır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husus Mu´tezile´nin sözü üzeredir. Çünkü onlar iman ile küfür arasında bir yerin bulunduğunu öne sürdüler. Allah-u Teâlâ ise küfürden vazgeçmekle zikrohman şeyi vadetmiştir. Böylece büyük günah işleyen kimsenin bağışlanmış olması lazımgelir. Özellikle küfürden vazgeçmek­le beraber olduğu zaman büyük günahları irtikâp eden kâfirin bağışlan­ması lazımgelir. Bunun üzerine Cehennem´de ebedi kalma hakkında umum olarak ifade edilmesi ile azabın verilmesi ve mağfiretin vukubulm asının reddedilmesi vacip olur. Tevfik Allah´tandır.

Sonra biz Mu´tezile´ye şöyle deriz : Siz diyorsunuz ki, büyük günah işliyen ne mümindir ve ne de kâfir. Gerçekten onlar büyük günah işîiyene her iki isimden birinin müstahak olmadığı şey ile mi isim veriyorlar, yok­sa onlardan biri ile mi Ve siz gerçekten onu bilmiyorsunuz. Eğre onlar birincisini kabul ederek onunla ifade ederlerse onlara şöyle denir; Allah ona imanın hepsini mi verdi yoksa bazısını mı ihsan etti veyahut imandan hiç bir şey vermedi mi Bunun için ismi batıl oldu. Eğer evvelkini söy­lerse, büyük, söz söylemiş olur ve Allah´ın kendi fiilinin1 ismini Allah´tan menetmiş olur. Halbuki Allah, ona iman vermiştir. Allah´a kendi ismini gerçekleştirmediği için Rabb´ini bilmemiştir. Eğer bu caiz olmuş olsaydı hiç bir kimsenin sözünde doğru olarak gelmiş olmaması caiz olurdu. Ger­çekte ise Allah katında o, sözünde sadıktır, ve böylece hal sahibidir, otu-rucudur, ayakta durucudur. Allah´ın katında böylece olması caiz olmaz. Veyahut Allah-u Teâlâ´nm onu böylece bilmesi caiz olmaz. Zikrettiğimiz hu­suslardaki birbirine zat olan sözleri bunun gibidir. Bu husus, onların Al­lah´ı bilmemelerinin alâmet ve işaretidir. Eğer ikincisini söylerse, haki­katen Allah-u Teâlâ bazısına iman eden kimselere ve bazısına da iman etmeyip küfreden kimselere şahadet etmektedir. Çünkü onlar, «Biz kita­bın bazısına iman ederiz, bazısına da iman etmeyip küfrederiz» demiş­lerdir. Onlar, hakikaten ve gerçekten küfreden kimselerdir ki, onlara kü­fürle isim vermek lasını gelir. Bu ise haricilerin görüşüdür. Eğer onlar üçüncü şıkkı ifade ederlerse o çok uzaktır. Çünkü Allah-u Teâlâ, kita­bın bazısına iman edene kâfir ismini vermiştir. Binâenaleyh kendisinde hiç iman bulunrmyan kimseye kâfir ismini vermek daha gerçek ve doğ­rudur. Şu aslı iki vecih teyid etmektedir : Birincisi; Allah-u Teâlâ´nm, beşeri, dünya ve Ahıret işi hakkında iki kısma ayırmasında zikrettiğim husus. Mu´tezile ise beşeri üç kısma ayırarak Allah´ın hududuna tecavüz etmişlerdir. Onlar gibisinin hakkı, kendilerine «Allah size bu hususta izin mi verdi, yoksa siz Allah´a iftira mı ediyorsunuz » denir. Veyahut tıpkı yahudilere denildiği gibi kendilerine «Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı » denir. İkincisi ise, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendisinde küfür gerçekleşen zümreden Kur´ân-ı Kerîm´inin muhkem âyetleri ile imanı nefyetmiştir. Çünkü Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri «Onlar, iman eden kimseler değillerdir», buyurmuştur[221]

Gerçekten onların kâfir olmadıkları hiç bir akıllı olan kimsenin zihninden geçmez. Bilakis kendisinde iman[222]fiiîi olandan iman zail oldu­ğu vakitte ancak küfür ile zail olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Eğer onlar onun için iki isimden birinin bulunduğu bilinmez derler­se, onun için Allah nezdinde öyle bir benzeri vardır ki, onun ağırlığı ve zahmeti cedel ve husumettir. Çünkü onların bilmedikleri şey, sayılan hu­suslardan daha çoktur. Bu hususta onlara delil getirip ihticac etmek lâ­zım olsaydı, ömür boyu hayat batıl olarak boşa geçerdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra insanlar ihtilâf etmelerine rağmen, büyük günah irtikâp ede­nin gerçekten dinlerde şirk, veya küfür veyahut da iman olmak üzere İsim verilmesinde ittifak etmişlerdir. Kim ki şek ve şüphe ile konuşmak­tan korunmak için bunları iptal ederse ittifak üzere ifade edilen hususu iptal etmiş olur. Onlar, bu husustaki kitapta varid olan debilere ve sün-netde bulunan hususlara şahid olmuşlardı ki, onunla kendisinin şahid ol­duğu veyahut anlayış sahibi olan kimsenin işitmek suretiyle elde etmiş ol­duğu deliller hakkındaki şek ve şüphe ortadan kalkar. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Sonra fasık ve facir isimlerini mutlak olarak söylemek kendisinde dağınıklık meydana getiren hususlardandır. Kim ki ona kâfir veyahut müşrik ismini verirse onu mutlak olarak söylemiştir. Kim ki ona mümin derse, bu husustan kaçınmıştır. İşte böylece Allah-u Teâlâ´nm düşman­larının ismini inkâr ettiler. Mu´tezile de bu iki ismi, emrin bulunduğu şeyin hilâfına o isimleri menetmek üzere meydana çıkarmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[223] kavl-i celîlini hariciler yanlış ve hata olarak te´viî etmişlerdir ki, o te´vil fasiddir. Çünkü o günah değil­dir ki, bağışlansın. Bunda ise bağışlanmak zikredilmiştir. Onun altında tevbenin[224], gizlenmesi muhtemel değildir. Çünkü onun gibisi ile şirk ba­ğışlanmaz. Âyet-i celîle ise iki günahın arasını ayırdetme hakkındadır. Allah-u Teâlâ´nm : «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi Örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[225] kavl-i celîli de böylece ona muhtemel olmaz. Çünkü onda gü­nahı Örtme vardır. Günah olmayan hususta da örtme bulunmaz. Hatâ ise günahı gerçeldeştirmez. Örtme, bağışlama, kendisi ile ceza verilen şey için olur. Mu´tezile´nin söylediği söze de muhtemel değildir. Çünkü onların sözü, benzemenin[226] gerçekleşmesini men´eder. Çünkü o büyük günah iş­lemeyenler hakkında bağışlanmış olarak vaki olur. Bunda ise ispat edile­rek vukubuluyor. Sonra günahları örtmeği onlar, örtülmüş olarak değil, bağışlanmış olarak kılıyorlar. Çünkü bağışlanmış olan, üzeri Örtülmüş olandır. O red edilinceye kadar baki kalır. Örtülen ise sahibinden güzel bir fiil gelip onunla bağışlanıp örtülmüş olur. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nm, «... Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir» buyurduğu gibi[227] Allah-u Teâlâ´nm, «Ey iman edenler, size öyle bir kazanç göstereyim mi ki, sizleri acıklı bir azaptan kurtarıversin »[228] ve «Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, o, ne güzel şeydir. Eğer sadakaları gizler.de onları öylece fa­kirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Ve günahlarınızdan bir kısmını örter.»[229]Allah-u Teâlâ´nm, «Ey iman edenler, Allah´a öyle tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[230] kavl-i celîli de böy­ledir. Bu hususta asıl olan Allah-u Teâlâ´nm, «Gündüz iki tarafında (öğ­le ve ikindi vakitlerinde) ve geceye yakın üç vakitte (akşam, yatsı ve sa­bah vakitlerinde) gereği üzerine namaz kıl. Doğrusu bu hasenat, günah­ları mahveder...»[231] kavl-i celîlidir.

Sonra gerçekten âyet-i celîle Mu´tezile´nin sözüne muhtemel değil­dir. Çünkü onlar günaha musir olan kimseyi büyük günah sahibi, günaha devam etmiyeni de günahdan pişman olan ve tevbe eden kılıyorlar. Binâr-enaleyh, böyle olan günah, tevbe ile bağışlanır. Bütün günahlar da tevbe ile bağışlanır. Her ikisi[232] de Allah-u Teâlâ´nm şu âyet-i celîlelerinden ayırt edilmekle carî olmuşlardır[233] : «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[234], «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi ör­teriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[235]. Allah´a yemin ederim ki, o, haki­katen şirkin ancak tevbe ile bağışlanacağım ve gayrinin Allah-u Tealâ´nın fazlu ihsanı olarak bağışlanmasının veyahut âyet-i celîlelerin ayırt edil­mesi için faydanın tahakkuk etmesiyle beraber ifade edilen sözün doğru olması için hasenattan gayri ile örtülüp bağışlanmasının caiz olduğunu daha iyi bilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra âyet-i eelîlede Mu´tezile ve haricilerin sözlerini menedecek ve-cihler vardır. Birincisi; Cenab-ı Hak, «Eğer siz yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden kaçınırsanız...»[236] buyurmuştur. Âyet-i eelîlede büyük günahlardan sakınmayanın hükmü yoktur.

İkincisi; büyük günahlar iki çeşittir : Birincisi, kâfirlerin ihtilâf et­tikleri yalanlama ve inkâr edip küfretme çeşitlerinden olan, itikatta vuku-bulan büyük günahlar. İkincisi ise, Allah-u Tealâ´nın onu büyük fiil ve günah olarak beyan buyurduğunu görmesi iie, o şekilde itikat ederek sa­hibinin kendisinden kaçınmış olduğu fiiller sebebiyle olan büyük günah­lar, îşte sakınmak budur. Onu fiille yapar ki, ona irtikâp denir. Yoksa âyet-i ceîîlede sakınmayı beyan eden hiç bir vecih yoktur. Bunun üzerine onun itikat yönünden sakınılması gereken husus olması caiz olur. Onlar, şirkin nevileridir ki, her ikisinin gayrini Allah dilediği için iy ve güzel ameller veyahut fazlu kereminden dilediği ile bağışlar, Örter. Tıpkı her iki âyetten birinde, günahı Örtmek, diğerinde ise mağfiret etmekle beyan ettiğimiz gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Üçüncüsü : Büyük günahlarda azapların miktarı beyan edilmemiştir. Şu husus bilinen bir gerçektir ki, doğrusu Cenab-ı Hak, günahlarda misli ile ceza vermekten fazlasını nefyetmiştir. Şirk ve inatlaşmak suretiyle küfrün cezası ancak Cehennem´de ebedi kalmaktır. Hiç şüphe yoktur ki, inatçı kâfir ve Allah´a eş koşan müşrik olmayanın ibadetteki günahı, o günahı işlemekten başka bir şey değildir. Hatta onun itikadının sıhhatli ve kuvvetli olması, Allah´ın kendisini, sakındırdığı şeyden korkmasına ve itikat hakkında kendisini imrendirdiği şeyi ümit etmesine sevketnıiş-tir. İgte o, günahının bağışlanması ve kabahatinin örtülmesi için her şeye sebkat edendir. Onun günahının evvelkinin günahı kadar olması caiz ol­maz. Binaenaleyh küfür ve şirkin gayri olan güna-hlar sebebiyle cehen­nemde ebedi kalmak ta caiz olmaz. Buna iki şey dahil olur; birincisi : Va´d hakkında vukubulan yalan. Çünkü Cenab-ı Hak, «... Kim de bir "imah ile gelirse, ona ancak misli ile (günahı kadarla) ceza edilir.»"[237] buyurmuş­tur. Şu husus bilinir ki, gerçekten inatçı kâfir olana eğer kurtulup rahat etmesi suretiyle ceza ve azap çeşitlerinin hepsi kendisine tatbik edilse, yine küfrü seçer. Böylece onun günahının misli ile ceza verilmesi/onun cehennem azabında baki kalmasından ibarettir. Günahı ondan az olan kimsenin onun gibisi ile, yani cehennemde ebedi olarak azap çekmesi ile kendisine ceza verildiği zaman ^ünahmın mislinden daha fazlası ile ceza­landırılmış olur. Halbuki o, irtikâb[238] ettiği şey sebebiyle cezalandırılma­mıştır. Hikmete uygun olan ise, günahı kadarı ile cezalandırılmaktır. Bu ise hikmeti meneden hususlardandır. Tevfik Allah´tandır.

İkincisi : Bilinir ki, hayır olandan inatlaşma ve inkâra karşı bulunan şey, inatlaşma ve inkârdan olan şey üzere işlemeyi terketmeyi tercih edip kabullenmede olan şeye karşı bulunan, diğerinden daha yüce ve büyük­tür. Öyle ise hayır hakkında daha büyük olan ile gelmiştir. Şer hakkında ise nihayetine ulaşmamıştır. Onu Cehennem´de ebedi kıldığı zaman ser­den madununu irtikâp etmek sebebiyle hayır olanların en üstününün se­vabını iptal eder. Bu ise adalet vasfını değil, cömertlik vasfını reddeder. Adalet ise verdiği azabın üzerine onun gelmiş olduğu sevabından ziyade kumaşıdır. Allah-u Teâlâ, bir hayırlı ve güzel amel işleyene o amelin on mislini, sevap olarak vereceğini, kim de bir günah, işlerse ona günahı ka­dar ceza vereceğini haber vermiştir. Bu hususta ise, hayır ve iyi amelde misline ulaşmadığı gibi günahta da mislinden noksan olmamıştır. Allah-u Teâlâ, bu gibi sıfatlardan yücedir, beridir.

Evvelki hakkında yalan olacağına dair fiilin terki ile delil getirmek isteyen kimsenin delil getirmesi mümkün değildir, fasittir. Çünkü herke­sin aklında yalandan korunmanın gerektiği hususu yerleşmiştir. Tıpkı onu kabullenmede ibka edilmesi yerleştiği gibi. Sonra onun varlığı aklının yalanma delil olmaz. Çünkü aklında onu meneden şey vardır. Eğer ona tecavüz ederse, onun gibisinin aynı tecavüzünün vaktim kabul etmekte de bulunur. Eğer onda açıklama olsaydı, evvelki ile herşeyin açıklanması veyahut fasid ve haram olması vacip olan helâl olurdu. Yine eğer öyle olmuş olaydı, aslen kâfir olana verilen cezamın aksi olarak mürtede ceza verilmesinin vacip olmaması gerekirdi. Bilakis küfrü sarahatle ifade et­mekle evvelki hakkında vukuıbulan yalanı zahir olmazdı. Nasıl olur ki, işlediği gey hakkında zahir olsun Eğer bununla[239], olmuş olsaydı son­radan kâfirin imanı ile yahut örf ve âdetle yalanını çirkinleştirmeyen şeyi teati etmeseydi, yine o zahir olurdu. Onun aslı iki vecih olarak gö­rülmektedir.

Birincisi; eğer onunla evvelkinde yalan zahir olsaydı, lâzım olmak muhakkak ortadan kalkardı. Lâzım olmak ortadan kalktığı zaman da onu izhar etmek için varlığının sebebi olması batıl olurdu. Bunda ise, on­ların söyledikleri hususun batıl olduğu anlaşılıyor. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

İkincisi : Herkes muhakkak olarak itikadının bulunduğu vakit, ken­dinden bilir ki, o, bu hususta yalancı değildir. Sonra dinine56 tecavüz ede­ni bilir. Eğer onunla zahir olma olsaydı, hakikatte kendisinde ilim vuku-bulmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bilakis bunu iddia edene o husus lâzım gelir. Çünkü yalan konuşma­mak onun itikadında mevcuttur. Bu göz ile yalancı olacağını her mümin olan bilir. Allah Sübhanehu ve Teâlâ da böylece bilir. Zira Allah, gayri ile değil, bizatihi herşeyin hakikatini olduğu hal üzere bilir. Onun evvel­kinde de doğru ve sadık olduğunu bilir. Ondan sonra eğer tecavüz ederse, o sözün sahibi Allah nezdinde ve kendisinin yalancı olduğuna şahit olan kimsenin yanında yalancı olur. Bununla herkes başkasının küfrünü tes-bit etmeği murad ettiği sözü hakkında onun küfrü ile hüküm vermeği kendisine vacip kılar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nın «Yahudilerden o kimseler ki, Musa´ya iman getir­diler, buzağıya taparak kâfir oldular. Sonra tevbe ederek Tevrat´a iman ettiler, sonra[240] İsa´yı inkâr ettiler, sonra Peygamber (aleyhisselânıı) tanı­madılar da küfürde ileri gittiler; Allah, onları mağfiret edecek de değil, doğru yola iletecek de değil,»[241] kavl-i celîlinde eğer zikrolunan şey olsay­dı, onlar için ebediyyen iman sabit olmuş olmazdı. Bunun üzerine onların sözlerinin fasid ve ıbatıl olduğu sabit olur. Bu küfür hakkında ifade edi­lendir. Küfrün mâdûnu olan şey hakkında bu husus nasıl sabit olmaz Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mahlûkattaki hallerin muhtelif olması da buna göredir ki, o hallerin gayrinde onların birbirine zıd düşmelerinin fasid olması vacip olmaz. Tev-fik Allah´tandır.

Bu husus yine büyük günahlar hakkında Mu´tezileye gerekir. Sonra onlardan taaccüp edilecek husus şudur ki, onlar büyük günah sahibi olan­lara namaz kılan ve ehli kıblenin ismini ispat ediyorlar. Onlara bu ismin verilmesinin sebebi imandır. Öyle ise o ismin baki kalması halinde imanın zail olması mümkün değildir. Onunla sabit olan ise, muhakkak zail ol­muştur. Allah-u a´lem.

Âyet-i celîlenin kıraatinde[242], «Yasak edildiğiniz günahların büyüğün­den kaçınmak üzere» olarak da rivayet edilmiştir. Her ne kadar bilinen o ise de cemi siğasiyle fertlerin murad edilmesi de caizdir. Âyet-i celîle­nin o manayı ifade eden kıraat üzere rivayet edilmesini biz inkâr etmiyo­ruz. Çünkü bu hususu Allah-u Teâlâ´nın şu âyet-i celüeleri açıkça beyan ediyor : «... Kim şeriatın hükümlerini tanımaz, imam inkâr ederse, bütün yaptıkları boşa gitmiştir.»[243], «Kim islâmdan başka bir din ararsa o iste­diği din asla kendisinden kabul olunmaz...»[244], «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak- ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyada da Ahırette´de boşa gitmiştir.»[245]. Allah-u Teâlâ´nın, «Doğrusu Allah, kendi­ne eş koşulmasını (eg koşanın günahını) bağışlamaz.»[246] kavl-i celîlinin te´vili de ona göredir ki, sonradan Cenab-i Hak, «Ondan başkasını, dile­diği kimse için, bağışlar ve mağfiret buyurur.»[247]buyurmalttadır. Tıpkı bunda, «... Günahlarınızı örter ve sizi bağışlar...»[248] buyurduğu gibi. Binâ­enaleyh, onu getirmek bir hüküm ile olur. Bilinen bir gerçektir ki, Mu´te-zile ve Haricîler, ikiden birini idrak edemedikleri gibi, diğerini de anlayamamışlardır. Sonra Allah-u Teâlâ´nm, «Eğer siz yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[249] kavl-İ celîli hakkında haricilerin sözüne go--re asıl olan şudur ki, sanki Cenab-ı Hak, «Eğer siz küfür ve Allah´a eş koşmaktan sakınırsanız» buyurmuştur. Mu´tezile´nin sözüne göre de «Eğer siz imandan çıkmaktan sakınırsanız zikrolunan sizin diğer kabahatlerinizi Örter mağfiret ederiz.» buyurmuştur sanki. Bu takdirde Mu´tezile´nin sö­züne göre imandan çıkmaktan başka büyük günah yoktur. Onların sözü­ne göre," âyet-i kerîme hâssa rücu´ etmiş oiur ki, o da din ve imandan çık­maktan ibarettir. Bu husus ise, onların âyet-i celîle umum ifade ediyor davasındaki sözlerini iptal eder ve âyet-i celîlenin umum değil, husus ifa­de ettiğini söylemelerini gerektirir. Kim ki bir şey hakkında, bir şey ve açıklık olmaksızın hüküm verirse kendisi mahkûm olur. Bu ise, ken­disinde vaîd bulunan hususların hepsinde durmayı ifade eden Hüseyin´in sözünün lüzumunu ve zikrolunan kimsenin sözünün batıl olduğunu ge­rektirir. Allah-u a´lem.

Sonra asıl olan odur ki, doğrusu Allah-u Teâlâ, iyi. ve güzel ameller ve onunla beraber büyük günahlardan sakınmağı zikretmeksizin mükâ-faat vadetmiştir. Günahlar üzerine de umum ifade eden vaîdle ceza ve azap verileceğini beyan buyurmuştur. Tıpkı iyi ve güzel amellere mükâ-faat vadettiği gibi. Kim ki, her iki âyeti birlikte umuma yöneltirse, her iki emri bir işte toplamak suretiyle tenakuzu gerektirmiş olur. Bu da aptallığın alâmet ve işaretidir.

Sonra âyetlerin ifade ettikleri umum ve husus hakkındaki sözler, bir­birine uymamaktadır. Mu´tezile ve hariciler vaîd ifade eden âyetlerin umumi manâda mütalâa edilmeleri daha doğrudur diye iddia ettiler. Çünkü onlar menetme ve öğüt verme hakkında daha açıklık ifade etmek­tedirler.

Murcie´ler ise, vaad ifade eden âyetlerin umumun ifade etmeğe daha lâyıktır diye iddia etmişlerdir. Çünkü diyorlar, rahmet, afv ve mağfiret­ten Allah´ın sıfatlarından bilinene o daha lâyıktır. Bunun için büyük ve küçük günahlarda vaki olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nm «Doğru­su Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[250] kavl-i celîli helâl kılanlar için vaîde muhtemel olması ile beraber ona şahadet ediyor. Vaîdin eğer tahsis edilmesi vacip olsaydı; gayrine de mu­hakkak vacip olurdu. Vaîd de kendi nefsi içindir. Binâenaleyh, vaîdin hu­sus ifade etmesi daha evlâdır. Bununla beraber vaîdin vukubulması için devamlı olmasını şart koşmuştur ki, bu da husus ifade etmesinin alâmet ve işaretidir. Bu husus va´d hakkında bulunmadığı için onun şirki helâl kılanlara sarfedilmesi, yahut kendisinde iyi ve güzel ameller bulunmazsa o, kendisinin cezası olmasına sarfedilmesi gerekir ki, böyle olunca onun yanında muvacehenin bulunma-sı vacip olur. Yahut o, cezasıdır; Allah-u Teâlâ´da rahmetiyle onun ümitvar olduğunu bildiği şeyle, fazlu ihsanı ile kulu bağışlamasına sarfetmesi gerekir. Kul, Allah´ın mağfiretinin ne kadar büyük olduğunu bilir. Bunun için Allah, kulunu kendisini ümtivar eden Allah´ın fazlu ihsanından zahir olan hususla onu afvinden mahrum bı­rakmaz. Yahut onlara kullarından seçkin olanları onlar hakkında şefa­atçi kılar ve onlar için. istiğfarlarını kendilerinden kabul eder. Çünkü ku­lun yani kendisinin istiğfar etmesi çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Sonra bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten Allah-u Tsâîâ kuluna günah irtikâp etmezden önce ona mümin demiştir. Ve kendisinden Ce­nab-ı Hak «Ey müminler, yabudi ve hristiy ani arın sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin : Biz, Allah´a ve bize indirilen Kuı-´an´a, îb-rahim ve İsmail ve îshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa´ya> isa´ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabb´leri tarafından verilen kitaplara iman ettik...»[251], «Peygamber (aleyhisselâm) ve müminler, Rabb´isinden kendine indirilen Kur´ân´a iman ettiler. »[252] âyet-i celîlelerle küfür ismini izale buyurdu. Binâenaleyh Cenab-ı Hak, kişinin mümin ol­masına sefoeb olan şeyi beyan buyurdu. Onun gibisine sen mümin değil­sin demeği de «... Size islâm selâmı veren kimseye dünya hayatının geçi­ci nimet ve menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin, demeyin...»[253] kavl-i celîli ile haram kılmıştır. Allah´ın Resulü (s.a.v.) Cebrail aleyhis-selânı, kendisine iman hakkında sual ettiğinde bu hususta açıklamada bu­lunduğu zaman onları ifade eden kimseye mümin ismini vererek mümin­lerden olduğunu gerçekleştirdi. Ve yine böylece Peygamber aleyhisselâm «Ben, insanlarla savaşmam hususunda emrolundum...»[254]buyurmuş olduğu bu Hadîs-i Şerifin devamında şahadet getirinceye kadar diye ifade buyurmakta. Binaenaleyh, işte bu, şimdi kitap, sünnet, icmai ümmet ve lügat ehlinin şahadeti ile mümindir.

Sonra büyük günah sahibi olan hakkında ihtilâf edildi. O, Mu´tezile´-nin inatîaşarak vasfettiği şey ve Haricilerin islâm dışı görüşleri ile vas-fettikleri sıfatla bulunmaktadır. Hatta onlar kendi görüşleri için tercih ettikleri ve Allah´ın rahmetinden ümit kesmeleri sebebiyle onlara isim­ler talktılar, Aîlah-u Teâlâ´nin hikmetinde onların bağışlanmasının cai i olması görüşünde olmadılar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra fısk, isyan ve zulüm için olan manâlar, iman Üe zıt düşmemek­tedir. Çünkü fısk, emirden dışarı çıkmanın ismidir. Fıslan üç kısım üzere olması caizdir : Onlar da : İrşad emri, farz ve itikata ait olan hususlar­dan dışarı çıkmaktan ibarettir. Zulüm de böylecedir. Çünkü o, bir şeyi ye­rinden başka bir yere koymaktır, isyan ise, muhalefette bulunmanın is­midir. Kim ki bunların hepsini ceza hakkında veyahut manânın hakika­tinde tertip eder ve her günah için iman isminin ziyadeleşmesini[255], murad ederse o kimsenin kendisi zulmetmiş olur. Allah-u Teâlâ´nm ve Resûlü´-nün ve müctehid olan imamların ayırt etmiş oldukları hususu reddetmek için de haddi tecavüz etmiş olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten kendisine iman ismi verilen husus, geçen mevzularda açık­lanmıştır. Sonra biz; Kâ´bî´nin, mezhebi için seçip rıza göstermiş olduğu sözlerini, sonra onun Allah´ın dini hakkında ulaşmış olduğu yeri azıcık düşünen kimsenin bileceği şey ile delillerini zikrederiz. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Kâ´bî, şöyle iddiada bulunur : Gerçekten Ehl-i Hakk´ın «Her tâat imandandır. Ve imanın ismi, terkettiğinin fasık ismini icabettiren şeye nıüstahik olur.» Sözü gerçek değildir. Ve devamla diyor ki : Bizim «mü­mindir sözümüz, yalnız fiilden alınmış değildir. Çünkü birini tasdik eden ve ona boyun eğip itaat eden herkese mutlak isim olarak onunla isim ve­rilmez. Ve yine onun ismi yalnız o değildir. Çünkü eğer onun ismi olsaydı onun gibi olmayan kimseye de aynı ismin verilmesi caiz olurdu. Tıpkı gü­zel olan kadına çirkin ismi verilmesi gibi. Böyle olmadığı zamanda onun fiilden alınma isim olduğu ve din hakkında da medih olduğu ve isminin de ayırt edilmek için olduğu sabit olur.

Şeyh Eba Mansur (r.h-1 divor lki : Biz Allah´tan yardım talep ede­rek deriz ki; Kâ´bî´nin «Ehl-i Hak, böylece haktır.»[256] sözü ile eğer her taat imandandır´sözünden o, imadan başka bir şey değildir demediğini murad ederse, bu sözü tıpkı her nim^ Allah´tandır demek gibidir ki, ben Allah´ın izni ile ona nail oldum ve o iıinıet var idi manâsına gelir, iman da böyle­cedir. Onun «iman´ın ismi Sıma müstahik olur» sözünü ise, onu nakzet-mistir Günkü o. büyük günah sahibi ile beraber fiil bulunduğunu ve fakat[257] ona sim verilmediğini iddia etmiştir. Bu hususta ise zikrolunan şeyi vas-fetmistir. O da gerçekte onun katında imanın ismi değil, mümin olanın ismidir. Çünkü o, imanı onsı»z kendisine gerçekleştiriyor da, ona isim ver­miyor. Bu husus, onun sözü $e iminin ulaşabildiği yerdir. Onun «mü´mi.n kelimesi, fiilinden alman bir i^ değildir» sözü acaib bir sözdür. Çünkü o, bu ismi onun fiili için gerçekleştirdi, sonra onunla isim vermeyi menet-ti. Bu ise, herkese gerçekte fiilinin isminin gayri ile isim vermenin ve aynı zamanda o ismi kendimden menetmenin caiz olduğunu icabettir^ ki bu husus her fail olana faU" olmayan ve her fail olmayana fail ismini vermeyi gerektirir. O hareli ve benzerleri hakkında da böyledir. Onun «böylece tasdik etti, onunla isim verilmez» sözü ve ona tabi kıldığı «bütün din ehli o fiilin hata olduğu hususunda ittifak etmiştir» sözü, iki yönden yalandır : Birincisi; onun şö^e demeğidir : Ona isim verilmez. Belki o is­me verilmiştir. Fakat onun iffîan ile ^ murad etti^ bilinmez. Bunun içindir ki, onu tesbit etmesi vaciptir. Fakat bu ona isim olduğu için değil. Ve yine böylece felan murad ve maksadı bilinmeyen husus bakımından birine itaat ettiği şey ile mutlaka felana itaat etti denmez. Bu da fiilinin mutlak olmasına müstahik olmadığı için değil, fakat kendisi ile emir bi­linmeyen kimseye olan itaat olduğu içindir, iman da böylecedir. Bilmeye vardığı vakitte onu ifade el^elî gerekir ve yine böylece birisi hakkında ifade ettiği şey ile o husus ayan beyan oluncaya kadar o yalancıdır veya­hut tasdik edicidir, denmez- Som-a her Allah´a küfreden kimseye yalan­cıdır denir. Çünkü onun haleti bilinmiştir. Mümin de onun gibidir. Tev-fik Allah´tandır.

Dinler ehlinden rivayet ederek naklettiği şey de böylecedir. Ondan görülen ve işitilen taaccüp edilecek hususlardan şu kitapda eşya hakkmda ümmetten devamlı olarak rivayet edilir. Belki onun bulunması üm­metten söyle dursun, onlardan birinden bulması güç olur. Ve kendi batıl fikrine vesile kılar. Onu aklı olan kimse düşünürse veyahut mezhebi hak­kında kendisine karşı çıkanlardan biri onu iman etmiş sanır. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Onun, «O, onun ismi[258] değildir.» sözüne gelince, kendisine şöyle de­nir : Eğer isim fiilin gerçekleşmesi için olmamış olsaydı onu kendisine isim kılmayı[259] menetmek için de olmazdı. Fakat onu isim kılmakta haki­kati gizlemek vardır ki, gerçekten o, ismin hakkıyla ona isim vermiştir; veyahut da fiilin hakikati ile. Ve fiillerden alman isimlerin bulunduğu hal üzere olan şeyin hepsi böylecedir. Onun ismini[260] hakikati olmayana an­cak mecaz üzere veyahut onunla dalga geçmek ve onu aşağılamak için verir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra diyor ki : Biz fasid hakkında tahkik ve tedkik edildiğinde o mümin değildir demiyoruz. Bilakis biz ona mümin ismini vermiyoruz. Bu­na göre kendisine şöyle denir : O, tahkik ve tedkik edildiğinde mümin midir veyahut mümin değil-midir. Veyahut mümin ve kâfir değil midir Eğer evvelkini yani mümindir derse, o, öyle bir adamdır ki kendi nefsini yalancı olmadığı şey hakkında yalanlamaya davet etmiştir de bunun üze­rine ona itaat etmiştir. Onun gibisinin hakkı, kendisinden yüz çevirip onu görmemektir. Çünkü o, her mukallidin aşağısmdadır. Eğer son iki vecih ile söylerse, kendi nefsini ondan rivayet etmiş olduğu husus hakkında yalanlamıştır. Tevfik Allah´tandır.

Sonra tâatm hepsine iman ismini vermeğe hepsinin nezdinde dinden olan hususlarla ve Allah-u Teâlâ´nm «Kim İslâm´dan başka bir din arar­sa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz.»[261] kavl-i celîli ile delil getirdi. Bununla beraber hakikaten islâm dininden olduğuna itikad etmek­sizin kendisine işaret etmek üzere ibadetlerden bir şeyi talep eden kim­seden o istediği şey kendisinden kabul olunmaz. Her ibadet ancak islâm dininden olması sebebiyle kabıü olunur. Onun kendisine işaret edilen iba­detin ismi olduğu sabit olmuştur. Her ibadet, İslâm´da ibadet olarak be­lirtildiğinden kabul olunur ve kuvvetine binaen varid olur. İşte bu hepsi­nin dindendir demelerinin manâsıdır. Yoksa, herşeyin bir şeye izafe edilmesiyle ondan kendisine isim verilmesi gerekmez. Allah-u Teâlâ «Sizdeki her nimet Allah´tandır...»[262] buyuruyor. Yoksa her nimet Allah değildir. Bilakis o hususta dinin başka olduğuna delildir, tâ ki ona izafe edilsin. Binâenaleyh ondan fariğ olduktan sonra onu yerine getirmiştir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra Cenab-ı Hakk´m «(Ey Resulüm) müminlere müjdele, onlara gerçekten büyük bir mükâfaat var.»[263] kavl-i celîli ve ona benzeyen âyet­lerle mutlak olan isimle müminler için vaîd olduğuna delil getirdi. Sonra o, rızkı irtikâp eden de yoktur. Vaîdin umumiyeti hakkında her ne kadar ihti­lâf vukıibulmuş ise de vaadin umumun ifade ettiği hususunda hepsi gö­rüş birliğine varmışlardır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın izni ve tevfikıyla deriz ki; onun, âyetlerin umumu hakkında icma´ vardır demesi yalandır. O kimse devamlı olarak her belâ ve musibet[264] hakkında kendisini korku ve endişe içinde kılmaktadır. Doğrusu Cenab-ı Hak, «İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevap olarak ağaçları altından ırmaklar akan cennetleri verdi ki içlerinde ebediyyen kalıcı haldedirler...»[265] buyurmakta­dır. Onun gibisi olan söz için vacip değildir. Özellikle hepsinin sözü hak­kında işte böylece onun rivayet ettiği husustaki yalanı sabit olmuştur. Son­ra âyetlerle istidlal etmesine üç noktadan cevap verilmiştir :

Birincisi : Hallerin nihayetinden haber vermektir ki, her müminin82 varacağı yer orasıdır.

tkincisi : Vaadin kendi ahlâkı ile ve ona yol gösteren şeyle imanı ger­çekleştirmek için olması. Her hangi birine bir şeyle isim vermek caizdir ki, o da emrin ismidir. O emirlerin hepsi onunla birbirleriyle bağlanır. Kendisine verilen isimle, ismin ispat edilmesinden onun bulunması caiz olur. Allah-u a´lem.

Üçüncüsü : Onun için cezanın ve kendisi ile azaplandırılan hususun bulunması ki, o da kendi hakları ile azaplandınlmaktır. Ona dininin hakkı olarak iaabet eden şey, kendisinden, dininden bir şeyi noksanlaştırmış olmuyor. Bununla beraber Cenab-ı Hak gerçekten onun için Allah´tan büyük bir mükâfaat olduğunu beyan buyurmuştur ki, gerçekten iyi ve güzel amellerin cezası Allah´tan elan bir mükâfaattır. Mükâfaat vermenin hik­meti ise, haller ve vakitlerin ihtiyar edilmesinden o hususu yerine getirene mahsustur.

Sonra Murcie´nin, mezheplerindeki sözlerinin yalan olduğunu bilen kimselerden onun hakkında her düşüncenin bileceği şeyle onların sözünü açıklama zahmetinde bulunmak, onu anlayanın onlara lanet etmelerine bir yol olsun içindir.

Bunun içindir ki, onun hakkındaki sözleri nakletmekte pek az bir fayda mülâhaza ettiğim için ben onların sözlerini terkettim. Çünkü onla­rın sözle- yalandan ibarettir. Sonra der ki : Murcieler arasında ittifakla sabit olmuştur ki, fasık olan kimse [266]tevbe etmeden önce Ölürse o fasıktır. Onun hakkındaki vaîd sabit olmuştur. Kendisi ile kastedilenin onun ol­ması da caiz olur. Mukatil´in[267], «gerçekten onun vaad ehlinden olmaması mümkün değildir. Onun gibisi için, kendisinin mümin olmadığı hususun­da vaki olan icma´ ve ittifak terkedilmez.» demesinden başkasının olma­ması da caizdir. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Eğer senin anlat­tığın olursa, iddia ettiği şey sabit olur. Eğer onlardan .nakledilen söz, se­nin anlattığının zıttı ise iddia ettiğin söz fasid olur. Sonra Murcie mez­hebine mensup olanların çoğu vaîdin, şirki helâl kılanların gayri hakkın­da olmasını inkâr ettiler. Bu husus onların aralarında bilinmektedir. Binâ­enaleyh o, anlattığı husus hakkında kendisine isnad ettiğimiz yalanı daha iyi açıklıyor. Allah-u a´lem.

Sonra soruların çoğunu sormamıştır. Azıcık anlayışı olan kimsenin dahi razı olamayacağı şeyle cevap vermedi. Bunun içindir ki, zikredilme­sinde pek az[268] yarar olduğundan ben onların zikredilmesini terkettim.

Sonra küçük günahları terketmek, imandır diye iddiada bulundu. Çünkü büyük günahlardan sakınmazsa, küçük günahlardan dolayı azap görür dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Büyük günahlar işlendiğinde, onun iman sahibi olması vacip olduğu zaman onun zıttı olduğu vakit niçin azap görüyor[269] Halbuki o, sakındığı zaman iman sahibi değil­dir. İşte bu husus en çok hayreti mucip olan şeydir.

Sonra büyük günahlar için, İslâm ümmeti katında facir için mağfiret talep etmenin caiz olmaması ile ihticac etti. Bunun için kendisine denir ki : Facirle neyi kastediyorsun Kâfiri mi, yoksa haramı helâl kılmaksızm iman halinde iken büyük günah irtikâp edeni mi Eğer kâfiri kasdettiğini söylerse itidalden öteye geçmiştir. Eğer, haramı helâl kılmadan iman sa­hibi iken büyük günah işleyeni derse; o zaman islâm ümmetine yalan isnad etmiş ve yapmış olduğundan zahir olanla Cehennemde ebedi kal­masına müstahak olması için onu delÜ kılmıştır. Kendisi için dilediği şey, onun için mebzuldür. Sonra o hususta onun aleyhine tezahür eden iki şey vardır :

Birincisi : Bir kerresinde ona facir demek. Halbuki o, bulunduğu halde iken günah fiili yoktur. Ona iman sahibi olduğu halde kendisinde aklî ve nakli delille ispat edilen günah fiilinin hakikatinin bulunması ile beraber mümin demek de caiz olur[270] Hatta tebeyyün edinceye dek ona facir denmesi caiz olmaz. Halbuki günah fiili bulunduğu zaman Kur´ân-ı Kerim´de varid olanla ve dil ehlinin ittifakı ile kendisine mümin demek caizdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : O, peygamberlerin ve velilerin mağfiret talep etmelerini, mağfiret olunmuş olana yöneltti. Bu ise mağfiret nimetinin gizlenmesi ve şükredilmesi gerekene şükretmekten kaçınmaktır. Bu ise çok uzak bir hal ve mümkün olmayandır. Tevfik Allah´tandır.

Sonra «Kazf» âyeti ile ihticac ederek, doğrusu Cenab-ı Allah, helâl kıldıklarını ve ondan başkasını zikretmeden onların, yani ailelerine zina isnad ederek iftirada bulunanların lanetlenmiş olduklarını haber vermiş­tir. Lanetlenmiş olan ise, söz ile mümin olmaz dedi. Tevfik Allah´tandır.

Âyet-i celîlede beyan edilen, eğer öyleyse Allah´ın laneti onun üze­rinde olur. Âyet-i ceîîlede Allah-u Teâlâ´nm ona mel´un ismini verdiği hak-kmda bir beyan yoktur. Sende bulunan hastalığın üki Kur´ân-ı Kerim´e yalan atfetmekle iftira etmendir. Sonra ona, Allah-u Teâlâ´nm «Beşinci defa şöyle denilir : «Eğer yalancılardan ise, Allah´ın laneti muhakkak üzerine olsun...»[271] kavl-i celîli ile kendisinin mümin olduğunu söylediği hal-,de ona imanı gerektirmedi de nasıl oldu da ona laneti lüzum kıldı Yine o, iki lanetten birini had cezasının tatbik edilmesine gönderdiği hususu gerçekleştiriyor. Had cezasının diğeri de böyledir. Oysalki âyet-i celîle, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Zira Cenab-ı Hak, «Buna dört şa­hit getirselerdi ya!... Madem ki şahid getiremediler, o halde onlar, Allah katında yalancılardır. »[272] buyurmuştur. Her zina isnad edip iftira eden böyle değildir. Onun manâsı şöyledir : Doğrusu onu söylemeğe cesaret gösteren Allah´ın gadap ve lanetini küçümseyen kimseye lanet[273] vaîdi olur. Asıl olan şudur : Gerçekten küfür, tard edilmektir. Her günah işle­yen kimse, Allah´ın rahmetinden tard edilmiş değildir. Vacip gördüğü şey, kadannea azap olunsa da ondan özür kabul olunmaz. Allah´ın laneti üze­rine olsun dediği herkese Allah´ın laneti müstahik olmaz. Eğer Allah´ın lanetine müstahik olan kimse varsa, onun bu sözün sahibinin olması ön­celikle gerekmektedir. Çünkü bilinir ki, o fışkı teati ediyor ve tarafsız olan imamlara dahi muhalefet ediyor. Bunların hepsi kendi mezhebine göre gerçek laneti gerektirir. Âyet-i Ceîîlede olan lanet sözü hakikatte vukubuîmamıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nın «kim de Allah´a ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse, onu da içinde ebedi olarak kalmak üzere ateşe koyar[274], kavl-i celıli ile had cezalarının askıya alınması hak­kında ihticac etmiştir. Onun gibisi hakkında büyük ve küçük günahların işlenmesi zikredîlmeksizin cehennemde ebedi kalma hakkında söj^lenmiş-tir. Eğer o te´vil edilme üzere olursa, ilki de onun gibidir. Bununla bera­ber Cenab-ı Allah, onun gibisi hakkında «... Kim Allah´ın indirdiği hüküm­lerle hüküm vermezse işte onlar kâfirdirler.»[275] buyurmuştur. İşte o da yine had cezalarının askıya alınması hakkındadır. O ise bunu ifade et­mekten kaçmıyor. Âyet-i celîleyi haram olanı helâl kılmaya sarfediyor. Zikrolunan husus da onun gibidir. Onun Cenab-ı Hakk´in «Sonra bu pey­gamberlerle, saîih kimselerin arkasından (kötü) bir nesil geldi ki, na­mazı terkettiler[276], kavl-i celîli ile ihticac etmesi de o,mm gibidir. Bununla beraber Allah-u Zülcelâl «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı ve­rirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[277] buyurmaktadır. Dinde kardeşlik ve namazı kılmaktan zikrolunan şey, fiille değil, sözle vaciptir. Böylece namazı terketmek de tehir etmökîe değil, reddetmekle olur. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki : «... İman edip de hicret etmeyenlere gelince : Hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[278], «Ey Müminler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman mü­mini kâfirden ayırdetmek için iyice araştırın. Size islâm selâmı veren kim­seye -dünya hayatının geçici nimet ve menfaatına göz dikerek- sen mü­min değilsin demeyin...»[279]. Buna göre onun söylediği husus ne imanı gi­derir ve ne de ismini. Allah-u a´tem.

Yine Cenab-ı Hakk´ın, «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı ve­rirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[280] kavl-i celîli ile delil getirdi. Fakat biz, hakikaten onun kabul olma hakkında olduğunu beyan ettik. Çünkü onunla fiil, intizar"[281] edilmiş olsaydı, onların din kardeşliği ebediyyen va­cip olmazdı. Kendileri de serbest bırakılmazlardı. Bir yıla kadar yorgunluk içinde bırakmak da vacip olmazdı ki, bu manâsı olmayan şeylerdendir. Biz hicret işini geçen konularda beyan ettik. O, farzlardan bir farz olup, hicret etmeyenler hakkında şiddetli vaîd gelmiştir. Sonra bu husus bu­lunmadığı halde iman ismini ispat etmiştir. Allah-u a´lem.

Allah-u Teâlâ´nın «Kim de bir mümini kasden Öldürürse onun ce­zası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir.»[282], «Ey iman edenler, mal­larınızı aranızda batıl sebeblerle yemeyin.-.»[283] kavl-i celîli ile ve yetimin[284]malının yenmemesi hakkında varid olan âyetle delil getirdi. Aniden adam öldürmeye gelince : Onun üç yönü vardır :

Birincisi : Dini için Öldürmeyi kasteden kimse hakkında olması. Bu ise hata ile adam Öldürmenin vecihlerinden biridir. Allah-u a´lem.

İkincisi : Bu husus onun cezası obuası. Allah-u Teâlâ´da fazlu ihsaa: ile onu bağışlaması ve iyi-güzel âmeller karşılığı mükâf a atlandırması. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Üçüncüsü : Âyet-i eelîlenin kâfirler hakkında nazil alması. Kıssada bu husus hakkında delil vardır.

Sonra bizim beyan ettiğimiz hususların delili, Allah-u Teâlâ´nm, «Ey iman edenler, kasden öldürülmüşler için kısas (misilleme yapmak) fan kılındı´[285].



Reply


Messages In This Thread
imam Maturidi nin Tevhid Anlayışı 3. Bölüm - by SeliM35 - 10-05-2019, 12:24 AM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)